Cinsiyetin Öte(ki)si


Kerem Dülger

F
reud, anatominin kader olduğunu söylediğinden beri bir çıkmazdaydı. Bu çıkmaz onu “Kadın ne ister?” sorusunda duraklatmıştı. Bu, onun Oidipus kompleksindeki çıkmazını da açıklar. Erkek çocuk için yol bellidir: Anneden vazgeçip babayla özdeşleşmek. Kız çocuk için ise yol biraz daha karışıktır: Penis kıskançlığından yola çıkan kız çocuk, anneden vazgeçip babaya yönelir; ancak tekrar anneyle nasıl özdeşleştiği sorunsaldır. 
Freud’un tıkandığı yere Lacan bir açılım getirir. Lacan’a göre cinsel ayrım anatomiden bağımsızdır. Freud’un en büyük yanılgısının penisi fallus zannetmesi olduğunu söyleyen Lacan, her iki cinsiyeti de fallusa göre konumlanan özne konumları olarak tanımlar1. Fallus, eksiğin gösterenidir ve her iki cinsiyete de uygulanır. Her ikisi için de eksiklikle ilişkilidir; çünkü her iki cinsiyet de kastrasyona uğrar. Burada Lacan’ı Freud’dan ayıran, kastrasyonu gerçek organların sınırlarının ötesine konumlandırmasıdır. Bunu yaparken bir ayrıma daha gider Lacan: Babayı; etin, kemiğin ve spermin ötesine, Baba-nın Adı’na ya da 1963’te Lacan’ın da eksik bıraktığı hali ile Baba-nın Adları’na yazar. Babalık işlevi, anneyi ayıran, üçüncü terim olarak, ya da yasayı getiren olarak, fallik işlevle özdeştir. Freud’un Totem ve Tabu’daki, cinsel ilişkiyi imkânlı halde yaşayan ve tamamen jouissance içinde olan ilksel ilkel babası oğulları tarafından öldürüldüğünde, bu bir istisnayı doğurur. En az bir erkeğin kastrasyona tabi olmadığı bu istisna konum, istisna olmayanların fantezileri ve düşleri ile ulaştığı konumdur. Bu mitten sonra, kastre edilmiş oğullar kastre edenlere dönüşür. Baba-nın Adı vardır. İster inkâr edilsin, ister men edilsin, ister bastırılsın, herkes kastrasyona tabidir. Fark, kastrasyona verilen cevaptadır. 
Kastrasyon, her iki cins için de bir kaybı, yani jouissance’ın bir kısmının feda edilmesini gerektirir. İşte burada bir ayrım devreye girer ki bu bizi organların ötesine götürür: Fallusun eksiğin göstereni olarak simgeselle ilişki içinde oluşuna karşılık, jouissance “Gerçek”le ilişkilidir. Bu ayrım, bu ilk eksikliğin ya da kaybın nasıl deneyimlendiğine ve ona göre nasıl bir konum alındığına göre dişil ve eril konumları oluşturur. İşte asimetri burada ortaya çıkar. Erkekler tamamıyla “fallik işlev” tarafından belirlenirken, kadınlar tamamıyla “fallik işlev” tarafından belirlenmez. Onları tam yapmayan bir şey vardır. Bunun belli sonuçları vardır: Erkek tamamen simgesel düzenin içindedir, simgesel düzeni kuran zaten onun sınırıdır; o yüzden fallik jouissance ile sınırlıdır. Kadın ise fallik işlevin bir kısmını reddetse de, simgesel düzenin içindedir ve bu yüzden fallik jouissance’a da Öteki jouissance’a da erişimi vardır. 
Burada cinsiyetlenmenin iki düzeyine tekrar vurgu yapmak isterim. Birincisi, dil yüzünden/sayesinde simgesel ile olan ilişkisi (Baba-nın Adı); ikincisi, birincinin Gerçek üzerinde etkisi itibari ile jouissance ve onun konumları ile olan ilişkisi. Bu açıdan bakıldığında cinsiyetlenme sadece kastre olanlar, yani simgeselin içinde konumlananlar için söz konusudur. Baba-nın Adı’nın men edildiği, fallik işlevin işlemediği, dolayısıyla jouissance’ın fallik işlev doğrultusunda yazılmadığı özneler için cinsiyetlenme söz konusu değildir. Günümüzde Schreber vari bir imgenin çevrelediği cinsiyetler (tam kadın ve tam erkek imgeleri) ile ele avuca gelmeyen bir kimlik olarak cinsiyetler vardır. Bu açıdan bakıldığında imgesel özdeşleşmelere indirgenemeyecek bir cinsiyet teorisi ile cinsiyetlenme teorisinin ayrışması gerekir; çünkü öznenin Jouissance konumu belirleyicidir. 
