Ulaş
Başar Gezgin
P
|
opüler
yazarlar, entelektüel bir cilası olan popüler bir dil kullanıyor. Türkiye
düşünsel yaşamındaki liberal tahribatın bir ürünü olan çeşitli kavramları, ara
ara popüler isimlerden duyuyoruz ve bunlar verili olarak doğru kabul ediliyor.
Bunlardan biri, ‘toplum mühendisliği’ kavramı; bir diğeri ise, ‘totaliter’.
İkisi de liberal kavramsallaştırmalar. Devlet, toplum mühendisliğiyle
suçlanırken, büyük şirketlerin devasa toplum mühendislikleri göz ardı edilip
böylece kapitalizm olumlanmış oluyor. Ayrıca, toplumsal güçlerin örgütlü olduğu
her durumda toplum mühendisliği söz konusudur. Bu ifade, pozitif ayrımcılık,
ücretsiz nitelikli eğitim ve sağlık hizmeti, açlık ve yoksulluğu ortadan
kaldıran ekonomik uygulamalar gibi olumlu toplumsal mühendislik örneklerini
görmezden gelip sosyalizmi, faşizmi ve demokrasi makyajlı kapitalizmi eşitlemiş
oluyor. Oysa dünyanın en büyük küresel şirketlerinin bütçesi, birçok
devletinkinden daha fazla. Bunlar, ellerinde bulundurdukları muazzam güçle, tek
bir toplumu değil tüm dünyayı planlıyor; ama popüler kalemlerin aklına nedense
bu gelmiyor. Üstelik, kentlerin tasarlanması da girişimci belediyecilik modeli
ve kamusal mülklerin ranta açılması gibi süreçler üzerinden, büyük bir
kapitalist toplum mühendisliğinin ana konusu oluyor. İşin gerçeği şu:
Kapitalizm, sosyalizmden daha az planlı bir toplum yapısı değil. ‘Piyasanın
görünmez eli’ kavramı da bu nedenle ideolojik bir yalan. Kapitalizmde piyasanın
eli çok görünür. Hatta “o el olmadan, kapitalizm var olamazdı” bile
diyebiliriz.
Toplum Mühendisliği, Totaliterlik,
Post-modernizm, Post-kolonyalizm, Eğitimde Fırsat Eşitliği, vb.
Aslında
‘totaliter’ kavramı, eleştirel kalemlerin kullanmaması gereken bir kavramdır;
çünkü toplum mühendisliği örneğinde de görüldüğü gibi, faşizm ile sosyalizmi
eşitleyen bir kavramsallaştırmadır. ‘Totaliter’in kendisi totaliterdir çünkü
birbirinden farklı iki ideoloji ve düzeni eş tutuyor. Doğu Avrupa’daki
sosyalist dönem için, ısrarla ‘sosyalist’ değil de ‘totaliter’ denmesi elbette
bilinçli bir tercih. Fakat çevremizde birçok muhalif, bu kavramı gözü kapalı
kullanıyor. Dil, dünyaya bakışımızda en önemli aracıdır. Onu sorgulamadan
eleştirel bir bakışa sahip olamayız.
Benzeri
bir anaakım altyapıyı, post-modernizm, post-kolonyalizm ve eğitimde fırsat
eşitliği gibi kavramsallaştırmalarda da görüyoruz. Post-modernizmle
ilişkilendirilen birçok tartışma, toplumun biçim değiştirdiği, başka tür bir
toplum yapısında yaşamakta olduğumuz ya da yaşayacağımız gibi bir sonuca
varıyor. Oysa, sınıf gerçeğini gözden kaçıran ya da bilinçli olarak görmezden
gelen bu çözümlemeler, önceki düzenle şimdiki düzen arasındaki sınıfsal
benzerliklerin ve sürekliliklerin farklardan ve kesiklilikten çok daha fazla
olduğunu göremiyor ya da görmek istemiyor. ‘Post-kolonyalizm’ deniyor, sanki
sömürgecilik bitmiş gibi. Sömürgecilik bitmedi; şekil değiştirdi, artık
ülkeleri zapt etmek yerine oralara kendi askeri üslerini kondurmak daha hesaplı
geliyor, hepsi bu... Sömürgecilik, en son teknoloji ürünü silahların, İHA’ların
ve SİHA’ların Afganistan gibi ülkeler üzerinde denenmesiyle sürüyor. Benzer
biçimde, ‘eğitimde fırsat eşitliği’ deniyor; böylelikle eğitimin bir fırsat
değil, yurttaş için temel bir hak ve devlet içinse temel bir sorumluluk olduğu
unutuluyor.
