Banu
Bülbül
banuladros@gmail.com
“Kırmızı
aslında, insanların, bazen ve de şans eseri, yanlış zamanda doğup doğmadıkları
ile ilgili bir film. (...) Valentine dünyaya kırk yıl önce gelmeliydi ya da
yargıç kırk yıl sonra. O zaman çok hoş bir çift oluştururlardı.”
(Kieslowski)
Kieslowski’nin
Fransız Devrimi’nin bayraklaşan talepleri özgürlük, eşitlik, kardeşlik
ilkelerini işlediği Üçleme’sinin son filmi “Kırmızı”. Mavi Fransa’da, Beyaz
Polonya’da Kırmızı ise İsviçre’de çekilmiş. Yönetmen üçlemenin ardından artık
film çekmeyeceğini ilan edip emekliliğini açıkladıktan kısa süre sonra
aramızdan ayrıldığı için Kırmızı, aynı zamanda Kieslowski’nin son filmi olma
özelliğini de taşıyor. Fransız Devrimi’nden referans alan Üçleme, On Emir’den
esinlenen Dekaloglar’ın takipçisi gibidir. Hem on filmden oluşan Dekaloglar’da
hem de Üçleme’de insanların karşılaştığı ahlâki-etik zorlanmalar, doğru-yanlış
üzerine tartışmalar işlenir. Duygular ön plandadır ve tabii rastlantılar da...
Filmin
ilk sahnesinde telefonu çeviren bir erkek elinin ardından kabloların
kilometrelerce uzanması, denizleri aşması ve sesin diğer telefona ulaşması
görülür. Böylelikle filmin bizi uzaklarla ilişki kurmak üzerine düşündüreceğini
anlıyoruz. Kieslowski uzaklardan bahsedince bazen yan odadaki bazen diğer
kıtadaki bazen yanı başımızdaki insandan söz edebilir. Onun meselesi her zaman
aynıdır: Diğerini anlamak... Hak vermek ve anlamak arasındaki ayrımı
netleştirir ve maksadını anlamak üzerinden tanımlar. Kieslowski, Kırmızı
filminin başında gösterdiği o kabloların kurduğu bağı, sinema aracılığıyla
geçmişten bugüne ve geleceğe taşır.
Kırmızı
filminde kırmızı renkte pek çok nesne olduğu gibi kırmızının temsil ettiği
duygular da varlığını gösterir. Rengin duygusal karşılığını Clarissa Estes
şöyle tanımlar: “Kırmızı, feda edilmenin, öfkenin, cinayetin, eziyet edilip
öldürülmenin rengidir. Ancak kırmızı, coşkulu hayatın, dinamik duyguların,
canlılığın, erosun ve arzunun da rengidir.” (Estes, 2010).
Cenevre’de
öğrenci olan Valentine güzel, şefkatli genç bir kadındır. Öğrenciliğinin yanı
sıra baleyle uğraştığını, mankenlik yaptığını, bir sakız reklamı için fotoğraf
çekimlerine katıldığını görürüz. Bir akşam arabası ile eve dönerken radyo
frekansları karışır, onu düzeltmeye çalışırken dikkati dağılır ve bir köpeğe
çarpar. Köpeğin tasmasından öğrendiği adresi takip ettiğinde kentin dışındaki
eski bir evin bahçe kapısına ulaşır. Evin açık kapılarından içeriye kadar
girer. Koltukta uyuyakalmış olan yaşlı adamla karşılaşır. Uyandırıp köpeğine
olanlar hakkında bilgi verir. Adam anlattıklarına karşı kayıtsızdır. Kapıların
açık oluşuna, o vakitte evine birinin girmesine aldırmadığı düşünüldüğünde
aslında hayata karşı kayıtsız olduğu düşünülebilir. Ev sahibine öfkelenen
Valentine, köpeği de alarak oradan ayrılır.
İkinci
buluşmaları da köpek sayesinde olur. Valentine kaçan köpeği adamın evinde
bulduğunda, tanışırlar. Onun emekli yargıç Kern olduğunu öğrenir ve
komşularının telefon görüşmelerini dinleyebildiği bir sistem kurduğunu görür.
