Yavuz Erten
S
|
imone De
Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur” (1949, s. 15) sözüne gönderme yapan
Guignard (2012) “Erkek doğulmaz, erkek olunur” der ve devamında ekler: “Anne doğulmaz,
anne olunur”, “Baba doğulmaz, baba olunur” (s. 39). Böylece kadın olmanın ve
erkek olmanın muhteviyatında anatomik değişkenin yetersizliğini vurgular. Bu
bağlamda Rosemary Balsam (2001) psikanalizin ilgi odağının anatomi değil
“psikoanatomi” veya “intrapsişik anatomi” olduğunu öne sürer. Tüm bu görüşler
bizi “gender” kavramına yöneltiyor. “Gender” kavramını, Türkçe çevirisini
yapmadan olduğu gibi kullanmak istiyorum çünkü “Toplumsal Cinsiyet”, “Cinsiyet
Rolü” ve “Toplumsal Cinsiyet Rolü” gibi çevirilerin kavramın anlam genişliğini
karşılayamadığını düşünüyorum. “Gender” tüm bunları içermekte ama daha
fazlasını imâ etmektedir. Özellikle psikanalitik bir anlayışla ele alındığında…[1] Konunun doğası gereği
ortaya çıkan bir eğilim (veya eğim) bizi bu noktaya sürükler. Kaldı ki konuyla
ilgili düşünenlerin çalışmalarının bir noktasında “gender” kavramına ihtiyaç
duymaları ve gözledikleri olguların simgeleştirilmesi yönünde böyle bir kavramı
dilbilim ve felsefeden devşirmiş (yaratmış?) olmaları[2] da (Sweetnam, 1996) bu
eğimin yolunun “aklın yolu” olduğunu bize söyler. Bence bu sosyal bilimler için
de psikanaliz için de böyledir. Bunu özellikle ekliyorum çünkü psikanalistler
arasında “gender”ın psikanalitik bir kavram olmadığı ve kullanımının
psikanalitik düşünce zincirlerinde bir geçerliliğinin olmadığı şeklinde yanlış
(ve fazla sorgulanmamış, üzerine çalışılmamış) bir düşünce olduğunun
farkındayım. Bence bu yanlışlık, “gender” kavramının “toplumsal cinsiyet” gibi
bazı çevirileri ve bağlantılı anlaşılmalarından kaynaklanıyor. Ve
psikanalistlerin bireysel bilinçdışı derinliğinde çalışma yöneylerinin
“toplumsal”, “sosyal” gibi kavramlardan rahatsız olduğunu biliyoruz. Bu tür bir
yöney değişikliği “dışsallaştırma”, “somutlaştırma”, “entellektüelleştirme”
gibi tuzaklar barındırıyor diye düşünülür.
Cinsiyet,
cinsiyet rolleri ve cinsellik kavramlarının içinde yer aldığı bir alanı taramak
bizi içgüdüden dürtüye kadar olan geçiş ve gelişim süreçlerine taşıyor.
Dürtüler içgüdüleri içerir. Ancak içgüdülerin varlığı dürtülerin
şekillenmesinin tabanıdır. Dürtüler bu taban üzerinde başka olguların
katkısıyla gelişir. Benzer bir ilişkinin cinsiyet ile gender ve cinsellik
arasında kurulduğunu söyleyebiliriz. Dürtü zihinsel olanla bedensel
arasındaki sınırda ortaya çıkar ve bilinçdışı düşlem de yine burada şekillenir.
Dürtü olgusunun düşlemsel bir senaryo olmadan var olamayacağı kesindir. Aynı
şey gender ve cinsellikle ilgilidir. Üreme içgüdüsü gerekli şarttır ancak
yeterli şart değildir. Homo Sapiens Sapiens sevişirken konuşmayı sever: Ya
sesli olarak partneriyle ya sessiz olarak kendi kendine (ve içsel
partnerleriyle) ya da herkesle (içsel ve dışsal)… Her konuşmanın da bir
hikâyesi vardır.
