#Derkenar/3: Kelime, Kitap, Kişi


Hazırlayan: Hatice Göz


#Kitap: Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? - Çetin Balanuye (Ayrıntı Yayınları)
Spinoza’yı ne kadar tanıyorsunuz?
Eğer benim gibi çok az tanıyanlardansanız ve felsefe okumalarınız da çok yoğun değilse; bu kitap hem felsefeye lise yıllarından kalma ezberci bakışın dışında bakmak ve felsefeyi yaşamlarımızın içine almak hem de Spinoza’yla tanışmak -ama sadece tanışmak- için iyi bir fikir olabilir. 
Daha da önemlisi, hüznün hâkim olduğu şu zor zamanlarda sevince kapı aralamak için eşsiz bir çağrı olabilir. 
Felsefede yüzlerce yıldır tartışılan “sevinç” kavramını ele alan yazar,  Spinoza’nın Ethica’sını kaynak olarak alıp “sevince dönüşmek mümkün müdür?” sorusunun peşine düşüyor. Daha kitabın başında şöyle bir uyarı yapıyor: Lütfen bu kitabı, “her yerde satılan ucuz kişisel gelişim kitapları”ndan sanarak elinizden bırakmayın. Yazarın çağrısına uyup ilerleyince anlıyorsunuz demek istediğini.
Biliyorsunuz ki Benedictus Spinoza, 17. yüzyılda yaşamış bir filozof. Henüz 23 yaşındayken dönemine aykırı fikirlerinden kaynaklı bağlı bulunduğu Musevi cemaatinden aforoz edilmiş; hatta tüm toplumdan dışlanmıştır. Kısacık yaşamı kitaplarla geçmiştir ve bu yaşamı da bilgece yaşamıştır.
Toplumdan soyutlanarak türlü zorluklar ve yokluklar çeken Spinoza’yı kısaca anlatarak başlıyor kitap da. Ve sonra, üç bölüm halinde, sevince dönüşmenin mümkünlüğü üzerine tartışıyor. Ama neredeyse her bölümde, “sevinç duymanın kolay, sevince dönüşmenin ise zor” olduğunun altını çiziyor Balanuye. 
İlk bölüme, sevince dönüşmemizin önündeki bazı bariyerleri açarak başlıyor yazar. Bu noktada ilk olarak zihnimizde bulunan ve biz farkında olmadan bize yön veren gizli varsayımlarımızı ele alıyor. Bunlardan ilki de “aşkıncılık”:
İçine doğduğumuz kültür, inançlarımızın neredeyse tümünü belirler. Kendimizi “inanmış” bulur, bu inancı sorgulamayı da çoğu zaman gerekli görmeyiz. Bu kitaptaki amacımız inançlarımızın temelsizliğini göstermek değil. Çok daha basit bir şeyin peşindeyiz: Farkına bile varmadan benimsediğimiz varsayımlarımız ve bunlardan türeyen inançlarımızın gerçekte bizi sevinçten uzaklaştırıyor olabileceğini göstermek istiyoruz. 
Buradan hemen sonra, “özgür irade var mıdır” sorusunu sorar ve oradan da “erekselcilik” kavramlarını inceler yazar. Özgür irademizin olmadığı kabulüyle ilerler hem de. Ve sorar: Bütün bir yaşamı, ne ve neresi olduğunu bilmediğimiz bir başka yaşamda rahat, mutlu olmak için mi geçireceğiz, yani tüm hayatımız oraya varmak için hüzünlü bir yaşama katlanmak mı olacak yoksa yolda olmaya mı odaklanacağız? 
Biz, hele de bu çağda hep ileriye doğru koşuyor ve buna da yaşam diyoruz. Oysa doğadaki diğer canlılar sadece o an “var kalma” çabası içindeler. Belki biz de hiyerarşiler fikrinden çıkıp, kendimizi varsayımlarımızdan sıyırmaya çalışarak buna göre bir “var kalma” çabasına girebiliriz diyor. 
Belki de tüm yaşam, eşsiz bir senfonik bestenin canlı orkestrasında çalmak gibidir; her birimiz, her bir varlık, canlı ya da cansız her bir zerre, senfoninin bütüncül melodisine katkıda bulunurken bu sonsuz uzunluktaki konserin kaydı tutulmayacak, kimse tarafından icranın tümü dinlenmeyecektir. Böyleyse bile (ya da tam da böyle olduğu için), senfonideki bir çığlık, bir alkış, bir kaplumbağa sürünüşü ya da bir obua nefesi olmanızın neresi hüzünlüdür? Kozmik bir festivalde olduğumuzu bilerek yaşamak, burada ve şimdi senfoniye katılmak sevinçli bir meşguliyet olamaz mı?
Kitabın, etkin bir güce dönüşmeyi anlatan ikinci bölümü, “Çocukluğum ve ilk gençliğim, kafası çalışan yoksulların arasında geçti. ‘Hem kafaları çalışıyor hem de neden yoksullardı’ diye soranlarınız olabilir diye söylüyorum, henüz başaramadıkları için yoksullardı.” cümleleriyle başlıyor. Başaramayanlar da vardı, başarmak için hâlâ çabalayanlar da, çoktan güçlü olanlar da vardı, bir türlü gücü yetmeyenler de…
Peki ama nasıl etkin bir güce dönüşeceğiz? Sorunun yanıtını şöyle veriyor Balanuye: 
Etkin bir güce dönüşmek ancak var-kalma çabamızı çeşitlendirerek ve bu arada diğer varlıklarla karşılaşma fırsatlarını değerlendirmekle olanaklı; bu başarıldığı ölçüde sevinçli duygulanışlarımız artmakta, eşzamanlı olarak da etkileme gücümüz çoğalmaktadır. 
Ve bütün bunlardan sonra, son bölümde, insanın toplumsal yapısının altını çizip kolektiviteye vurgu yapıyor. Tek başımıza sevince dönüşmek ne mümkün ne de anlamlıdır diyor. Hatta şunu da söylüyor: Ya hep beraber ya hiçbirimiz. Böylece aslında sadece bireysel değil toplumsal bir sevince dönüşme çağrısı da yapıyor yazarımız. 
Akıcı ve berrak bir dille, yaşamlarımızın içinden bir felsefe kitabı bu kitap.