Popüler Psikolojinin Eleştirisi
Popüler
psikolojide çok ekmek var. Büyük bir rant kapısı... Evet toplum değişiyor; ama
kimi mesleki ve akademik hastalıklar bir türlü geçmiyor. Davranışçılığı nasıl
bilirsiniz? Birçokları için rahmetli bir akımdır öyle değil mi? Artık biz
bilişselci olduk, davranışçılığı da onunla bütünledik. Dolayısıyla,
davranışçılar, mesleki camiada azınlıkta. Ancak, buna karşın, eski yanlışlarda
ısrar var. Geçende gazetelere yansıyan bir habere göre, davranışçılar,
koyunların insan yüzlerini tanıdıklarını bulgulamışlar. Tanımayı nasıl
tanımlamışlar? Koyuna iki resim gösteriyorlar. Birisini seçerse yemek
veriyorlar; diğerini seçerse vermiyorlar. Daha sonraki denemelerde, koyun,
yemek verilmesini sağlayan resmi ‘tanıyormuş’. Oysa aslında, test ettikleri,
tanıma değil öğrenme. Koyun, hangi resmin yemekle ilişkili olduğunu öğreniyor;
buradan tanıma iddiasını çıkarmak, eski moda davranışçıların bile eleştireceği
bir hareket... 100 yıl geçti, ama anaakım psikoloji, hatalarında ısrarcı. Onlar
ısrarcı olmaya devam etsinler, biz de eleştirel olmayı sürdürelim.
Muhalif Psikolojinin İçine Sızan Anaakım
Eğilimler
Ancak,
anaakımın egemenliği, popüler psikolojiyle kısıtlı değil. Muhalif psikolojik
düşünüşün içine sızmış çokça anaakım eğilim de var. Örneğin, Gezi günlerinde,
eleştirel süzgeçten geçirmeden Zimbardo’nun bulgularından söz etme ve
yaşananları bu bulgularla ilişkilendirme ısrarı, şiddet uygulayanları mazur
göstermeye kadar savrulmuştu. Şimdi de ‘dehşet yönetimi kuramı’nın yer yer
sahaya çıkarıldığını görüyoruz. Oysa bu kuram, dünyanın değişik kültür ve
inanışlarınca test edilme noktasında daha yolun başındadır. Değişik kültürlerde
ölüm inançları farklıdır. Birçok Doğu Asya toplumunda, ölenin ruhu evde
yaşamayı sürdürür. Ölüm, kötü bir şey değildir. Alevilik’te de Budizm’de de
insanın ölümü, onun sonu değildir. Aleviler, ölen için “devri daim olsun”
derler; çünkü bu inanışta ölümsüzlük vardır. Budizm’de de insan birden fazla
kez dünyaya gelecektir. Müslüman inançları da ölümü, her şeyin sonu olarak
görmez. Bütün bunlar düşünüldüğünde, anaakım bilgi ve bulguları olduğu gibi
kabullenmenin neden yanıltıcı olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Anaakım
psikolojiyi, ‘Batı’ kültürünü dünyaya evrenselmiş gibi şırınga ettiği için
eleştiriyoruz; ama iş, bu eleştiriyi pratiğe dökmeye geldiğinde birçok muhalif
için eleştirellik kitaplarda kalıyor, pratik bir karşılığı olamıyor.
Kuşak Yanılsaması
Ama
iş bununla da bitmiyor. Kendini muhalif olarak tarifleyen birçok psikolog, X
kuşağı, Y kuşağı ve Z kuşağı gibi kavramsallaştırmaları kullanıyor. Elimize
ulaşan bilgi ve bulguları eleştirelliğin süzgecinden geçirmeden dolaşıma
sokmamalıyız. Bu kuşak kavramsallaştırmaları, Amerikan siyasal tarihine özgü
kırılma noktalarına göre oluşturuldu. Türkiye’de bu kuşakların hiçbir
geçerliliği bulunmuyor. Eğer bir kuşak düşüncesi geliştirilecekse, bunun,
Türkiye’nin siyasal tarihine uyarlanması gerekir. Bu açıdan, 68 kuşağı, 78
kuşağı, 12 Eylül kuşağı, Gezi kuşağı gibi sınıflandırmalar çok yerinde
olacaktır. Üstelik, bu X-Y-Z ayrımları, insan kaynakları araştırmacıları
tarafından, çalışma yaşamını daha insancıl duruma getirmek için değil, tersine
çalışanları daha yakından tanıyıp onların sırtından daha fazla kazanç sağlamak
için yapılmış ayrımlar. Kaldı ki, bu ayrımlar, ABD’de bile ‘kuşaksal
kalıpyargılama’ ve hatta kendi kendini de kalıpyargılama gibi bir sonuç
doğurabiliyor. Böylece, kendini doğrulayan bir kehanet gibi, çalışanlar, kendi
kuşaklarına uyumlu hâle geliyor ya da getiriliyorlar.
Bir
de elbette ‘dijital kuşak’ kavramsallaştırması var. Bu kavramsallaştırma,
gençlerin tümü ya da büyük çoğunluğu akıllı telefonlara ve kablosuz bağlantıya
erişebilseydi geçerli olabilirdi. Oysa, sınıfsal boyutu olan bir görüngü,
kuşaksal sayılamaz. Tüm sınıfların yer almadığı bir gruplandırma ‘kuşak’ olarak
adlandırılamaz. Özellikle büyük kentlerden hareketle, kentliler üzerinden küçük
kentlere ve kırsal kesimlere genelleme yapamayız.
Sonuç
Bu
yazıda verilen çeşitli örneklerde görüldüğü gibi, eleştirel psikolojinin
eleştirelliğinin kullandığımız kavram ve terimlerden başlaması gerekiyor.
Anaakım bilgi ve bulguları, eleştirinin imbiğinden geçirmemiz gerekiyor. Yoksa
ne yaptığımız eleştirel olur ne de ürettiğimiz açıklamalar...