Kişinin
Cinselliği
Chris Joannidis “Tefekkür
Yakınlıkları”nda (2013) şöyle yazıyor:
Bu noktada hepimize hatırlatmak isterim ki bizim cinsellik ve
cinsiyet anlayışlarımız ve hatta bedenimizle olan ilişkimiz eşit derecede
zamanın ruhu[3]
tarafından belirlenir. Belirli dini, kültürel ve bilimsel paradigmalar, arzu
gibi biyolojik ve ruhsal unsurları hem oluşturan hem de sayesinde
dışavurumlarını buldukları, belirli şekillendirici kanalların oluşmasını
dayatmaktadırlar (Foucault, 1984, akt. Joannidis, 2013, s. 182).
Joannidis burada
Foucault referansıyla cinsel eylemlerin faillerden ayrı tutulmuş olduğu bir
durumu anlatmaktadır. Farklı çağlarda görülebilen bu durumu bugünün cinselliği
ile karşılaştıran Joannidis şöyle diyor:
Örneğin, arzu, arzunun nesneleri, cinsel edimler ve davranışlar,
cinsel kimlik, ruh sağlığı, erotik duyarlılık, kişisel üslup ve normallik
dereceleri ya da sapkınlık ve bunların yanı sıra üreme işlevini tüm kişiliğin
bireyleştirici norma-bağlı bir özelliği ile kaynaştıran ve ona hem görünür hem
de kesinlikle örtük olan, hem gerçeğe dayanan hem de düşleme dayanan, hem
bilinçli hem de bilinçdışı motivasyonlar yükleyen çokça ruhsallaştırılmış
cinsel öznellik -şimdilerde “kişinin cinselliği” diye bilinen şey- modeline
sahip çağımızla bir karşılaştırma kaçınılmazdır (s. 183).
Joannidis burada
kişinin cinselliği diye kavramlaştırdığı insan cinselliğini, tabiatın üreme
devinimlerinden veya hayvan sürülerinin dönemsel ve toplu ritüellerinden farklı
bir yere taşır. Acaba Kubie’nin (1974) değindiği ve farklı bir anlam verdiği
“post coitum triste”nin (cinsel birleşmeden sonra hüzün) böyle bir anlamı ve
açıklaması var mıdır?[4] Yani her bir cinsellik hep
bir buluşma, kavuşma, bütünleşme umudu barındırsa da nihai aşamada hem bir
araya geldiğimiz partnerimizle ilişkide hem de türümüzle ilişkide yalnız
olduğumuza, kendi başımıza kaldığımıza dair bir hüzün mü yaratmaktadır? Acaba
orjisel arayışların kökeninde kişinin cinselliğinden türün cinselliğine dönme
nostaljisi mi vardır? Psikanalizin bize öğrettiği şekliyle, eğer bireysel
psikolojideki her kazanım öncelikle bir kayıp yaşama şartına bağlıysa, bireysel
cinsel düşlemlerdeki senaryosal yoğunluk ve çeşitlilik (ki belki tüm sanatı ve
özellikle edebiyatı bu gelişmeye borçluyuz) sürümüzden belki de türümüzden
ayrılma kaybının sonucunda teselli mükafatı mıdır?
Burada bir
paradoksun girdabına girmememiz imkânsızdır. Bir yandan her cinsellik ağırlıklı
olarak ruhsal ve zihinsel olduğuna göre ve her ruhsallık bizim kendimize kapalı
olduğumuz bir varoluş olduğuna göre her cinsel özneliğin ve öznelliğin bizi
yalnızlığımızla daha fazla yüzleştirmesi gerçeği varken, öte yandan bu
özneliğin veya öznelliğin gelişim süreci nesne ilişkisel bir topluluğu işaret
eder. Bu da cinsel öznenin görünürdeki tek başınalığının arkasındaki -temsilî
düzeyde- bir çoğulluğa ve kalabalığa dairdir. Kişi görünürde tek başınadır
ancak içinde bir topluluk taşır: Temeli İlk Sahne olan bir
topluluk...
Gender Derisi
Beden bir
cinsiyetle doğar ancak o bedenin bir gender’a sahip olması ve cinselliği hem
bedensel hem de ruhsal bir devinim olarak yaşaması o bedenin “gendered”
(gender’lı) olması ile olur. Annie Sweetnam’ın (2000) Didier Anzieu ve Didier
Houzel’in tanımladıkları ve üstüne çalıştıkları “deri-ben” kavramına gönderme
yaparak belirttiği gibi beden gelişim sürecinde üstüne bir “gender deri” (gender
skin) geçirir. Sweetnam’a göre bu “gender derilenme” süreci yaşamın erken
zamanlarında sonraki zamanlara göre daha kritik ve daha belirleyici görünen
periyotlardan geçse de yaşam boyu devam eder.
