Zorunlu Göç ve Ayrımcılık


Yusuf Öntaş
Başlığın oluşturduğu her iki kavram da olumsuzluğa işaret etmektedir. Öncelikle göçü zorunlu kılan sebepler irdelendiğinde, kendi içinde bir ayrımcılığı da barındırdığı görülecektir. Çünkü, göç eşit olmayan bir süreçten doğar. Şartların eşit olmadığı durumlarda -ister ekonomik, ister sosyal, isterse de siyasal olsun- göç başlar. Daha iyi koşullar bulma umuduyla başlayan bu yolculuk, eşitlik koşullarının sağlanması hedefini taşır. Göçün nedeni savaş ise bu durum daha derin bir anlam kazanır ve can güvenliği en önemli hedef hâline gelir. Bu yazıda, özellikle savaş nedeniyle göç etmek zorunda kalarak Türkiye’ye gelmiş Suriyeli mültecileri ve yaşadıkları ayrımcılığı konu edecek, bu konudaki gözlem ve yorumlarımı paylaşacağım.

Bilindiği üzere Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaş yaklaşık 3 buçuk milyon insanın Türkiye’ye göç etmesine neden oldu. Göç etmek zorunda kalan insanlar, ülkelerini terk etmeye başladıkları andan itibaren bilmedikleri bir yolculuğa ilk adımlarını atmış oldular. Zorunlu olan her şey gibi, bu göç de olumsuzluklarla başladı. Yakınlarını kaybedenler, evi bombalananlar, işini kaybedenler, yaşadığı yeri/kültürü terk etmek zorunda kalanlar, kişisel tanıklık, şiddet, işkence, alıkonulma, açlık, güvensizlik gibi savaşın yol açabileceği bütün tahribatları yaşayıp ülkelerini terk eden insanlar, derin ruhsal yaralarla birlikte geldiler. İnsanların yaşadığı kayıplar devam ederken ve henüz bunların yası tutulamamışken, birçok olumsuz davranış ve söylemle karşılaştılar. Gerek devletin bu konuda planlı olmayışı, gerek toplumun hazırlıksız oluşu, gerekse de medyanın bakış açısından kaynaklanan “Suriyeli mülteci” algısı, toplumda oldukça olumsuz bir yere oturdu. Bu durum toplumun önyargılarını beslediği gibi, gelen mültecilerde de güvensizlik, kaygı, stres ve iletişim sıkıntısı yarattı. Savaştan kaynaklı olarak yaşadıkları travmatik süreç, toplumun önyargılı/ayrımcı söylem ve davranışları ile buluşunca, var olan sorunlar daha da ağırlaştı. Ayrımcılık birçok alana hâkim oldu.

Mültecilerin kendi içindeki ayrımcılıktan toplumun yaptığı ayrımcılığa, devletin mülteci politikasındaki ayrımcılıktan medyada kullanılan ayrımcı dile kadar birçok alanda ayrımcılığın yaygınlaştığını görmek mümkün. Ayrımcılık çok çeşitli olduğundan bu konuyu açmakta fayda görüyorum. Söz konusu Suriyeli mülteciler olduğunda, ilk akla gelen “yabancı düşmanlığı” oluyor; ama maalesef ayrımcılık bununla sınırlı kalmıyor. Yabancı düşmanlığı, ırk, cinsiyet, din ve engelli ayrımcılığı gibi sıralanabilecek pek çok ayrımcılık mevcut. Konu itibariyle Suriyeli mültecilerin Türkiye’de yaşadığı ayrımcılık da sadece yabancı düşmanlığı ile sınırlı değil. “Araplar, Kürtler, Türkmenler”, “Suriyeli kadınlar”, “Alevi-Sünni” gibi ırksal, cinsel ve mezhepsel bir ayrımcılık da var. Bunları da kendi içinde ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Yazının devamında, bugüne kadar yaptığım çalışmalarda karşılaştığım durumları/deneyimleri paylaşmak istiyorum.

