#Derkenar/2: Kelime, Kitap, Kişi Antromorfizm • Wittgenstein’ın Maşası • Kay Redfield Jamison



Serap Dakak
serapdakak@gmail.com
Kelime
Antropomorfizm

Yunanca “insan” anlamına gelen “ánthrōpo” ve “form” anlamına gelen “morphē” kelimelerinin birleşmesiyle oluşan antropomorfizm; insana ait olan özellik, duygu, düşünce ve niyetlerin insan dışı varlıklara atfedilmesi anlamına gelir. Antropomorfizm bilinçli veya bilinçsiz şekilde vuku bulabilir. Örneğin, bir fabl yazarı hayvanlara bilinçli bir şekilde insani özellikler yükler. Öte yandan gökyüzündeki bir bulutta istemsizce insan yüzü görebiliriz.

Antropomorfizm günlük pratiklerimizin; edebiyat, sanat ve mitoloji gibi üretimlerimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu durumun malzemesi en bol örneklerinden biri birçok kültürde insanların tanrılara kıskançlık, onur ve aşk gibi özellikler atfetmesidir. Antropomorfizm üzerine ilk eleştiri yapanlardan biri olan yunan şair ve filozof Ksenofanes (MÖ. 560 - MÖ. 478) tanrıların insani özelliklerle tasarlanmasını eleştirmiştir. Daha sonraları teologlar dindeki antropomorfizmi azaltmayı düşünmüşlerse de birçok modern teoloğa göre din, antropomorfizm olmadan var olabilecek bir kavram değildir. Çünkü inanç, insanların kendilerini ilişkilendirebileceği özellikler taşımalıdır. Örneğin, eğer insanlar tanrılara dua etmek için varsa, o zaman insana ait olan dil yetisi tanrılarda da olmalıdır.

İngiliz filozof Francis Bacon (1561-1626) ve daha sonra gelen birçok düşünür için insanın kendine has olan özelliklerini insan dışı varlıklara atfetmesi, onun dünyayı anlamasına engel olmaktadır. Fakat bu özelliğimiz değişmez ve kalıcıdır.

Yaygın bilim anlayışında antropomorfizm bilimin idealize ettiği nesnelliği tehdit eden bir pozisyonda görülür. Nesnelliği idealize eden bilim, nesneyi bütün perspektiflerden bağımsız olarak tanımaya çalışır. İnsana içkin olan antropomorfizm ise insanı nesnel değerlendirmeden uzaklaştırır. Fritz Heider ve Marianne Simmel tarafından 1944 yılında yapılan bir deney bu görüşü doğrular niteliktedir. Deneyde katılımcılara birkaç şeklin farklı hızlarda ve farklı yönlere doğru hareketlerinden oluşan kısa bir animasyon izletilir. Daha sonra animasyonda ne gördükleri sorulduğunda katılımcılar, şekillere birçok karakter özelliği ve niyet yükleyerek animasyonu anlatırlar. Örneğin animasyondaki büyük üçgen, diğer iki şekil bir yolunu bulup kaçana kadar onları kovalayıp zorbalık yapmakla nitelendirilir. Araştırma sonunda araştırmacılar insanların hareket eden nesneleri kasıtlı birimler olarak gördüğü sonucuna varmıştır.

Peki insan dışı varlıklar ele alındığında yanıltıcı olabilen antropomorfizm, araştırma nesnesi insan olduğunda nasıl konumlanır?

Bilimin, nesnelliği idealize etmesi birçok bakış açısından eleştirilir. Bu eleştirilere göre insan bilgisi, doğası gereği yine insan bilgisine dayanır ve mecburen perspektifseldir. Nesnel bulguyu garanti eden hiçbir metod yoktur. Diğer taraftan Popper’a (1902-1994) göre bilimin nesnelliği, gerçeğe ne kadar tekâbül ettiğinde değil öznelerarası test edilebilirliği ve eleştirilebilirliğindedir.

Bu noktada antropomorfizm, nesnesi insan olan araştırmalar için bir anlama aracı olarak görülebilir mi?
Araştırmacılar antropomorfizmi bilişsel bir önyargı olarak görüyorlar. Bu sava göre insanlar çevreleri ile ilgili yargı oluştururken, insanla ilgili sahip oldukları zihin şemalarını kullanmaya meyillilerdir. Bunun sebebi insanın, insan dışı varlıklara kıyasla insana dair daha detaylı ve kolayca ulaşabilir bilgisinin olmasıdır.