Doğru-Yanlış
ve Karar Vericiler Üzerine
Kieslowski,
doğrunun ve yanlışın sınırlarını belirleyen her tür kuruma şüpheyle yaklaşan
bir yönetmendir. Din, hukuk, siyaset, psikiyatri ve psikoterapi de onun
eleştirel yaklaştığı alanlar arasında. Filmin ana karakterlerinden biri olan
emekli yargıç Kern ile Kieslowski arasındaki dikkat çekici benzerlikleri,
filmdeki diyaloglarından ve Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor kitabında
geçen konuşmalarından alıntılar yaparak göstermeye çalışacağım.
Kern
yıllarca yargıçlık yapmış olmasına rağmen başkaları hakkında neyin doğru neyin
yanlış olduğuna karar vermenin ahlâksızlık olduğunu söyler. Kieslowski, bildiği
tek işin sinema yapmak olduğunu, çok gençken hasbelkader bu yola girdiğini,
daha çok tesadüflerin yaşamını belirlediğini söyledikten sonra artık başka bir
iş yapamaz hale geldiğini anlatır. Emekli yargıç Kern de hayatı boyunca yaptığı
iş onun için anlamını yitirdiğinde emekli olur ama belki de başka bir şey
yapmayı bilmediğinden, insanların yaşamını izleyerek, etki etmeden,
yargılamadan onların hayatını anlamaya çalışır. Kieslowski’nin özellikle
belgesel film çektiği döneme ilişkin anılarında insanların yaşamını gözlemenin,
izinli de olsa çekmenin etik yanlarına dair uzun süre düşündüğünü biliyoruz.
Gelişebilecek olası sorunlar nedeniyle belgesel çekmeyi bıraktığını da... Ama
insanların doğal yaşamları, gizleri, sırları onun her zaman merakı olmuş, tıpkı
emekli yargıç Kern için olduğu gibi...
Kern’in
komşularının telefon görüşmelerini dinlediğini öğrendiğinde, Valentine öfkeyle
“Bu yaptığınız iğrenç” der. Kern onun sözlerine itiraz etmediği gibi
telefonları dinlemesinin ahlâkdışı olduğu kadar yasadışı da olduğunu vurgular.
Birbirleriyle konuşurken bir yandan gelen telefon görüşmelerini dinlerler. Birinci
konuşmaya maruz kalan Valentine dinleyerek yanlış bir şey yaptığını düşünüp
ikinci telefon görüşmesinde kulaklarını kapatır ancak üçüncüsünde merakına
yenilerek konuşmayı dinleyecektir. İlk görüşmede karşı dairede yaşayan evli
adamın erkek sevgilisiyle yaptığı konuşmaya tanık olur. Hızla adamın evine
gider, niyeti telefonlarının dinlendiğini söylemektir. O esnada adamın
karısının sofrayı hazırladığını, yemeğe başlamak için kocasının telefon
görüşmesinin bitmesini beklediğini ve adamın kızının da paralel telefondan
babasını dinlediğini görür. Karısı adamın başka bir erkekle aşk yaşadığını
muhtemelen bilmemektedir. Adam kızının olayları bildiğinden habersizdir ve tüm
aile karşı komşuları tarafından telefonlarının dinlendiğinden bihaberdir.
Valentine, ne yapacağını bilemeyerek evi terk eder. Yan evdeki adamın telefonla
konuştuğunu camdan gösterir Kern. Onu dinleyemediğini, çünkü adamın Japonya’dan
getirdiği dinlenemez bir telefonla konuştuğunu söyler ve Cenevre’deki
uyuşturucu trafiğini yönettiğini tahmin ettiğini sözlerine ekler. Valentine ve
Kern bu adamı telefonla ararlar. Valentine adama “sizi öldürmek lazım” der.
Adam korkuyla evine girer. Kern ve Valentine, oyun oynayan iki çocuk gibi
heyecanlı ve neşelidirler bu sahnede. Bir sonraki telefon görüşmesi yaşlı bir
kadın ve kızı arasındadır. Kadın kızına yiyecek ekmeğinin kalmadığını söyler,
kızı katı bir şekilde onun için alışveriş yapmayı reddeder. Kern, Valentine’e
“Ne yapacaksın şimdi, onun için alışveriş mi yapacaksın?” diye sorar. Genç
kadının ne kadar üzgün olduğunu görünce ekler “Yaşlı kadının hiç bir eksiği
yok, tek eksiği kızı. Tüm bunları kızını yanına getirebilmek için abartarak
söylüyor.”
