Görsel Temsil Paragoneleri* : Body Art'tan Selfie'ye Otoportre


Selçuk Çelik

I. Güzelin Arkeolojisi

Poseidon’un oğlu demirdövücü Damastes/Polyphemon Atina-Eleusis yolu üzerinde yaşarmış. Lakabı da Procrustes imiş. Yoldan geçenleri evine davet eder, yatağa yatırırmış. Yolcuların ayaklarının/bacaklarının divandan taşan kısımlarını keserek kısaltırmış. Divana kısa gelen yolcuları da mengeneyle gerip boylarını illa ki ‘kliniğin ölçüsü’ne uydururmuş. Procrustes miti her şeyi cetvele uydurma, her şeyi nümerik kılma arzusunun kökleri olarak okunabilir.

Arkhe[1] sorununa doğadan çözümler arayan Miletos Okulu’na karşın; Pythagoras, değişimlerin altında yatan değişmezin, ‘sayı’ olduğunu savunmuştur ve ona göre, sayılar soyut değildir. Böyle bir düşün yapı atmosferinde yetişen Heykeltıraş Polikleitos ‘Canon’ (Latincesi Regula) başlıklı bir kitap yazar. İbranice’de/Aramca’da kargı, kamış; Grekçe’de cetvel, ölçü anlamlarına gelen ḳanē/ḳaniyā/kanōn sonra sonra kilisenin yasaları anlamına evrilmiştir. Polikleitos’un savı: Güzellik tek tek öğelerde bulunmaz, güzellik bir bütünü oluşturan öğelerin birbirine oranında bulunur. El ile kol üzerinden örneklendirirsek elden tam üç kat uzun olan bir kol ideal olan koldur. Bu orandan sapıldıkça asimetri artar, güzel azalır. Yani simetri, iki öğenin birbirini eşit yansıtmasında bulunmaz; iki öğenin birbirine olan oranında gizlidir. Bu oranların katsayısının rasyonel bir sayı olması da diğer bir gerek koşuldur. Adı geçen kitapla, tedavüle giren ‘kanon’, Dor mimarisinde sütunların üzerindeki triglyphlerin[2] hizada durmasını sağlayan pervazları ve metopların[3] ahengini; edebiyatta koşukların formlarını ve kompozisyon gramerlerini ifade eden bir terim olmuştur. Bu yaklaşım, sair disiplinleri de etkilemiştir. Örneğin, müzikte armoni yasaları yine bu eksende kuramsallaştırılmıştır.

Artık, güzele dair yargılamalar yaratılan bu kanonik ilkelere dayalı olarak yapılır olmuş, güzele dair kararlar belirlenen bu matematiksel esaslara göre verilir olmuştur. İnsanlığa iktidar olan bu cetvelin, bu normun (bu marangoz gönyesinin) ölçümlerine bakılarak bedenlere değer atfedilir; ölçülüp biçilen beden uzuvlarının kantitatif (niceliksel) değerleri arasındaki orana bakılarak da kimin güzel olduğuna kimin güzel olmadığına karar verilir olmuştur.

Ve, sonsuz bir tekrar başlamıştır. Cicero “güzel olan renklerin ahengidir, bedendeki simetridir” demiştir; Romalı Hekim Galenos “güzel olan öğelerin değil sayıların simetrisinden kaynaklanır” demiştir; Aziz Augustinus “tanrı, her şeyi sayı, ölçü esasına göre yerleştirmiştir” demiştir. Özetle, güzellik sayısallaştırılarak kristalize edilmiştir. Örneğin, Antik Yunan’da, korailer[4] giyinik tasvir edilir ve kouroiler[5] sadece çıplak betimlenirken, Praksiteles ideal beden formuna uygun ilk çıplak kadın heykelini Knidoslu Afrodit’i bu esaslara uygun olarak yapmıştır.

Romalı Mimar Marcus Vitruvius Pollio, ‘De Architectura’ adlı eserinde “güzel biçimli insan’ın (homo bene figuratus’un) sayısı dörttür, formu da karedir” der. Çünkü dik duran ve kollarını açmış olan bir insanın boyunun uzunluğu ile açtığı iki kolunun arasındaki mesafe -ancak ve ancak- eşitse ideal geometriye (yani tabanı ve yüksekliği eşit olan kareye) ulaşılmış olur. Panteon Tapınağı dört (güzel biçimli insan) anlayışına göre inşa edilmiştir. Bu antropometrik anlayış Le Corbusier’in modüler sistemiyle sürmektedir.