Kaynak: Guthrie, S. E. (2008, April 15). Anthropomorphism. Retrieved from https://www.britannica.com/topic/anthropomorphism


Kitap
Wittgenstein’ın Maşası
“Bu dünyada acayip şeyler olduğunu biliyorum. Hayatımda tam mânâsıyla öğrendiğim üç beş şeyden birisidir bu.”
                      Wittgenstein

 “Büyük insanlar büyük hatalar yapabilir.” 
Popper

25 Ekim 1946 Cuma akşamı Cambridge Ahlâk Bilimi Kulübü sıradan toplantılarından birini yapıyordu. O toplantının konuk konuşmacısı “Felsefi Sorunlar Var mıdır?” başlıklı bildirisini sunmak için Londra’dan gelen Karl Popper’dı. Dinleyiciler arasında, birçok kişinin devrin en parlak filozofu olarak gördüğü, kulüp başkanı Ludwig Wittgenstein da vardı.

O gün neler olduğuna dair görüşler bugün bile muhteliftir. Kesin olan bir şey varsa Popper ve Wittgenstein’ın felsefenin temel doğası -gerçekten felsefi sorunlar var mıdır (Popper) yoksa bunlar sadece bilmeceler midir (Wittgenstein)- konusunda hararetli bir tartışmaya girdiğidir. O gün yaşanan on küsür dakikalık tartışmanın üzerine hâlâ şiddetli fikir ayrılıkları mevcuttur.

Popper olayı kendi ifadesiyle, 1974’te yayımladığı entelektüel otobiyografisi Bitmeyen Arayış’ta aktarmıştır. Olayın bu versiyonuna göre, Popper gerçek felsefi sorunlar olduğunda ısrar ettiği bir dizi sorun ortaya koymuştur. Wittgenstein bunların hepsini aceleyle geçiştirmiştir. Popper’ın hatırladığı kadarıyla Wittgenstein “sinirli sinirli maşayla oynuyordu”, maşayı “kendi iddialarını vurgulamak için bir orkestra şefinin sopası gibi kullanıyordu” ve etiğin statüsü üzerine bir soru sorulduğunda Wittgenstein, bir ahlâki kural örneği vermesini söyleyerek Popper’a meydan okumuştu. “Ona şöyle karşılık verdim: ‘Konuk konuşmacıları maşalarla tehdit etmemek’. Bunun üzerine Wittgenstein öfkeyle elindeki maşayı yere attı ve hışımla odadan çıkıp kapıyı çarptı.” Popper’ın bu açıklamasının kelimesi kelimesine doğru olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bu hikâyenin kesinlikle gerçeği yansıtmadığını düşünenler de oldu. Şahitlerin ve kahramanların taraftarlarının akın akın tartışmaya katılmasıyla mektuplaşmalar ve fikirler çığ gibi büyüdü.

Wittgenstein’ın Maşası, bu olayın ve sonrasında olanların bize Wittgenstein ve Popper hakkında neler söylediğini soruyor. Bu olayın izini süren kitap, ikisinin de Viyana’dan gelmelerinin, asimile olmuş Yahudi ailelerinin çocukları olmalarının, aralarında büyük bir zenginlik ve nüfus uçurumu olmasının bu olaydaki etkilerini anlamaya çalışıyor. Bunu yaparken bölgenin tarihini, politik ve kültürel durumunu da mercek altına alıyor. Kitapta anlatılan olay aynı zamanda, yirminci yüzyıl felsefesinde dilin önemi konusunda yaşanan bölünmenin hikâyesidir; geleneksel felsefi sorunların sadece dilsel engellerden kaynaklandığı teşhisini koyanlarla, bu sorunların dili aştığına inananlar arasındaki bölünme.

Kaynak: Edmonds, D., Eidinow, J. (2004). Wittgenstein’ın Maşası (A. Biçen, Trans.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları


Kişi
Kay Redfield Jamison
“Kendini öldürmeyi becerebilirsen, psikiyatri çevrelerinde ‘başarılı’ bir intihar olarak adlandırılırsın. Böylesi bir başarının tadına varmak olanaklı değil tabii. On sekiz ay süren tarif edilmesi imkânsız acılarla dolu dönemin bir yerinde karar verdim ki ‘intihar eğilimli depresyon’ dedikleri şey Tanrı’nın mani hastalarını sindirmek için kullandığı bir yöntem. İşe de yarıyor.”

Amerikalı psikiyatri profesörü ve yazar olan 1946 doğumlu Kay Redfield Jamison’ın hayatının ve çalışmalarının merkezinde duygudurum bozuklukları yer almaktadır. Ergenlik yıllarında belirmeye başlayan ve daha sonraları hep onunla birlikte olacak olan manik-depresif bozukluğunun semptomları, profesyonel hayatını belirleyen en önemli etmen oldu. Eğitiminin başlarında doktor olmak istese de manik atakları sebebiyle titizlik gerektiren bu mesleği yapamayacağına karar verdi ve çalışmalarını psikoloji, özellikle de duygudurum bozuklukları etrafında şekillendirdi.