Telefon
görüşmelerine tanıklık ettikleri komşuları kadar kendileri hakkında da
konuşurlar. Valentine kardeşinden söz eder. Onun babası sandığı kişinin aslında
babası olmadığını 15 yaşında iken öğrendiğinden ve şimdi -yani 16 yaşındayken-
uyuşturucu kullandığından. “Annen kardeşinin uyuşturucu kullanması ile ilgili
gazete haberlerini gördü mü?” diye sorar Kern, “Annem görse de inanmaz ki” diye
yanıt verir Valentine. Bazen bazı gerçeklere karşı gözlerimizi kapatmak
isteriz. Kern ve Valentine’in, bir düzeyde yakınlaşmış oldukları bu karşılaşma
da gergin biter. Valentine, öfkeyle Kern’ün dinlemeyi bırakması gerektiğini
söyler ve evden ayrılır.
Sonraki
görüşmeleri Valentine’in gazetede Kern’ün yargılandığını görmesi sonucunda
olur. Onu ihbar edenin kendisi olmadığını söylemek için gittiği evde, adamın
kendi kendini ele verdiğini öğrenir. “Tüm hayatım boyunca yazdığım dolma
kalemin mürekkebi bitmişti. Kurşun kalemi aldım ve komşulara aynı zamanda
polise mektup yazdım.” Bu itiraf onu rahatlatmış gibidir, Valentine’in
karşısında daha neşeli ve konuşkan bir adam görürüz. Yıllardır özel bir gün
için sakladığı armut likörünü açarak Valentine’e ikram eder. Kurşun kalemle
yazılan yani hatalarını silip düzeltebildiği yeni bir dönem başlamıştır
hayatında.
Diğerini
merak eden ve gözleyen bir diğer göz de Valentine’in yan dairesinde oturan
adamdır. Kern’ün gönderdiği veteriner parasını Valentine evde olmadığı için
postacı bu komşuya teslim etmiştir. Adam parayı Valentine’e verirken öyle
sorular sorar, o kadar yargılayıcı konuşur ki onun takibinin iyi niyetli
olmadığı kanısına varırız. Daha sonra kadının kapısının anahtar deliğine sakız
yapıştırıldığında çıkar aynı adam ortaya. Birden bire elinde beliren cımbızla
çözer sorunu. Tacizkâr ve yargılayıcıdır. İzleme, gözleme, dinlemenin çeşitli
biçimlerini görürüz film boyunca. Rahatsız edici olanlar, hiç fark
yaratmayanlar... Kieslowski, komşularını gözetleyen iki adam ve onların aynı
kadınla kurduğu ilişkilerdeki kökten farklılığı karşılaştırırken bir kez daha
ve ısrarla her olayın kendi dinamikleri ile değerlendirilmesi gerektiğini
söylemektedir.
İnsanların
birbirlerinden sır saklamalarına, birbirlerini üzmelerine, hatalarına dair
konuşurken Kern; “İnsanlar kötü değildir, bazen çok güçsüz olabiliyorlar
sadece” der. İşte bu söz tam da Kieslowski’nin ağzından çıkmış gibidir. Şimdi
Kieslowski’ye kulak verelim;
“Kişisel
olarak ben pek rağbet görmeyen bir görüşe sahibim. İnsanların doğuştan iyi
olduklarına inanıyorum. İyi olmak herkesin doğasında var. Ancak sonra şu soru
ortaya çıkıyor: Herkes iyiyse kötülük nereden geliyor? Buna verecek mantıklı ve
akılcı bir cevabım yok, ama genel olarak konuşursak, insanlar bir noktada,
artık iyi olanı ortaya çıkaracak bir durumda olmadıklarını anlıyorlar ve ben
kötülüğün bu gerçekten doğduğunu düşünüyorum. Kötülük bir tür hayal
kırıklığından doğuyor. İnsanların bunu bilinçli veya bilinçdışı yapmaları tamamen
konu dışı. Neden iyi olanı yapmadıkları konusunda fikir yürütmekse imkânsız.