Sweetnam, bu
“gender’lı beden” hâline gelme sürecinin önemli bir aşamasının iki partnerin
cinselliği sırasında oluşan “öznellikler-arası erotik üçüncü” (intersubjective
erotic third) ile mümkün olduğunu iletir. Sweetnam’ın burada yakından izlediği
analitik kuramcı Thomas Ogden’ın (1994) “analitik üçüncü” kavramına gönderme
yaptığını görürüz. Bu da ilişkinin bir tür Geştalt özelliğidir. Bu, ilişkinin
bütününün, ilişkiye katılanların toplamından daha fazla olmasıdır. İlişkiye
giren iki kişi vardır; bundan ayrı olarak ilişkinin bizatihi bir kişilik, bir
karakter gibi tezahür ettiği bir üçüncü vardır. Bu cinsel ilişkide de böyledir,
analitik ilişkide de böyledir. Bir analistin analizanını dinlediği kadar bu
analitik üçüncüyü de dinlemesi gerekir. Analizan, analistinin yorumlarını
dinlediği kadar analitik üçüncünün kulağına fısıldadıklarını da duyar.
“Öznellikler-arası
Erotik Üçüncü” (Intersubjective Erotic Third) içinde gender duyarlılıklarının
oluştuğu ilişkisel bir matristir. Yaşamın hangi döneminde hangi cinsel ilişki
matrisi içine girersek girelim, bu matrisin başlangıç noktası şaşmaz bir
şekilde Anne-Baba-Çocuk ilişkisidir.
Joannidis’in daha
önce alıntı yaptığım yazısının önemli bir bölümü bebeğin içselleştirdiği anne
imgesinin ikili yönü üzerinde durur. Anne-bebek ilişkisinde karşılaşılan anne
sadece “meme-anne” değildir. İlk bakışta seçilemese de ve daha geri planda
kalsa da kadın olarak anne (yani “vajina-anne”) de oradadır. Zaten anneliğini
mümkün kılan da vajina-annenin varlığıdır. Bu ilişkide vajina-annenin varlığı
yokluğundan çıkarımsanır. Vajina-annenin içinde onun kadın olmasına katkı
sağlayan baba da vardır. Bunu bu ilişkisel matristeki ikinci yokluktan yargı
olarak düşünebiliriz. İlk olarak, çocuk babanın varlığını, annenin varlığı ve
babanın yokluğundan çıkarımsar. Vajinanın girintisi, vajinanın görünmezliği
babanın varlığını, onun cinsel organının çıkıntısını çağırır. Anne-çocuk
ilişkisinin ortak düşlemleme alanında (reverie) annenin arzusu babayı işaret
eder. Sahnede olmayanın yani babanın varlığı üzerine düşünürken şunu
söylemeliyiz: Sahnede baba yoksa da düşlemleri vardır. Vajina-anne, babanın
düşlemlediği beden veya gender’lı bedendir. Anne-Baba-Bebek ilişkisindeki bu
öznellikler-arası karşılaşmayı “ilk sahne”nin kaidesi olarak düşünebiliriz. Bu
anlamda Kleincı bir şekilde üçgensel konumlanmayı yaşamın en başına
taşıyabiliriz. Belki burada Sweetnam’ın “öznellikler-arası erotik üçüncü”
kavramında bir düzeltme yapmak gereklidir. Her öznellikler-arasılık -başta
burada konuştuğumuz erotik durum olmak üzere- en az üç kişiliktir. Bu en az üç
kişilik etkileşimi kapsayan ve tüm katılımcıları o ilişkiye özgü, biricik
duruma sokan ilişkiye “öznellikler-arası erotik dördüncü” dememiz gerekir. Bu
“erotik dördüncü”yü bir ailenin ortak bilinçdışı cinselliği olarak
düşünebiliriz. Freud (1899) her cinsel ilişkide yatakta dört kişinin olduğunu
söylemişti. Yukarıdaki mantık yürütmeyle bunu altıya çıkarmamız gerekir.