Dörtgen insan (homo quadtarus) ortaçağın da kozmolojisi olmuştur. Kozmos büyük insandır, insan da küçük kozmostur. Biri düzenli evren, diğeri güzel bedendir. Saçları düzene sokmak anlamına gelen kozmos (kosmokomes); süsleme, bezeme maharetliliğini bildiren kozmetik (kosmotikos/kosmein) ilk defa Pythagoras tarafından evren anlamında kullanılmıştır. Pythagorasçı tarikatın mensuplarının dört bacaklı olan taburelere oturmamalarının sebebi de ‘adaletin üstüne oturulmaz ilkesi’dir. Çünkü, ezoterik öğretilerde dört sayısı adaleti, doğruluğu temsil eder. Platon’un ‘Timaios’undaki Demiourgos (demos ergon) dörtgen bir varlıktır. İhvân-ı Safâ’ya göre, tanrı tabiattaki her şeyi dört grup halinde yaratmıştır. Ana Sır dörttür (Unsur-ı erba: ateş, hava, su, topraktır). Dört hılt (salgı) vardır, bunlar kan, balgam, safra, sevdadır. Dört mevsim vardır: ilkbahar, yaz, sonbahar, kış. Dört ana yön vardır: doğu, batı, kuzey, güney. Dört büyük melek vardır: İsrafil, Mikail, Cebrail, Azrail. Dört büyük kitap vardır: Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an. Mahşerin dört atlısı, ölümün dört rengi vardır…

Bu formasyonun içerisinde güzel olanın doğaya ait olmadığı, kültürel olduğu ve ‘a beautiful body’nin (ve ‘the body beautiful’un) The Canon’un bakışına göre belirlendiği unutulur ve bir illüzyonun geleceğine düşülür. İdeal beden imgesinin arayışı Nöroanatomist Franz Jozef Gall’ın frenoloji (phrenologos) çalışmalarında yani kafatası morfolojisi ile yetenek arasında ilişki kurma çalışmalarında; Hurufi, sultanların yüz şekilleri ile alfabenin harflerinin şekilleri arasındaki benzerliklere göre kişileri suçlama/bağışlama edimlerinde ve öjenik programın pratiklerinde tekrar tekrar tezahür eder.

Kanonun kıskacındaki beden, sadece uzam üzerinden sayısallaştırılmıyor, aynı zamanda zaman üzerinden de sayısallaştırılarak ayrımcılığa tabi tutuluyor. Bunu, Marc Augé’nin ‘Kendi Etnolojini Yapmak’ başlıklı çalışmasından okuyabiliriz. Yılların toplaması, geçen günlerin miktarı, bir çeşit hesaplama olan yaş, araç/alet edilerek, beden çift taraftan düzenleniyor, insanların bir kısmı gerontokrasi (gérontocratie) marifetiyle reşit olmamak ucundan ayrıştırılıyor; insanların diğer bir kısmı da -dedecim, ablacım gibi- teklifsizleştiren bir dilin semantik kategorizasyonu ucundan ayrımlaştırılıyor.

II. Body Art

Julia Kristeva’nın işaret ettiği gibi ‘abjeksiyon’ malzemeleri, yani gaita, çiş, ter, sümük, kulak kiri, sebum, diş, tırnak, kıl (aksil/pübik) gibi bileşenler ortadayken bir beden nasıl olur da arzulanabilir?

Bu soruya, edimlerin kültürel kodlamalardan, sosyalizasyondan, pedagojik formasyondan bağımsız olmayacağı anlayışıyla veya Pierre-Felix Bourdieu’nün ‘habitus’ kavramıyla yanıt aranabilir. Kınadan tattoo’ya, tattoo’dan skarifikasyona, kafa uzatma işlemlerinden modern zamanların plastik cerrahi operasyonlarına kadar beden sanatı hep bir estetik kaygının sonucunda moda kalmıştır. Göçebe toplumların tüm varlıkları bedenleridir; konar göçerlerin ayrıca bir koleksiyonu yoktur. Ve insan görünüşüyle karşılanır. İnsan, vücudunu süsleyerek, bedenini farklılaştırarak kendini ötekilerden ayırmak, bireyselleşmek ister. Kendini yeniden yaratmak isteyen insan bedenini dışa vurum nesnesi haline getirir. Bir tuval olarak bellediği bedenine bilinçli/gönüllü olarak müdahale eder/ettirir.

Nakşedilen semboller kimi zaman etnik kökene ve sosyal statüye, kimi zaman da erginleşmeye referans verir. Bu motiflerin bedeni güneşten, rüzgardan; ruhu da kötü tinlerden koruyacağına inanılır. Konunun tecimsel bir yönünün de olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim labret[6] ve pelele işlemleri başlık parasını artırmak niyetiyle de yapılır.