Binlerce farklı sebebi olmalı. (...) Benim hayata karşı edindiğim, bu bozguna
uğramış, karamsar ve acı tavrım da her zaman iyi olan niyetlerimin boşa
çıkmasından kaynaklanıyor. Her zaman karamsar bir eğilimim olmuştur. Babam da
böyleydi, hiç görmediğim ve hatırlamadığım büyükbabam da şüphesiz böyleydi ve
büyükbüyükbabam da. Babam çok ciddi bir hastalığa yakalanmıştı. Ailesine
bakamıyordu, karamsarlığı ve duyarsızlığı haklı temellere dayanıyordu. Ben bu
sebeplerin, hastalığının ve bütün başına gelenlerin, onun karamsarlığını teyid
ettiğini düşünüyorum. Bana da böyle olmuştur, başımdan pek çok iyi şey geçmiş
olmasına rağmen. Bundan şikayet etmem, etmiyorum da. Tam tersine.” (Stok,
2010)
Kieslowski
kendisini karamsar olarak tanımlasa da insan iyiliğine yaptığı vurgu ve
üçlemeyi bitirdiği Kırmızı filminde gösterdiği sevgi, şefkat duyguları ile
kardeşleşmek yoluyla gelecek onarım olanağını sunması, umuda işaret ediyor.
Kieslowski’nin insanın iyiliğine dair bakışını yansıtan en mühim sahnelerden
birinin, her üç filmde de tekrarlanan ihtiyar birinin geri dönüşüm kutusuna tek
bir şişe atma gayretinde gizli olduğunu düşünüyorum. Avrupa’nın üç ayrı
kentinde güçlükle yürüyen ihtiyar insanların, ölmelerine ramak kalmışken
dünyayı kirletmemek için çabalamaları tam da insandaki umuda dairdir. Mavi ve
Beyaz filmlerinde karakterlerimiz ihtiyara yardım etmezse de Kırmızı da
Valentine’in yardımı, iyiliğin ve elseverliğin bencillik karşısında kazanacağına
dair bir gösterge olarak sunulur. “Benim de ait olduğum nesil, her ne kadar
1989’da güç kazanmış da olsa, bir daha başını doğrultamadı. Yine de biraz gücü
ve umudu kalmış görüntüsünü vermek istiyordum ama ben bizim neslin umuduna bir
daha asla inanmadım.” (Stok, 2010) dese de Kieslowski sinema hayatının
finalini hayli umut yüklü göndermelerle bitirmiştir. Sözü ile eylemi arasındaki
bu fark bize sonraki kuşaklardan umudunu kesmediğini gösterir.
Onarıma
Dair
Valentine’in
karşısındaki binada oturan hukuk öğrencisi August’un meteoroloji telefon
hattında çalışan sevgilisi, Kern’ün komşusudur. Ve elbette Kern, telefon
dinlemeleri nedeniyle aralarındaki ilişkiye dair bilgi sahibidir. August,
yaşadıkları dolayısıyla Kern’ün gençliğine çok benzemektedir. Kern’ün çok
gençken sevdiği kadın tarafından aldatılması ve sonrasında aldatan eski
sevgilisinin bir kazada ölmesi benzeri olaylar August’un hayatında da
yaşanacaktır.
Valentine’in
İngiltere’de yaşayan sevgilisi Michel, kadının sevgi ve aşk dolu, şefkatli,
güvenli halinden uzak şüpheci, güvensiz ve kıskanç biridir. Valentine, köpeği
eve aldığında “kurtul ondan” der, “beni seviyor musun?” sorusuna “öyle
sanıyorum” diye yanıt verir. Valentine “Tek istediğim huzur, huzurlu bir hayat
istiyorum” dediğinde “Benimle olmayacak” diye yanıtlar onu Michel.