Pichon-Riviere’in
“Link Kuramı”nı çağdaş psikanalize uyarlayan Rene Kaës’in (2007) katkısını
anmak yerinde olur. “Link”i önceki paragraflarda tanımlanan şekliyle,
“bilinçdışı öznellikler-arası matris” veya “kişiler-arası bilinçdışı”
(interpersonal unconscious) olarak tanımlayabiliriz (Scharff ve Scharff, 2011).
Kaës’e göre
Ben’in ortaya çıkışı şu formüle dayanır: BİZ + BİR (Birey) = BEN. Ona göre
bireysel bilinçdışı ve kişiler-arası bilinçdışı sürekli bir alışveriş
içindedir. Kaës özellikle bireysel cinsellik ve link’in ilişkisi üzerinde çok
durur. Kaës’e göre cinsellikte (cinsel fanteziler, cinsel edimler, cinsel işlev
bozuklukları, vb.) cinsel bir kişiler-arası bilinçdışı alan belirleyiciliği
vardır. Aynen rüya görme gibi çok bireysel ve öznel olduğu düşünülen bir şeyin
bazen kuvvetle link ürünü ve -bir anlamda- “sosyal” olmasında olduğu gibi
(Social Dreaming) (Scharff ve Scharff, 2011).
Moses Laufer’in (1984, akt.
Joannidis, 2013) “merkezî mastürbasyon düşlemi”nin de her zaman bebeğin içine
doğduğu bu öznellikler-arası erotik bağlamla ve onun içerdiği İlk Sahne ile
ilgili olduğunu düşünüyorum. Mastürbasyon doğası gereği öznesini her zaman bir
röntgenci durumunda tutar. Mastürbasyonun öznesi gözetler, hayal eder,
hatırlar, öykünür, gıpta eder, “dolayımlı özdeşleşme” (vicarious
identification) içine girer ama olay ânında etkinliğin içinde değildir. Belki
mastürbasyonu cinsel ilişkiden farklı kılan, bazen cinsel ilişkiye üstün kılan,
bazen cinsel ilişkiyi bile gizli bir mastürbasyon hâlinde yaşamaya yol açan şey
onun özünde arzuyla ilişkinin doğasındaki imkânsızlığın yakıcılığının
korunmasıdır. Cinsel ilişkide tüketilen arzu, mastürbasyonda canlılığını korur.
Arzuya hem bir yanılsama olarak ulaşılır hem de tüketilmez, imkânsızlığını
korur. Mastürbasyon her zaman röntgencidir. Hiçbir zaman gerçekten olay yerinde
olunmaz. Görüntülere (içsel veya dışsal kaynaklardan gelen resimlere, filmlere)
bakarak olaya katılmak hayal edilir.
Gender
gelişiminin ve onun hammaddesi olan geçiş olgularının temeli olan düşlemlerin
çekirdeği İlk Sahne’dir. İlk Sahne’de gözetlenen oyuncular kişinin özdeşleşme
nesneleridir. Ancak özdeşleşme yalnızca nesnelerle sınırlı değildir. Bu sahneyle
kurulan ilişkide o sahneyi tanımlayan ve ona can veren senaryo, içselleştirme
düzeneğiyle bütün olarak iç dünyaya alınır. Bunun anlamı, İlk Sahne’yi
gözetleyenin (çocuğun) sahnedeki tüm kişilerle ve onların rolleriyle özdeşleşme
potansiyeline ulaşmasıdır. Bunun modelini, porno seyreden bir insanın erotik
uyarımlarında görebiliriz. Porno sahnesinde kadın ve erkeğin birleşmesini
seyreden kişi, bilinç düzeyinde baskın olarak bir tarafla özdeşleşiyor gibi
görünse de aslında her iki tarafla ve onları içine alan senaryo ile (belki buna
Sweetnam’ın verdiği adla “erotik üçüncü” diyebiliriz) özdeşleşmektedir. Kişi
erkeğe bakıp “Kadını nasıl da yapıyor...” derken, kadına bakıp “Nasıl da
yapılıyor...” diye heyecanlanır; gözetlerken heyecanlanan kendine bakıp “Nasıl
da gözetliyor; nasıl da heyecanlanıyor...” der; sevişen çiftlere bakıp “Nasıl
da gözetleniyorlar...” der… Şüphesiz çok daha fazla şey söyleme olasılığı ve
olanağı vardır. Bunlar öznellik kumaşının sınırsız sayıdaki kıvrımlarında
gizlidir.