Ancak, beden boyama ritüeli cinselliğin örtülmesi işlemi değildir. Hatta bu işlem fantezilere dekoratif obje üreten bir sürece evrilebilir; inhibisyonun ketlendiği bir inisiyasyon haline gelebilir. Aynanın olmadığı koşullarda, iki kişinin birlikte çalışması gerek koşuldur. Bu zorunlu koşullarda artık, ayna ötekinin gözleridir. Erojen bölgeler boyanırken arzu utanma duygusundan bağımsız kılınır, boyayan ve boyanan arasında olası yaşanacak kösnül ilişkiler korunur.

Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sının alnını, Sandro Botticelli'nin Venüs’ünün çenesini, Jean-Léon Gérôme’un Psyche’sinin gözlerini, Diana’nın burnunu, François Boucher’nin Europa’sının dudaklarını cerrahi operasyonla sanatçı Orlan yüzüne yaptırmıştır. Bu gibi ‘Carnal Art’ çalışmalarını ‘body art’ın günümüzdeki eleştirel yönelimleri olarak da okuyabiliriz.

III. Otoportre Pentür[7]

İnsan hep ölümsüzlük aramıştır. Mağara duvarlarından günümüz tuvallerine kadar insan hep kendi varlığını tasvir et(tir)miştir. Yeni Çağ’da, coğrafi keşiflerle, tabir-i diğerle sömürgeci tutumlarla, kolonyalist faaliyetlerle birlikte Avrupa’nın zenginleşen aileleri portre yaptırarak varlıklarını göstermek istemişlerdir. Portre varlığımızın kendimize ispatıdır, başkalarına kanıtıdır. İtalyanca ‘porta’; İspanyolca ‘puerta’; Fransızca ‘porte’ kapı anlamına gelir. ‘Portre’ ile ‘porte’ aynı kökün iki filizidir. Ve, kapı bir geçiş güzergahıdır. İnsanın içine bu kapıdan girilir ve insan içini bu kapıdan dışarıya açar.

Portre sanatı figüratiftir. Üç boyutlu olanın manipüle edilerek iki boyutlu alana geçirilmesidir. Portre performans sanatı gibi canlı değildir. Portre soğuktur, sessizdir, kokusuzdur, izleyicisine bakmaz; duyguyu kompozisyonla, ışıkla verir.

Portre sanatçısının en kolay ulaşabileceği model sanatçının yine kendisidir. Otoportre, sanatçının kendisini tuvale iz düşürmesidir. Otoportre çalışması dış dünyadan soyutlanan libidonun -belki de- egoya yönelmesidir. Ovidius’un, ‘Eko ile Narkissos’ öyküsünde, Narkissos (Narkoz) çevresiyle ilişkiye kapalıdır. Kendi peşine düşmüştür. Güvenliğini riske atmıştır. Kendini aynalarda seyreder, imajını kucaklamak ister, kendi yansıması içinde boğulur.

Otoportresini yapan sanatçı kendini yapan sanatçıdır. Kendini kendisine nesne eden sanatçıdır. Yüzünü doğuran sanatçıdır. Bu doğum anne ile ölü doğan ilişkisinin bir simülasyonudur. Hem resmedendir hem de resim edilendir. Otoportre sanatçısı kendi görüntüsünü, kendi görüntüsüne yabancılaşarak yani kendisiyle yüzü arasına mesafe koyarak ancak ele geçirebilir. Yüz ve yüzün sahibinin buradaki ilişkisi anlık değildir; uzun soluklu bir süreçtir. Bu süreçte duygunun değişen yapısı, anın da ele geçmezliğini pekiştirir.

(Paul Cézanne çok odaklı görme perspektifiyle figürü parçalamıştır; Van Gogh helezonik fırça darbeleriyle nesneyi bizden koparmıştır; Georges Braque figürün bütünlüğünü bozarak duygusallığı elemine etmiştir; Andy Warhol çoğaltarak sanat nesnesini sıradanlaştırmıştır; hiperrealistler yapıtın ölçeğini büyüterek bakanı cisimleştirmiştir gibi tek tek portre türlerini anlatmayı, Rembrandt Harmenszoon van Rijn, Charles Eugène Gabriel de La Croix, Francisco José de Goya y Lucientes, Jean Désiré Gustave Courbet otoportrelerinin narsisistik efektlerden evrilerek ‘bu dünyadan ben de geçtim’ edasına nasıl dönüştüğünün tahlilini ve donna ig.nuda, nude, nü, naked, pin-up, pornografi gibi bir tür olarak portrenin türlerini işlemeyi burada paranteze alıyorum.