Kern,
yaşadığı olaylardan sonra bir daha hiç kimseyle birlikte olmamıştır. August’un
Valentine ile birlikte olmasını ister, onların karşılaşmaları için Valentine’in
yaşamına ufak müdahalelerde bulunur. Bir gün Valentine’e “Senin 50 yaşında ve
mutlu olduğunu hayal ettim” der. “Yıllardır böyle güzel bir şey hayal
etmemiştim.” Bu sözle yıllardır hayal kurmamış birinin yalnızlığı çöker birden
üzerimize. August’un kaderini değiştirmeye çalışırken adeta kendini onarmaktadır
Kern. Kendi acı deneyimini, hasetli olmayan iyicil biçimde bir başkası için
kullanmaktadır.
“En
sevdiğim seyirciler filmin onlar hakkında olduğunu ya da onlara bir şeyler
ifade ettiğini, onlar için bir şeyler değiştirdiğini söyleyenler. (...) (Aşk Üzerine
Kısa Bir Film’den sonra) çocuğun biri mektup yazıp bunun onun hayatı olduğunu
iddia etti. Nereye varacağını bilemediğiniz bir şey yaptığınızda bu, bir
başkasının kaderiyle çakıştığı zaman çok mutlu olursunuz. (...) Bunlar en iyi
seyirciler. Belki onlardan çok yok ama az da olsa varlar.”
(Stok, 2010) der Kieslowski. Burada da August’un yaşamı Kern’inkinin tekrar
edilmesi gibidir. Aslında insanlar birbirlerine benzer şeyler yaşarlar ve iyi
sanat eserleri de tekrarlarla onarımı sağlar, görünmeyeni görünür,
konuşulmayanı konuşulabilir kılar.
Özgürlük
ve Eşitlik Bahsinde Kardeşliğin Önemi
Kieslowski’nin
ana temalarından biri yaşamın doğal eşitsizliklerinden doğan adaletsizlikler ve
kısıtlamalardır bir bakıma. İnsan özgürlüğünün sınırları yani... Mutlak bir
eşitliğin yokluğunun kabulü. Eksiklikle yaşamak. Eksik parçanın bir başkasında
olduğunu bilmek ama ulaşamamak. Doyuma ulaşamayacak olan arzuyu kabul ve hüzün.
Kern, kendi eksik yaşamını tamamlamanın yolunu August’un ve Valentine’in
hayatını tamamlama çabasında bulur biraz da. Hasetli olmayan, umutlu, iyicil
bir yoldur onunki.
Kieslowski’nin
zor bir çocukluk ve ilk gençlik öyküsü var. Savaş, yoksulluk ve hastalıklarla
dolu. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle gittiği yatılı okullar, vereme yatkın
ciğerler, veremli, çalışamaz durumda bir baba... Tanık oldukları da hep
yoksulluk öyküleri... Yaşadığı dönem Polonya’sında büyük zorluklar vardır ama
maddi koşullar açısından büyük eşitsizlikler yoktur. Biraz da bu nedenle
insanların özgürlük ve eşitlik olanaklarına odaklanmıştı. Kırmızı filmi,
Dekaloglar sonrasında Üçleme için doğru ve yanlışın tanımlanmasını değerler
hiyerarşisi üzerinden tartışmak ve öncelikler belirlemek konusunu tartışan
şiirsel bir bitiriş olur. Dişi, güzel, iyi, şefkatli ve Kırmızı... Eşitlik ve
Özgürlük için aklınızın yettiğince uğraşabilirsiniz. Akıl rehberliğinde
ilerleyebilirsiniz, sorumluluk alabilirsiniz. Ancak sevgi ve kardeşlik
olmaksızın iyileşmeniz, onarılmanız ve gerçekten özgür olmanız mümkün
olmayacak.
Son
yıllarda “kardeşlik” tanımlaması Fransız Devrimi dönemindeki anlamından çok şey
yitirdi belki de. “Kardeş olmak zorunda mıyız?”, “Birbirimizi sevmek zorunda
değiliz ama hak temelli ilişki kurmak zorundayız” gibi söylemler yaygınlaştı.