Gender olgusu, arka planında bu düşlemsel özdeşleşme çoğulluğunu
barındırır. Bu çoğulluğun içinde, cinsel kimlik oluşumu doğrultusunda denge ve
uzlaşma noktaları oluşabilir. Bu denge noktalarının tekillik ve homojenlik
doğrultusunda yanılgılar yaratması olasıdır. Gender’ın cinsiyet ve cinsellikle
bağlantıları her zaman karmaşık ve heterojendir. Gender’da “sabit” özelliklerin
yanında her zaman “akışkan” özellikler de vardır (Sweetnam, 1996).
Orlando
Son paragrafın düşündürttüklerinin ışığında devam edelim.
Halperin’den (2002) alıntıyla:
[…] Antik Yunanlılar ve Romalılar tarafından yapılmış en dikkat
çekici erotik ayrım, anatomik cinsiyetlerin fiziksel tipolojisine (eril-dişi)
ya da hatta cinsiyet farklılıklarına (erkek-kadın) değil gücün toplumsal olarak
dile getirilmesine (yüksek toplumsal kimliğe karşı alt toplumsal kimlik)
dayanmaktaydı. Sonuç, erilliği, etkinliği, penetrasyonu ve üstünlüğü bir eksen
üzerinde, dişilliği, edilgenliği, penetre olmayı ve teslim olmayı başka bir
eksende hizalayan toplumsal/kavramsal/erotik bir ağ dizgesi olmuştur. İki eksen
cinsiyet ayrımlarına karşılık gelmekte fakat onlardan bağımsız olarak da
işleyebilmektedir (s. 56).
Halperin’in
sözlerini yorumlayan Joannidis (2013) o günlerde aşikâr olanın bugünlerde
ruhsallığımızda gizil bir şekilde varlığını sürdürüyor olduğunu söyler: “Sırf
biz bugün zengin ve çok biçimli bilinçdışı dünyamızı saklama ve inkâr etme
gereğini hissettiğimiz için, böyle bir utanç duymayan başkalarının bedensel ve
zihinsel yapımızın özünde olanı açıkça sergilemeyecekleri sonucu çıkarılamaz”
(s. 184).[5]
Joannidis böylece
gender’da tekil ve homojen gibi görünenin özündeki çoğul ve heterojen olana
dikkat çeker. Bunlar bana Virginia Woolf’un (2011 [1928]) “Orlando” adlı
romanını çağrıştırıyor.
Orlando genç bir
İngiliz soylusu olarak Kraliçe Elizabeth dönemindeki İngiltere’de yaşamaktadır.
Yakışıklı ve çapkındır. Androjen özellikleri olan bir Rus kadınla yaşadığı
kırık bir aşk hikâyesinin ardından bunalımlara sürüklenir. Bu arada Elizabeth
ölmüştür. Sonrasında kral onu İstanbul’a elçi olarak atar. Şehirde çıkan bir
ayaklanmanın sabahında kadın olarak uyanır. Devamında onu bir kadın bedeninde
Bursa civarında dolaşan Roman topluluğunda yaşarken görürüz. Sonra Londra’ya
döner ve bu sefer bir kadın olarak malının mülkünün başına geçer. Bir kadın
olarak erkeklerle deneyimler yaşar. Hatta geçmişte kadın olan bir erkekle
ilişkisel bir oyuna girer. Bu arada bu çoğul kimlikli Orlando üç yüz yıl
boyunca yaşar ve değişik kültürel, politik ve ekonomik dönemlerin öznesi olur.
Woolf çok usta bir şekilde Orlando kişiliği içinde hem kadın hem erkek, hem
İngiliz hem Türk hem Roman, hem Batılı hem Doğulu, hem 17. yüzyıllı hem sonraki
yüzyıllı oluşları kaleme alır ve temsilî dünyamızın sınırlarını zorlar,
ötekileştirdiklerimize dair içimizdeki darlıklara yüklenir, orada alanlar
açmaya çalışır.
Toplumsal
ilişkilerde bir iletişim kodu hâline gelmiş şekilde, gender ve cinsel yönelimle
ilgili kimlik özelliklerinin doğasında bir tür çoğulluğu gizleyen ve
heterojenliği homojenliğe indirgeyen bir yön olduğunu düşünüyorum.