IV. Otoportre Fotoğraf

Fotoğraf bir nevi kayıttır, toplumsal bellektir, görsel günlüktür. Anıları canlı tutma çabasıdır. Geleceğe kalma arzusudur. Bir zamanlar orada olduğuna kendini inandırma dokümanıdır. Bu doküman geçmişimizden izler taşır, şimdiki yaşam biçimimize dair ipuçları içerir.

Suzan Sontag “bir şeyi fotoğraflamak ona sahip olmaktır” diyordu. John Berger da “sınırsız görünüm olanaklarının arasından seçilen görünümde fotoğrafçının görme biçimi etkilidir” diyordu. Selfie, otoportrenin yeni bir çeşididir. Teknolojinin yaratma gücü sanatı hayat kıldı. Fotoğraf makinesinin icadıyla birlikte sanatçı ile yapıt arasındaki aracılar ortadan kalktı, sanatın gizemi azaldı. Ekranına bakılarak çekim yapabilen makineler vizörle temasımızı kesti. Kol mesafesinden yüz ile fon arasındaki doğru açıyı bulmak yeterli oldu. Yaratma ve yaygınlaştırma süresi kısaldı. Pentür galeriye girmek için sıra beklerken, selfie sosyal ağlarda anında sergilenebiliyor, kamusal alanda iletişim imkânı getirebiliyor oldu.

İlk zamanların fotoğraf teknolojisi anları yakalamaya müsait değildi. Makineye birkaç dakika poz verilirdi. Birkaç hafta, fotoğrafın baskıdan çıkması beklenirdi. Bu süreçte, fotoğraf zihinde işlenirdi. Hayal edilen ile çıkan sonuç birbirinden hep farklı olurdu.

Friedrich Nietzsche insanın ideal benlik kurmaya olan istencini, kendi gibi görünmekten korktuğunu, istemediği yönlerini gölgelediğini, olduğundan farklı görünmek için yüzüne maskeler taktığını işaret etmişti. Walter Benjamin “psikanaliz nasıl sezgisel bilinçsiz alanı açıyorsa; fotoğraf da görsel bilinçsiz alanın farkına vardırıyor bizi” demişti. Kendini fotoğrafa yerleştirerek fotoğrafının nesnesi haline gelenin analizini yapmak da, ‘Camera Lucida’sında, “portre fotoğrafı bir kuvvetler alanıdır, objektif önünde dört görüntü repertuvarı aynı anda birbiriyle kesişir: olduğumu sandığım ben, başkalarının olduğumu sanmalarını istediğim ben, fotoğrafçının olduğumu sandığı ben ve fotoğrafçının sanatını göstermek için kullandığı ben” diyen Roland Barthes’a düşmüştü.

Buradaki benlik problematiği kamufle olarak, anonimleşerek veya modele haber vermeyerek aşılabilir mi, sanmıyorum.

Peki selfie… Var oluş performansı mıdır? Varlığın kanıtlanma isteği midir? Bir self reprezantasyon mudur? Kendini diğerlerine görünür kılma operasyonu mudur? Görüldüğünü görme arzusu mudur? Başkasının gözünden nasıl görüldüğünü bilme merakı mıdır? Olumlu geri bildirim alma, onaylanma ihtiyacı mıdır? Beğenilme, tatmin arayışı mıdır? Kimlik arayışı mıdır? Kendini tasarlama varyasyonu mudur? İmaj inşası mıdır? Kendi görünüşüne menajerlik yapma süreci midir? İktisadi bir reifikasyon mudur? Simgesel bir değiş tokuş mudur? Mahrem olanın kamusal alanda teşhir edilmesi midir? Fetiş nesne sunumu mudur? Meşrulaştırılmış fantezi midir?

Yoksa selfie… Bir çeşit şiddet midir?
____________________________ 

* Kıyaslama
[1] Felsefede her şeyin temel kaynağı / İlk
[2] Antik Yunan mimarisinde, sütunlarda kullanılan üç oluklu süsleme
[3] Antik Yunan mimarisinde, yalnız Dor düzeninde görülen, triglyphlerin arasında kalan üzerlerinde genellikle kabartmaların yer aldığı kare şeklinde bezemeli veya bezemesiz panel.
[4] Eski Yunan sanatında, ayakta duruyor hâldeyken betimlenen genç kız heykellerine verilen isimdir.
[5] Eski Yunan sanatında, ayakta duruyor hâldeyken betimlenen genç erkek heykellerine verilen isimdir.
[6] Dudağa yapılan piercing
[7] Ç.N: Resim, boyama (Fransızca)