Öncelikle Suriyeli mültecilere karşı uygulanan toplumsal baskıdan başlamak gerektiğini düşünüyorum. Devletin bu konudaki politikasızlığı ve kamuoyu ile yeterince bilgi paylaşılmaması nedeniyle toplumda gelişen olumsuz algılar üzerinde durmakta fayda var. Toplumda Suriyeli mültecilerin maaş aldıkları, oy kullandıkları, vergi ödemedikleri, ücretsiz sağlık ve eğitim hakkından yararlandıkları gibi yanlış bir algı var. Ancak tüm bunlar, toplumun kendisine yapılmış bir haksızlık olarak algılanmakta ve buna bağlı olarak nefret söylemi ve ayrımcılık gelişmektedir. Söz konusu ayrımcılık, kendileri bu haktan yararlanmazken, Suriyeli mültecilerin yararlanması üzerinden şekillenmekte ve tepki toplamaktadır. Oysa faydalanabildikleri durumları tek tek incelediğimizde, aslında toplumda var olan ve öyle olduğuna inanılan birçok şeyin eksik ve yanlış bilgi ve algı üzerinden geliştiğini görebiliriz. Toplumda doğru sanılan yanlış algı ve düşünceleri şu şekilde sıralayabiliriz:

Birincisi; Türkiye’de hiçbir Suriyeli mülteci maaş almıyor. Kaymakamlıklara bağlı sosyal yardımlaşma vakıflarından, Kızılay ya da belediyelerden, zaman zaman yapılan cüzi bir yardımdan söz etmek mümkün. Ancak, bu yardım her yerde düzenli olarak yapılmıyor. Bu durum ülkenin vatandaşlarına da tanınan bir yardımdan ibarettir.

İkincisi; Türkiye’de Suriyeli mültecilere verilen geçici kimlik kartı bulunmaktadır. 99 ile başlayan bu geçici kimlik kartı, vatandaşlık haklarından yararlanmayı sağlamamaktadır. Vatandaş olmayan hiç kimse seçimlerde oy kullanamamaktadır. Dolayısıyla Suriyeli mülteciler bu haktan uzaktır.

Üçüncüsü; vergi alınmadığına dair algı da yanlıştır. Hizmet kullanan herkes gibi Suriyeli mülteciler de elektrik, su, doğalgaz, çevre vergisi, bina vergisi, çöp vergisi gibi birçok vergilendirme sistemine tabidir. Bu konuda bir tek iş yeri açma ve işletme konusunda kolaylıklar tanınmaktadır ki bu durum devlet tarafından kendi vatandaşlarına da tanınmaktadır.

Dördüncüsü; sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanmalarıdır. Öncelikle böyle bir hakkın olduğunu, fakat bu hakka ilişkin birçok problemin olduğunu söylemekte fayda var. “Geçici Koruma Kanunu” kapsamında aldıkları sağlık yardımından yalnızca “Geçici Koruma Kimlik Belgesi” olanlar yararlanabilmektedir. İşsiz, herhangi bir geliri olmayan vatandaşlara sağlanan Genel Sağlık Sigortası (GSS) gibi bir sistem işlemekte olup; devlete ait kurumlarda sağlık hizmeti alabilmekte, fakat ilaç alma konusunda ciddi sıkıntılar yaşamaktalar. Eczanelerin çoğu, ödeme geç yapıldığı gerekçesiyle ilaç ihtiyacını karşılamamaktadır. Sağlık hizmeti bu anlamda sorunludur. GSS’li olan bir vatandaş eczaneden ilaçlarını alabiliyorken, Suriyeli mülteciler kendi paraları ile satın almak zorunda bırakılıyorlar. Sağlık alanında yaşanılan diğer bir sorun ise “dil bariyeri”dir. Birçok hasta ücretli tercüman eşliğinde sağlık hizmeti almakta, tercüman sorununu çözemeyen hastalar ise Suriyeli doktorların yasal olmayan, birçok donanımdan uzak muayenelerinde tedavi olmak zorunda kalmaktadırlar.

Beşincisi; eğitimin ücretsiz olmasıdır. Bilindiği üzere mevcut okullar Suriyeli öğrencileri de kapsamakta, isteyen öğrenciler kaydolabilmektedir. Ancak çoğu aile, anadili Arapça olması bakımından, çocuklarını sonradan yaygınlaşmaya başlayan Suriye okullarına göndermeyi tercih ediyor. Küçük de olsa belli bir ücret karşılığında Arapça eğitim veren Suriye okullarına ilgi daha fazla. Ancak son zamanlarda bu kapsamda eğitim veren kurumların birçoğu kapatıldı. Geçici kimlik kartlarını farklı illerden alan kişiler yaşadıkları ildeki okula kayıt olamıyor. Aileler devlet okullarını tercih ediyor, fakat burada da dil problemi nedeniyle çok fazla sorun yaşıyorlar. Örneğin, henüz harfleri öğrenememiş çocuklar, yaşlarından kaynaklı olarak üst sınıflara verilebiliyor. Sınıf öğretmenleri de ne yapacaklarını çoğu zaman bilemiyor. Dilsel, kültürel, ekonomik farklılıklar birçok sorunu beraberinde getiriyor. Uyum ve öğrencilerin kendi aralarında kaynaşması konusunda çok ciddi sorunlar yaşanıyor. Aileler, dil bariyeri nedeniyle çocukların okul sürecine destek olamıyor.  

