Steve Reicher1
Çeviren:
Doğa Eroğlu
Sosyal psikoloji
profesörü Steve Reicher, Uluslararası Politik Psikoloji Topluluğu’nun (International Society for Political Psychology)
himayesinde, bu hafta İstanbul’da Türkiye
Hükümeti tarafından terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan meslektaşının
duruşmasına gözlemci olarak katıldı.
Bu yazı, onun birinci
ağızdan notlarıdır. Müdahil olanların güvenliği açısından kişi isimleri
değiştirilmiştir.
Genç
meslektaşım Ekren’in duruşmasını izlemek üzere, İstanbul’un kaleye benzeyen
Yüksek Mahkeme’sinin 32 no’lu Mahkeme salonunda oturuyorum. O, bugün duruşması
olan birçok kişiden biri; akademisyenler, gazeteciler ve hatta hükümeti
‘ejderha’ olarak nitelendiren kısa bir hikâye yazmış başka birisi daha var.
Görünüşe bakılırsa, suçlu koltuğuna alınmak için yeterli olmuş.
Ekren salona girene kadar ne ile suçlandığını bilmiyordu bile.
Şimdi ona terör örgütü propagandası ile suçlandığı söylendi. Suçlu bulunması hâlinde,
yedi yıldan fazla hapis cezasıyla karşı karşıya kalacak.
Ekren’in terörist ya da propagandacı olması olasılık dahilinde
bile değil. Benim gibi, gruplar arası çatışma süreçleri ve grup davranışlarıyla
ilgilenen genç bir sosyal psikolog, bir dost ve iş arkadaşı. İki yıl önce,
2016’nın başlarında, Türkiye Hükümeti’nin Kürtlere yönelik geniş çaptaki
saldırılarını, insan hakları ihlallerini ve daha fazla şiddeti teşvik etmesini kınayan
‘barış bildirisini’ imzalayan 1128 akademisyenden biri. Ekren, deneyimli bir
aktivist olmak şöyle dursun, radikal biri bile değildi. Sadece ülkesinde olup
biten, gözler önündeki bu trajedi karşında umudunu yitiriyordu ve bunun
hakkında bir şeyler söylenmesi gerektiğini hissetmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşılığı çok hızlı ve aşırı oldu.
İmzacıları Türkiye-karşıtı, terörist sempatizanı ve hatta bizzat terörist
olmakla suçladı. Hemen ardından, işten atılmaları için uğraştı. Planlı olarak
yaratılmış bir muğlaklık içinde, üniversiteleri, imzacılarla uğraşmak için ne
gerekiyorsa yapmaya çağırdı. Devlet üniversitelerinde çalışanların yanı sıra
vakıf üniversitelerinde çalışanlardan bazıları da dakikasında görevden alındı.
Ama bazı vakıf üniversitesi yönetimleri akademik özgürlüğe karşı bu apaçık
saldırının karşında durdu ve Cumhurbaşkanı’nın emrine uymayı reddetti.
Bu yalnızca basit bir işten çıkarma değildi. Özel sektörde
çalışma hakları tamamen ellerinden alındı; herhangi bir işe başvurmalarını
imkânsızlaştırmak için işten çıkarılma sebeplerine ilişkin detaylar sosyal
güvenlik dosyalarına işlendi. Emeklilik hakları kaldırıldı. Pasaportları
ellerinden alındı. Yardım ve devlet hizmetlerine erişimleri engellendi. İşten
atılanlardan biri olan Aisha’nın beş yaşında bir çocuğu vardı. Çocuğu hasta
olduğunda onu devlet hastanesine götüremedi. Onu özel bir hastaneye götürmek
zorundaydı ama artık bir geliri yoktu. Üstesinden gelebilmek için elindeki bazı
şeyleri satmak zorunda kaldı. Aisha ve ailesi
bu durumu zar zor atlattılar. Şimdilik.
Ancak Erdoğan’ın bu saldırılarının sonucu sadece maddi değildi;
aynı zamanda psikolojik bir saldırıydı. Başka genç bir psikolog Alisan,
bildiriyi imzalamasının ardından araştırma asistanlığını kaybetti. Burada
bahsettiği şey tecritti. Birçok eski çalışma arkadaşı onunla
ilişkilendirilmekten korkuyor ve o da kendisini damgalanmış hissediyordu. Bir
zamanlar onu koruyan ağlar artık yok olmuştu. Bildiriyi hazırlayan ‘Barış için
Akademisyenler’ Türk Psikologlar Derneği’ne ulaşarak imzacılar için ruh sağlığı
desteği talebinde bulundular. İmzacıların çoğu üzgün ve kaygılı. Şimdiden vuku
bulan üç intihar var.
Erdoğan’ı eleştirenlere karşı akademik kimliklerini ellerinden
alma ve itibarsızlaştırma stratejisi izleniyor. Ancak şimdi, insanların geçim
kaynaklarını ortadan kaldırıp, özgürlüklerini tehdit etme suretiyle bu strateji
bir adım daha öteye taşınmış durumda. Geçtiğimiz Aralık ayında imzacıların
-hâlen sürmekte olan- davaları başladı. Ekren, cesur üniversite yönetimi
sayesinde işinde çalışmaya devam ediyor, ama dava edilen ilk imzacılardan.