Daha serin, daha mesafeli bakışlar tarafından yaratılan tanımlı, hukuklu,
tüzüklü ilişkiler sardı dünyayı. İşte Kieslowski sineması bu bakışa karşı
geliştirdiği düşünceyi Kırmızı filminde en özlü haline kavuşturuyor. Aklınızla
her türlü hakkı, hukuki bir zeminde tanımlayabilirsiniz ama sevgi ve şefkat
olmadan, kardeşlik duyguları gelişmeden umudu üretmeyi başaramayacaksınız. Her
türlü profesyonel ve soğuk karar vericilik, siyaseten de psikolojik/psikiyatrik
olarak da sinemasal/sanatsal alandan da üretilse hatalara, insanların
birbirlerinden uzaklaşmasına yol açar. Özgürlüğü anlattığı Mavi filminde, tüm
sorumluluklarından ve ilişkilerinden özgürleşen bir kadını izleriz; eşitliği
anlatan Beyaz filminde, bir tahterevallide gibidir sevgililer. Eşitlik
arayışları, altta kalan olmama çabaları, ilişkiyi eşitleme gayretleri ikisinin
hayatını da zorlaştıran, perişan eden bir hâl alır. Şefkat eksiktir
hayatlarından, sabır ve sevgi de... Oysa Kırmızı’da Valentine’den yayılan
kardeşçe iyilik, güzellik ve şefkat, insanlığın özgür ve eşit geleceği için
ihtiyaç duyulan ana malzemedir. Bu nedenle Kırmızı filminin sonunda
karakterlerimizin büyük bir badirenin ardından hayatta kaldıklarını görürüz.
Her birinden haber alırız, hem de iyi haberler. Yargıç ancak Valentine ve
August’un yan yana feribot kazasından kurtulduklarını gördüğünde bir damla
gözyaşı döker. Mutluluk, umut ve acı vardır o gözyaşında. Üç film, üç tema
gizlidir bakışında... Bir de veda...
Bu
bahiste köpek Rita’nın temsiliyetinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Valentine
ve Kern’ün ilişkileri Rita için karşılıklı sorumluluk almaları ile gelişir.
Rita’nın hamile olduğunu Valentine’den öğrenir Kern. Köpeğin hamileliği yeni
başlangıçların habercisidir. Filmin sonunda köpek doğum yapar. Valentine ve
Kern’ün yavru köpeklerin başucunda sevgiyle onları izledikleri sahne Mavi
filminin karakteri Julie’nin yavrulayan fareye soğuk, mesafeli ve kurtulmak
isteyen biçimde baktığı sahneyle karşılaştırılabilir. Mavi’de farelerle başa
çıkmak için onları öldürmek üzere eve kedi bırakan kadının yerini, hayvanların
sevgiyle bakımını üstlenen insanlar almıştır. Hayvanları öldürerek özgürleşmek
isteyenlerin yerine tüm canlılarla kardeşleşen insanlar...
Valentine’in
annesi ya da kardeşi filmde görülmez. Köpeği veterinere götürdüğünde, veteriner
yardımcısını “Marc” diye çağırdığı an Valentine’in duygusal olarak yoğunlaşması
ve dikkat kesilmesi, adı Marc olan kardeşi için endişelendiği günlerde
onun adının telaffuz edilmesinin dahi yoğun duygular yarattığını gösterir.
Valentine’in Marc’la ilişkisi, kardeşliğin önemini anımsatır bize. Kardeşinizle
bile koşullarınız eşit olamaz, kardeşiniz hatalar yapabilir, anneniz bunları
görmezden gelebilir, görecek güçte olamayabilir, siz onlarla görüşmüyor
olabilirsiniz ancak onlar sizin her zaman yüreğinizdedir.
Şans
ve Tesadüf
Kieslowski,
şans ve tesadüflerin rolünü, bir insan davranışının ya da bir olayın
nedenlerinin çok sayıda olabileceğini ve insan kontrolünün sınırlarını
anlatabilmek için vurgular. Geleceğin örülmesinde şansa ve tesadüflere ilişkin
payın boyutunu kestiremediğimiz ama bir yandan da kontrol etmek istediğimiz
için bir takım atıflar yaparız. Filmde Valentine’in yaptığı gibi... Valentine,
mahalledeki markette her gün şans oyunu oynar, üç kırmızı kiraz yanyana gelince
para kazanır ama bir yandan da bunun kötü şans getireceğine inanır. Olumlu ya
da olumsuz sonucu yordamanın olanaklarını araştırmak, oyun biçiminde pek
çoklarımızın hayatında var olabilir. Bu çabanın daha ağır halleri
belirsizlikten üreyen kaygıya dayanamayarak tekrarlayan rahatsız edici
düşüncelerini engellemek için tekrarlayan davranışlar sergilemek olabilir.