Tüm bu sıraladığımız maddeler toplumda oldukça yaygın bir düşünce ve algıyı yansıtması bakımından önemli. Bu sorunlar ülkenin vatandaşlarını da kapsayan sorunlar. Buradan, Suriyeli mülteciler büyük sorun yaşıyor fakat vatandaşlar bu imkânlardan çok iyi yararlanıyor gibi bir sonucun çıkmasını istemem. Çünkü her alanda olduğu gibi, bu alanlarda da herkes sorun yaşıyor. Bunun, Suriyeli mültecilerin daha avantajlı olduğu gibi bir algı ve düşüncenin temelsiz olduğunu göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Toplumsal baskı, yukarıda bahsedilenlerle sınırlı değil. Bu ve benzeri yaklaşımlarla birlikte, söylemlere ve davranışlara yansıyan bir ayrımcılık da söz konusu. Örneğin, mültecilerin ülkemize geldikten sonra kiraların birden arttırılması, “kalabalıklar, gürültü yapıyorlar, yemekleri çok kötü kokuyor” gibi mazeretlerle mahallelerde istenmemeleri, çocukların sokakta/okulda karşılaştıkları “Oğlum/kızım oynama onlarla”, “Arap”, “Suriyeli, pis o” gibi nefrete dayalı ve ayrımcı ifadeler, çalıştığım merkezde maalesef sıkça duyduğum ve gözlemlediğim birkaç örnek. Bunların yanında, neden burada olduklarına dair söylemlerle de karşılaştığımız oluyor. “Kamplara götürsünler”, “Biz olsak bize bakarlar mı? İlk sırtını dönen bunlar olur”, “Akıllı olsunlar, taşkınlık yaparlarsa toplum onları linç eder”, “Hırsızlık yapıyorlar”, “İşimizi çalıyorlar”, “Bizim fakirimiz bize yeter, bir de bunlara mı bakacağız”, “Her taraf Araplarla doldu”, “Ülkelerine dönsünler”, “Suriyeli kadınların gözü kocalarımızda” gibi birçok ayrımcı, ırkçı, cinsiyetçi söylemle karşılaşıyoruz. Bu söylemlerin, toplumun her kesiminde mevcut olan söylemler olduğunu da eklemekte yarar görüyorum. Çok çarpıcı bir örneği paylaşmak istiyorum. Yukarıdaki söylemlerden “Akıllı olsunlar, taşkınlık yaparlarsa toplum onları linç eder” şeklindeki söylem, bir üniversitede yüzlerce psikoloji öğrencisine yüksek lisans düzeyinde ders veren bir hocaya ait. Söylem ve davranışların toplumun tüm kesimlerine yayıldığına iyi bir örnek olması bakımından paylaşmak istedim.

Tüm bu söylem ve davranışları yaratan ana unsur ise devlet. Devlet -yukarıda da ifade ettiğim gibi- mültecilere dair politikalarını netleştirmek, ayrımcılık ve nefret söylemi içeren tutumlardan kendisinin kaçınması kadar, toplumu da bu konularda bilgilendirmek ve buna dair çalışmalar yürütmek zorundadır. Aksi takdirde mevcut sorunlar toplumda büyümeye devam edecektir. Mülteciliğin bir insan hakkı olduğu üzerinde durulmalı, “misafirlik” “konukseverlik” söylemleri terk edilmelidir. Toplumda oluşan bu duruma ilişkin ana sorumluluk, devletin bu konuda duruşuyla ilgilidir.

Şunu bir kez daha tekrarlamakta yarar görüyorum. Mültecilik bir insan hakkıdır. Ülkemizde olan bütün mültecilerin herkes gibi yaşamaya, hoşgörü ile karşılanmaya hakkı vardır. Bu bizim tanıdığımız bir fırsat/imkân değil; insan olmalarından kaynaklanan en temel haklarıdır. Nefret söylemi/ayrımcılık bir suçtur. Gün içinde konuştuklarımıza, davranışlarımıza dönüp bakmakta yarar var. Kimi zaman farkında olarak, kimi zaman farkında olmadan kullandığımız dile tekrardan bir göz atmak insanlığa iyi gelecektir.
Nefret dilinden ve ayrımcılıktan uzak bir dünya özlemiyle...



[1] Bu yazının ilk versiyonu Çare-Der’de yayımlanmıştır.