Baba-nın Adı’nın men edilmesi simgesel düzende bir aksaklığa neden olur, bir boşluk oluşur. Beden de bir arada tutulamaz. Nevrozda kastrasyon ile kısmi ama radikal bir kayba uğrayan jouissance, bedende konumlanır ve erojen bölgelere yerleşir. Bu Baba-nın Adı’nın işlevidir. Baba-nın Adı’nın men edildiği psikozda ise bu işlevin tökezlediğini de görürüz. Schreber’in kadına dönüşümü şu düşünceyle başlar: “Cinsel birleşme eylemine boyun eğen bir kadın olmak çok hoş olmalı.”2. Yaşadığı “cinsel şehvet” ayak uçlarından başına kadardı. Denilebilir ki bu jouissance’ın işgalidir ve katlanılmazdır. Sindirim sisteminden boşaltım sistemine kadar hipokondriyak problemler yaşayan Schreber, büyük Öteki konumundaki Tanrı’nın onun kadına dönüşmesi isteğine razı olur. Kadın-a itilme “pousse-à-la-femme” buradan gelir. Bu bir istek değildir, bu bir razı oluştur. Kafa karışıklığı gider ve Tanrı’nın karısına dönüşür. Artık o biricik bir pozisyondadır. Kendi hatıratında, kadına dönüşüm sürecini olanca karışıklığıyla anlatır ve kendisi için bir denge bulur. Hem büyük Öteki’nin huzurunda adlanmıştır -o artık onun karısıdır- hem de jouissance sorununa bir konum bulmuştur; o artık bir kadındır ve yeni ırkı doğuracak olandır. Lacan’ın deyimiyle penisinden men edilen Schreber, bir kadına dönüşerek çözüm bulmuştur3. Baba-nın Adı’nın oluşturduğu boşluğa “kadın” göstereni ile bir ikame sağlar. Freud’un söylediği hali ile dışarıdan delilik emaresi olarak görülen bu semptomlar aslında bir çözüm, uzlaşma girişimidir2
Lacan “Kadın yoktur”, “Cinsel ilişki yoktur” derken bunu Gerçek’le ilişkilendirir. Nevrotik için bu kendisini çoğu zaman cinselin alanında semptomla ifade etme yoludur. Bu Gerçek’i soruya dönüştürmenin yoludur. Histerik, kadınlığın hakikatine ulaşmaya çalışırken bunu bir soruya çevirir: “Kadın nedir?”, “Ben kadın mıyım, erkek miyim?” Çoğunlukla histerik bunu maskülen özdeşleşmeler yoluyla sağlar. Dora’nın Bay K ile özdeşleşmesinde olduğu gibi4. Soru açıktır, cevap ise bir o kadar muğlaktır. 
Sonuç olarak, kimlik olarak cinsiyet elbette tüm özneler için geçerlidir. Günümüz politik ve kültürel söylemlerinin işaret ettiği kimlik mücadelelerinin yanında, bireysel ve biricik olan cinsiyet’ler her bir kişi için hem bir mücadele hem de bir keşif alanı oluyor. Tam bu noktada Lacancı psikanaliz; geleneksel cinsiyetleri, kadın ve erkeği, bedensel gösterenlerin ötesinde fallusla ilişkilerine göre konumlandırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında cinsiyetlenmenin gösterdiği, imgesel bir kimlik olarak karşımıza çıkan cinsiyetlerin farklı yapılanabilecekleri ve bunun hem söylemin hem de öznenin semptomu içinde farklı dolaşımlarının ve etkilerinin olabileceğidir.
Kaynakça
1. Lacan, J. (1998/1972–3). The Seminar of Jacques Lacan, Book XX: Encore 1972– 1973, ed. J.-A. Miller, trans. B. Fink. New York: W.W. Norton.
2. Freud, S. (1911). “Bir paranoya olgusunun öz yaşamsal öyküsünün üzerine ruhçözümsel notlar”. Olgu öyküleri II. İstanbul: Payel Yayınları, 111–189.
3. Lacan, J. (1964). Psikanalizin Dört Temel Kavramı (N. Erden, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
4. Freud, S. (1920). Dora Vakası: Olgu Öyküleri I. İstanbul: Payel Yayınevi.