“İçimde bir şeylerin dehşetli ters gittiğinin farkındaydım ama neler olup bittiğini bilmiyordum; üstelik, kişinin kendi sorunlarını kendi çözmesi gerektiği ilkesine göre yetiştirilmiştim. Böylece ailemi de arkadaşlarımı da belirli bir psikolojik uzaklıkta tutmak şaşılacak kadar kolay oldu benim için. Hugo Wolf’un dediği gibi: ‘Elbette zaman zaman yüreğim daralmıyormuşcasına neşeli görünüyorum, insan içinde aklım başımdaymış gibi konuşuyorum, dışarıdan bakıldığında keyfim kim bilir ne kadar yerinde. Oysa ruh ölümcül uykusunu sürdürüyor, kalbin binbir yarası kanıyor.’”

İçinde olduğu araştırmalara rağmen, manik-depresif bozukluğu olduğunu Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles’ta Psikoloji departmanındaki görevine başlamadan hemen önce öğrenebildi. Motor becerilerini etkilediği gerekçesiyle, doktorunun başlattığı lityum tedavisini defalarca kez bıraktı. Fakat depresyonunun kontrol edilememesinden dolayı psikoterapiyle birlikte ilaç tedavisine düzenli devam etme kararı aldı. Ağır bir depresyon atağı sırasında aşırı doz lityum alarak intihar etme girişiminde bulundu, fakat “başarısız” oldu.

“Şu an vardığım noktada, hem lityum almadan hem de psikoterapiden yardım görmeden normal bir yaşam sürdürebileceğimi düşünemiyorum. Lityum, çekici ama yıkıcı uçuşlarımı engelliyor, depresyonlarımı azaltıyor, kafam iyice karıştığında sapla samanı ayırt etmemi sağlıyor, beni yavaşlatıyor, yatıştırıyor, mesleğimi ve ilişkilerimi alt üst etmekten kurtarıyor, hastane dışında ve hayatta tutuyor, psikoterapiye devam etmemi sağlıyor. Ama inkâr edilemez gerçek şu ki, sağlığa kavuşturan psikoterapidir. Karmakarışıklığın içinden anlamlı bir şeyler çıkarmanızı, dehşet verici düşünce ve duyguların dizginlenmesini ve belli ölçüde denetimi sağlayan, bütün olanlardan bir şeyler öğrenmek olanağını ve umudunu veren psikoterapidir.”

Frederick K. Goodwin’le birlikte 1990 yılında yayımladığı “Manic-Depresive Illness” (Manik-Depresif Hastalık) kitabı, bu hastalık üzerine yazılmış kitaplar arasında klasik niteliğindedir. Kitabın klinik tanımlama bölümünde yazdıklarına dayanak olarak yalnızca klasik hekimlerin ve bu alanda veri dayanaklı pek çok klinik araştırmacının incelemelerini değil aynı zamanda manik-depresif hastaların kendi elleriyle yazdıklarını ele almıştır. Diğer bir kitabı olan “Durulmayan Bir Kafa” isimli anı-otobiyografisinde hastalığından beri neler yaşadığını, lityum, psikoterapi, akademik üretimi ve romantik ilişkilerinin desteğini büyük bir içtenlikle anlatıyor. Kitabında aynı zamanda ruh sağlığını araştırırken ve tartışırken dil ve yöntemin önemi gibi konuları da tartışıyor.

“Şurası açıktır ki anormal ruhsal durum ve davranışların dile getirilmesinde özgürlüğe, çeşitliliğe, espiriye ve dobra konuşmaya gereksinim vardır. Aynı ölçüde açık olan bir başka şey ise halkın akıl sağlığını algılayışının derinden değişmesini sağlama gereğidir. Sorun bağlam ve vurgulama sorunudur aslında.”

Jamison, akademik çalışmalarına, manik-depresif bozukluğa dair sahip olduğu içgörüyü de katarak Johns Hopkins Üniversitesi’nde devam etmektedir.

“Yitirdiğim keskin duygu yoğunluklarını özlüyorum ve farkında olmadan uzanıyorum onlara, tıpkı arada bir hâlâ dalgınlıkla elimi arkaya atıp eski uzun, kalın saçlarıma uzandığım gibi.”

Kaynak: Jamison, K. R. (1996). Durulmayan Bir Kafa: Bir delilik ve duygudurumları güncesi (P. Kür, Trans.). İstanbul: Oğlak Yayıncılık.