Ne söylemek
istediğimi hayalî bir diyalog üzerinden anlatmaya çalışayım. Biri yeni
tanıştığı birine kibarlıktan ve sosyal norm olarak sorar: “Nasılsınız?” diye. O
kişi de gene aynı normlar çerçevesinde yanıt verir: “Teşekkür ederim, iyiyim.”
Aslında bu jenerik sözün homojenliği ne söyleyeni ne de söyleneni aldatmaz. O
sözün arkasındaki bazen kafa karıştırıcı, baş döndürücü çoğulluğu,
heterojenliği, çelişkileri bilindik bir insanlık durumu olarak herkes kabul
eder. O çoğullukta neler neler vardır: “Allah kahretsin sana ne (!)”, “Aslında
berbat hissediyorum”, “Bazen iyi bazen kötüyüm”, “Aslında ne iyi ne kötüyüm”,
“Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman bilmedim ki” ve nice diğerleri… Ancak tüm
bunlara karşın dudaklar aralanır ve “Teşekkür ederim, iyiyim” cümlesi söze
dökülür.
Bu yanıtın bu
jenerik, basit ve kolaycılığının; cinsiyet, cinsel yönelim ve gender konusunda
topluma, devlete, dünyaya, kendimize, eşimize, sevgilimize verdiğimiz
yanıtlardakine benzer olduğunu düşünüyorum. Yanıt çoğu zaman “erkek”, “kadın”,
“gay”, “straight”, “trans”, vs.dir; ancak bu yanıtın arkasındaki alanda mesele
hiçbir zaman bu kadar basit değildir. Arka alanda psikoseksüel gelişimin
karmaşık doğasının tüm özdeşleşmelerinin yol açtığı bir çoğulluk vardır. Arka
alan her zaman bu çeşitli, bazen çelişen özdeşleşmelerin oluşturduğu bir
kokteyldir. Bu kokteyl bazen bir uzlaşma, bazen de uzlaşma taklidi olarak bir
isim kullanır ve “gay”, “trans”, “straight”, “versatil”, vs. gibi tek ve
homojen bir yanıt verir. Bu isim kullanılır çünkü sosyal iletişimin kimliksel
kodlara ihtiyacı vardır ve her şeyden önemlisi hiçbir sosyal/toplumsal
iletişimin psikanaliz süreci kadar çok zamanı yoktur.
“Nasılsınız?”
sorusunun yerine kişinin gender’ı ve cinsel yönelimiyle ilgili bir soruyu
koyalım. Kişi, “Nasılsınız?” sorusuna verilen yanıtta olduğu gibi bir jenerik
yanıt verecektir. Ancak aynı bir önceki sorunun yanıtında olduğu gibi, bu
yanıtın arkasında çoğu zaman çoğulluk, heterojenlik ve zaman zaman çelişki gibi
duran değişkenlikler vardır. Yanıtın bu “kokteyl” özelliği yanıtın içerdiği
kompozisyonu kişiye özgü ve biricik yapar. Bu kompozisyonun içerdiği gender,
cinsel yönelim ve cinsel fanteziler o kişiye özgü bir denklem hâlindedir. Belki
de böyle bir soruya verilecek yanıtın o kişiye özgü biricikliğini ifade edecek
metaforik yanıt, bu soru Ayşe’ye sorulduğu zaman “Ayşe”, Ali’ye sorulduğu zaman
“Ali” olabilir. Bu yanıtın kimliksel özelliği onu bir parmak izine benzer
kılar: Benzerleri olsa da tamamen o kişiye özgü ve eşsiz.
Psikanaliz
kompleks zihinsel ve ruhsal süreçlerin araştırılmasını, açıklanmasını ve
anlaşılmasını hedefleyen bir bilimdir. Psikanalizin basit, homojen, kolaycı
jenerik yanıtlarla yetinmeyip, arka alandaki bu karmaşık kokteyle yönelmesi
gerekmektedir. Gender derisi bir psikoanatomidir, intrapsişik anatomidir. O
artık düşlemlenen bedendir. Düşlemlenen beden de hem cinsiyeti hem cinselliği
hem cinsel düşlemleri ile “geçiş alanı”nın (transitional space) varlığıdır.