İnsan hayatındaki kritik bir anın dahi pek çok faktör tarafından belirlendiği,
dolayısıyla indirgemeci bir neden-sonuç ilişkisi kurulamayacağı anlatılmak
isteniyor Kieslowski filmlerinde. Ama asıl anlatılmak istenen ya da vurgulanan
diyelim, insanları yapıp ettikleri yüzünden yargılamanın ve doğrunun-yanlışın
ne olduğu hakkında bir karara varmanın tam da bu nedenle çok zor olduğu.
Doğayı
belirlemek ve/veya kontrol etmek konusundaki iddiası kibir düzeyine yükselen
insanı da eleştirir filmlerinde... Dekologlar’ın birincisinde meteorolojik
tahminlere ve ağırlık hesaplarına dayanarak buz tutan göle çıkılabileceğini
iddia eden babanın taahhüdü nedeniyle buzda yürümeye çalışan oğlunun ölmesine
benzer bir durumdur, Kern’ün meteoroloji tahminlerine ve kaza istatistiklerine
bakarak feribotun güvenli bir araç olduğunu söylemesi. Ve feribot batar. Bu
defa Dekalog 1’deki çocuğun ölümünden farklı olarak Üçleme’deki ana
karakterlerin tümü kurtulur. Dekalog 1’deki baba hesaplamalarına fiziki bir
bileşeni katmayı unutmuştur, Kern ise deneyimlerini... Geçmişte aşık olduğu
kadın kendisini aldattıktan ve iki sevgili ayrıldıktan sonra bir kazada ölür.
Ve onun Kern’ü aldatırken birlikte olduğu adam daha sonra sanık sandalyesinde
yargıcın karşısına çıkar. Yargılandığı suç, yapımından sorumlu olduğu geminin
batmasıdır. Bizler de her gün bindiğimiz taşıtlara ilişkin çoğu zaman bilince
çıkarmadığımız endişeler taşırız. Onun filmleri bu endişeleri karşımıza çıkarır
kimi zaman.
Her
zaman kötü olaylara sebep olmuyor tesadüfler. August, kitaplarını düşürdüğünde
açılan sayfadan soru çıkıyor sınavda ve mezun oluyor örneğin. Benzer bir olay
Kern’ün başına da gelmiş. Bir kitap yere düştüğünde soru gelecek sayfanın
açılması ilginçtir ama eğer kişi olaya anlam yükleyip o sayfayı okumazsa bir
anlamı olmayacaktır. August ve Kern o sayfaya çalışırlar. Kern için o dönem
sevindirici bir olay olan sınavlarını vermek ve mezun olmak, sonrasında
bakıldığında bir hayal kırıklığıdır. Yargıçlık işinden mutlu olmamıştır.
Tesadüflere
ya da şansa dair hayatın sunduklarını tartışırken mistik anlamlar yüklemiyor
yönetmen. Bilinçdışına yerleşen olasılıkların, bilince varmakta zorluk çeken
belirleyicilerin, davranışlarımızın sonucunu nasıl değiştirdiğini anlatıyor
bize. Örneğin August ve sevgilisinin telefonunu dinlerken, Valentine de onların
bowlinge gideceklerini duyar ve sonra da bu bilgiyi unuttuğunu düşünür. Daha
sonra tesadüf gibi görünen biçimde aynı gün bowling salonuna gider. Karşılaşma
olmaz ama tesadüfün böylesi bilinçdışı kayıtlarla ilgili değilse nasıl
açıklanabilir.
Van
der Budenmajer
Dekaloglar’da
ve Üçleme’de aynı bestecinin adı geçiyor: Van der Budenmajer. Siz de benim gibi
filmlerin müziklerine bayılıp “Hemen Van der Budenmajer dinlemeliyim” diye
düşünebilirsiniz. Van der Budenmajer’e ilişkin soruları Kieslowski yanıtlasın.