Barış için Akademisyenler, hükümetin süreci gölgelememesini
sağlamak amacıyla mahkeme salonuna uluslararası gözlemcileri davet etti.
Gözlemciler olarak biz de, onlara unutulmadıklarını ve değer verdiğimiz
meslektaşlarımız olduklarını gösterebiliriz. Nasıl Erdoğan onları itibarsızlaştırmak
istiyorsa, biz de onun tersine, geniş bir akademik topluluğun parçası
olduklarını fark etmelerine katkı sunabiliriz. Ekren özellikle bu konuda
heyecanlı. “İnsanların gelmesini
sağlayın,” diyor, “izleyenlerin
olması fark yaratıyor. Bize güç veriyor.”
Ayrıca Erdoğan’ın eylemlerinden sorumlu tutulması için
uluslararası ilgiyi burada olup bitene çekebiliriz. Bu hükümet politikasında
bir değişikliğe neden olur mu? Bunu söylemek zor. Ama Ekren’in avukatı başka
bir noktaya değiniyor: “Siz orada bulunmadığınız zaman,” diyor, “hâkimler bize
karşı kabalar, sözümüzü kesiyorlar, sesimizin duyulması zor oluyor. Ama siz
olduğunuzda daha nazikler ve sesimiz ulaşıyor. Hâkimler, en azından hukuk
kurallarına saygı duyuyormuş gibi görünmek zorunda kalıyorlar.”
Nihayetinde Ekren’in duruşması kısa ve öz. Mahkeme, herhangi bir
kanıta dayanmayan suçlamaların düşürülmesi talebini reddediyor. Ekren’in
dosyası barış bildirisi metnini ve bu metne ilişkin bir yorumu içeriyor. Bu,
iddiaların temelini oluşturan herhangi bir ‘terör’ örgütüyle bağlantıyı
kanıtlamıyor. Kanıtlamıyor çünkü kanıtlanacak bir şey yok. Hiç bir bağlantısı
yok. Yine de, mahkeme Ekren’e savunmasını hazırlaması için süre veriyor. Bu da
stratejinin bir parçası: İnsanları hazırlıksız yakalamak, savunmasız
hissettirmek, eyleme geçmekten aciz kılmak ve şüphesiz hükümeti sorgulamayı
olanaksızlaştırmak.
Şu an Türkiye’de olan, devleti eleştirme hakkının ortadan
kalktığı, akademik özgürlüğün tamamen yitirildiği ve bağımsız bir sivil toplumu
imkânsızlaştıran bir tablo diyebiliriz. Bunun altını çizercesine, Ekren’in
davasından bir gece önce, polis Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) 11 yöneticisini
evlerine baskın düzenleyerek gözaltına aldı. TTB, Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye
yakın zamandaki saldırısına karşı bir bildiri yayımlamıştı. Açıkça tartışmasız
olan ‘Savaş bir halk sağlığı sorunudur’ açıklamasını yapmıştı. Ama günümüz
Türkiye’sinde en basit gerçekler bile hükümete çok fazla geliyor. Erdoğan
TTB’yi ‘terörist’ ilan etti. Onları ‘bozuk/yozlaşmış’ olarak nitelendirdi.
Özgürlüklerini ellerinden aldı.
Belki de bu meselelere kişisel olarak bilhassa duyarlı ve bu
değerli akademik dayanışmayla bir bağ içindeyimdir. Dedem ve büyük amcam Nazi
Almanya’sından kaçmayı başarmış ve bugünkü Risk Altındaki Akademisyenler
Kurulu’nun (Council for at Risk Academics - CARA) öncüsü olan Akademik Destek
Kurulu’nun (Academic Assistance Council) yardımıyla İngiltere’ye gelmişler. Ama
bence, Türkiye’de olanlar, arkadaşlarımızın ve meslektaşlarımızın zarar gördüğü
bu ciddi durum, tüm akademinin ve akademik özgürlüğe değer verenlerin meselesi
olmalı.
Önümüzdeki birkaç hafta boyunca Türkiye’deki meslektaşlarımızla
ve akademik derneklerle (Türkiye’ye Uluslararası Politik Psikoloji
Topluluğu’nun himayesinde geldik) en uygun şekilde
nasıl yardım edebileceğimizi tartışıyor olacağız. Niyetimiz Aisha ile benzer
durumda olanlar için acil yardım fonu; Türkiye’den ayrılanlar/ayrılabilenler
için destek bursu ve Türkiye’de çalışmaya devam edebilenler için akademik iş
birliği; akademik bağlantıları sürdürmek için gönüllü akademik hizmetler ve
yardımlar ve daha niceleri. Öncelikleri düzenlediğimiz zaman daha fazla bilgi
vereceğiz. Bu süre içerisinde daha fazla bilgi almak ya da daha fazlasını
yapmak isterseniz, lütfen sdr@st-andrews.ac.uk adresinden bana ulaşın.
[1] Bu çeviri ilk olarak
Bianet’te (https://goo.gl/3VnZuX), yazının orijinali ise şu kaynakta
yayımlanmıştır: https://goo.gl/amFuCb (Yayımlanma tarihi: 1 Şubat 2018)