Daha önceki
sayfalarda yazdığım gibi, gender’ın psikanalitik bir kavram olmadığıyla ilgili
ana-akım psikanaliz çevrelerinde fazla dile getirilmeyen ancak üzerinde mutabık
olunan bir kanı var gibidir. Önceki paragrafta dile getirdiğim özelliklerle
düşünürsek, yani gender’ın bedensel gerçeklikle ilişkisi olsa da, diğerini
paranteze alacak şekilde düşlemlenen bedene dayalı olması sebebiyle -ki bu onu
tamamen geçiş alanı olgusu yapar- gender psikanalitik bir kavramdır. Hatta
diyebilirim ki bugünün dünyasında cinsel kimlik üzerindeki yoğun tartışmaların
harareti düşünülürse psikanalizin belli bir süredir kaybettiği dinamizmi geri
kazanacağı bir psikanalitik kavram odağı olmaktadır.
Virginia Woolf (2010 [1958]) biyografik çalışmalarında incelediği
kişilikleri ele alışında bir tarafta teklik/kesinlik diğer tarafta
çoğulluk/belirsizlik arasında bir karşıtlık kurar ve ilkini Granit’e ikincisini
Gökkuşağı’na benzetir. Granit, kişilikteki sabit, katılaşmış ve kolay dönüşüme
uğramayan özellikleri simgelerken; gökkuşağı değişken, çoğul ve akışkan
özelliklerin gösterenidir. Psikanalistler olarak biz araştırmalarımızda
Granitleri bulmanın yanında Gökkuşağı’nı görmeyi ve anlamayı da hedeflemeliyiz.
Kendi Gökkuşağı’nı yakalayamayan veya ondan kaçan analistlerin başkalarının
Gökkuşaklarını yargılaması ve Granitleri yüceltmesi analiz sürecini yok eder ve
analisti moralist yapar.
______________________________________________
*Editör Notu: Psikeİstanbul
tarafından düzenlenen “Cinsiyet, Cinsel Kimlik ve Cinsellik” sempozyumunda
sunulan ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından aynı isimle
yayımlanan kitapta yer alan bu yazı (bkz: https://bilgiyay.com/kitap/cinsiyet-cinsel-kimlik-ve-cinsellik/) yazarın izni ile yeniden yayımlanmıştır.
______________________________________________
Balsam, R. (2001). Integrating male and female elements in a
woman’s gender identity. Journal of American Psychoanalytic Association,
49, 1335-1360.
Beauvoir, S. (1949). Le deuxieme sexe (Cilt 2). Paris: Gallimard.
Guignard, F. (2012). “Baba kimsin sen?”: Baba işlevi ve ötekinin keşfi. I. Ertüzün (Haz.). Baba İşlevi, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı içinde, (s. 39-47). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Halperin, D. (2002). How to do the history of homosexuality. Chicago, IL: University of Chicago Press.
Joannidis, C. (2013). Algılayan bedenden düşlemlenen vücuda. M. Tanık Sivri (Haz.). Tefekkür Yakınlıkları, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı, Şimdi ve Burada Dizisi içinde, (s. 173-185). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kaës, R. (2007). Linking, alliances and shared space. Londra: International Psychoanalytic Association.
Kubie, L. (1974). The drive to become both sexes. Psychoanalytic Quarterly, 43, 349-426.
Ogden, T. (1994). The analytic third: Working with intersubjective clinical facts. International Journal of Psychoanalysis, 75, 3-19.
Scharff, D. E., Scharff, J. S. (2011). The interpersonal unconscious. Lanham, MD: Jason Aronson.
Sweetnam, A. (1996). The changing contexts of gender: Between fixed and fluid experience. Psychoanalytic Dialogues, 6, 437-459.
Sweetnam, A. (2000). Sexual sensations and gender: The psychological positions and the erotic third. Fort Da, 6, 87-100.
Woolf, V. (2010). Granit ve gökkuşağı. (İ. Güzel, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları. (Özgün eser 1958 tarihlidir).
Woolf, V. (2011). Orlando: Yaşam öyküsü. (S. Akar, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları. (Özgün eser 1928 tarihlidir).
Beauvoir, S. (1949). Le deuxieme sexe (Cilt 2). Paris: Gallimard.