“Üç
filmin hepsinde de Van der Budenmajer’in adı geçiyor. Ayrıca onu Veronique ve
Dekalog’da da kullanmıştık. O, 19. Yüzyıl’ın sonunda yaşamış en sevdiğimiz
Hollandalı besteci. Öyle biri yok. Biz onu uzun bir süre önce yarattık. Van der
Budenmajer gerçekte Preisner’ın kendisi tabii ki. (...) Van der Budenmajer’in
doğum ve ölüm tarihleri bile var. Bütün eserleri kataloglanmıştır ve kayıtlarda
katalog numaraları belirtilmiştir.” (Stok, 2010)
Son
Filmin Hüznü ve Kieslowski’ye Veda
Kırmızı’yı
da çektikten sonra artık sabrının tükendiğini ve çok yorulduğunu söyleyerek
emekliliğe çekilir Kieslowski. Fransa’da ve İsviçre’de de film çekmiş olmasına
rağmen “İngilizcem kötü, bir türlü Fransızca öğrenemedim ve bir dünya
vatandaşı da olamadım, ben kesin biçimde Polonyalıyım” diyordu.
Emekliliğinde Polonya’ya dönmek hakkında şöyle söylemişti: “Aslında oraya
(Polonya) döndüm bile. Nahoş olabilir ama benim mekânım orası. Eğer bir şey
size aitse, size ait olmayan şeylerden daha fazla onun hakkında eleştirel
düşünmeye hakkınız vardır. Kendi eşiniz hakkında arkadaşınızın eşine nazaran
daha eleştirel olabilirsiniz. Sevdiğimiz insanlardan daha fazlasını talep
ederiz ve bekleriz; mekânlar söz konusu olduğunda da bu böyledir. Benim açımdan
İngiltere canı nasıl isterse öyle olabilir ama Polonya’nın farklı olmasını
isterim. Hiçbir zaman benim istediğim gibi olmaz, ama bunu beklemeye hakkım
vardır. Berbattır ama benimdir! Başka bir yerde de yaşayamazdım hem. Paris’i
seviyorum, orada bir kaç yıl yaşadım, ama ebediyen orada kalamazdım.” (Andrew,
2016)
Kieslowski’nin
söylediklerini, Kırmızı filmindeki Michel’in Polonya seyahati öyküsünü ve Beyaz
filminin karakteri Karol’un yaşadıkları ile karşılaştırarak açabiliriz. Michel,
Valentine’le yaptığı gergin telefon görüşmelerinden birinde iş için kısa süreli
gittiği Polonya’da her şeyini çaldırdığını söyler. Neyse ki İsviçre
Konsolosluğu ona destek olup İngiltere’ye dönmesine yardımcı olmuştur. Beyaz
filminde Karol karakteri de Fransa’da her şeyini yitirir. Çaresizce ortalıkta
kalır. Ona yardım eden, tarakla çaldığı Polonya ezgisini tanıyan Polonyalı bir
adamdır. Bavulunun içinde ülkesine dönmesine yardım eder. Bir bavulun içinde...
O bavuldan çıkıp bir çöplükte haydutlarla karşılaşan adam “Oh vatanım” der
etrafına bakıp. Bu iki karakterin başka bir ülkede her şeylerini yitirdikten
sonra yaşadıkları deneyimlerin farklılığı, Polonya ve İsviçre vatandaşları
arasındaki eşitsizlikleri de düşündürür bize.
Kieslowski’nin
balık tutarak geçirmeyi planladığı sinemasız yaşam kısa sürer. 1996 yılında
aramızdan ayrılır. Tarkovski’nin ölümü için söyledikleri belki kendisi için de
geçerlidir. “Belki daha fazla yaşayamadığı için öldü. İnsanlar zaten genelde
bu yüzden ölür. Kanserden ya da kalp krizinden veya araba kazasından öldükleri
söylenebilir ama gerçekte insanlar, yaşamaya devam edemedikleri için ölürler.”
(Stok, 2010)
Kaynakça
Andrew, G. (2016). Üç Renk Üçlemesi
(Çev. Merve Erol). İstanbul, AlfaYayınları.
Estes, C. (2010). Kurtlarla Koşan
Kadınlar (Çev. Hakan Atalay). İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
*Bu
yazı ilk olarak Psikesinema dergisinin Eylül-Ekim 2017 tarihli 13.
sayısında yayımlanmıştır.