Guignard, F. (2012). “Baba kimsin sen?”: Baba işlevi ve ötekinin keşfi. I. Ertüzün (Haz.). Baba İşlevi, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı içinde, (s. 39-47). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Halperin, D. (2002). How to do the history of homosexuality. Chicago, IL: University of Chicago Press.
Joannidis, C. (2013). Algılayan bedenden düşlemlenen vücuda. M. Tanık Sivri (Haz.). Tefekkür Yakınlıkları, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı, Şimdi ve Burada Dizisi içinde, (s. 173-185). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kaës, R. (2007). Linking, alliances and shared space. Londra: International Psychoanalytic Association.
Kubie, L. (1974). The drive to become both sexes. Psychoanalytic Quarterly, 43, 349-426.
Ogden, T. (1994). The analytic third: Working with intersubjective clinical facts. International Journal of Psychoanalysis, 75, 3-19.
Scharff, D. E., Scharff, J. S. (2011). The interpersonal unconscious. Lanham, MD: Jason Aronson.
Sweetnam, A. (1996). The changing contexts of gender: Between fixed and fluid experience. Psychoanalytic Dialogues, 6, 437-459.
Sweetnam, A. (2000). Sexual sensations and gender: The psychological positions and the erotic third. Fort Da, 6, 87-100.
Woolf, V. (2010). Granit ve gökkuşağı. (İ. Güzel, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları. (Özgün eser 1958 tarihlidir).
Woolf, V. (2011). Orlando: Yaşam öyküsü. (S. Akar, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları. (Özgün eser 1928 tarihlidir).
[1] Yazının özünü kavrayan Hakan Kızıltan’ın “gender”ın bu
kullanımıyla ilgili önerdiği “ruhun cinselliği” veya “ruhsal cinsellik” çeviri
alternatiflerini anmak isterim.
[2] “Gender” kavramı ilk kez bugünküne yakın bir anlamda 1955 yılında Money, Hampson ve Hampson tarafından Johns Hopkins Hastanesi’nin bülteninde hermafroditizm konulu bir makalede kullanılmıştır.
[3] Orijinali “Zeitgeist”.
[4] Kubie bu makalesinde insanın en temel dürtülerinden birinin her iki cinsten de olmak olduğunu ileri sürer. Ona göre cinsel arzunun temelinde bu vardır. Cinsellikteki “bir olma” arzusu iki parçanın bir araya gelerek bütüne ulaşma isteğine dairdir.
[5] Cinsiyet ile arasında bağlar kurulan çeşitli olguların ifade biçimlerinin şekillendirdiği gender özelliklerinin “güç” olgusuyla sınırlı olmadığı fikrindeyim. Tarihin o noktasında hâkim olan üretim-tüketim ilişkilerinin üzerine odaklandığı ve altını çizdiği kavramlar nelerse, cinsiyet ve o kavramların toplumsal ifade biçimleri, sosyal tezahürleri, kültürel temsilleri arasında ilişkiler ortaya çıkmakta ve o dönemin gender yapısı bu ilişkilere göre kurulmaktadır.
[2] “Gender” kavramı ilk kez bugünküne yakın bir anlamda 1955 yılında Money, Hampson ve Hampson tarafından Johns Hopkins Hastanesi’nin bülteninde hermafroditizm konulu bir makalede kullanılmıştır.
[3] Orijinali “Zeitgeist”.
[4] Kubie bu makalesinde insanın en temel dürtülerinden birinin her iki cinsten de olmak olduğunu ileri sürer. Ona göre cinsel arzunun temelinde bu vardır. Cinsellikteki “bir olma” arzusu iki parçanın bir araya gelerek bütüne ulaşma isteğine dairdir.
[5] Cinsiyet ile arasında bağlar kurulan çeşitli olguların ifade biçimlerinin şekillendirdiği gender özelliklerinin “güç” olgusuyla sınırlı olmadığı fikrindeyim. Tarihin o noktasında hâkim olan üretim-tüketim ilişkilerinin üzerine odaklandığı ve altını çizdiği kavramlar nelerse, cinsiyet ve o kavramların toplumsal ifade biçimleri, sosyal tezahürleri, kültürel temsilleri arasında ilişkiler ortaya çıkmakta ve o dönemin gender yapısı bu ilişkilere göre kurulmaktadır.