#Kişi: Paulo Freire
“Özgürleşme bir praksistir: İnsanların üzerinde yaşadıkları dünyayı dönüştürmek için düşünmesi ve eyleme geçmesidir.” 
(Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, s.56.)
Eleştirel pedagojinin önde gelen isimlerinden olan Freire, geleneksel eğitim modeline yönelik eleştirileri ve özgür bireyin gelişimine hizmet edecek eğitimin nasıl olabileceği üzerine fikirleri ve bu fikirleri tartıştırdığı kitaplarıyla tanınır. 
Latin Amerika’da dünyaya gelen Freire, bu bölgenin binlerce yıllık tarihini, toplumsal hafızasını ve bilincini kendinde taşır. 1940’lı yıllarda, Brezilya’daki ekonomik buhranın etkileri tüm yaşamı sarmıştır. Freire, tam bu dönemde, halka okuma yazma öğretme yolundaki çalışmalarını geliştirir. 
Ona göre, klasik eğitim anlayışı, egemenlerin çıkarınadır. Düşünmeye yönlendirmez, eleştiriye ve tartışmaya açık değildir. Mevcut statükonun devamını sağlamak adına tasarlanmıştır. Bir verici ile alıcı arasında tasarlanan bu eğitim sisteminde öğrenciler birer yatırım nesnesi, öğretmenler ise yatırımcı olurlar. Başkalarını bilgisiz kendisini ise bilginin sahibi olarak gören bu anlayış baskın ideolojinin temel özelliklerindendir. Böylece, ezilenlerin bilinci kolayca şekillendirilebilecek ve ezenlerin egemenliği riske girmeyecektir. Eğitim sistemi sayesinde bu döngü yeniden üretilecektir.
Bunun karşısında o özgürleştirici bir eğitimi savunur. Freire’ye göre özgürleşme bir armağan değil, ezilenlerin öznesi oldukları bir katılımın ürünüdür. 
Freire, “Eleştirel Pedagoji” kitabında; problem tanımlayıcı eğitim modelinde, öğretmen ve öğrenciler, düşünme edimini eylemden koparmadan, aynı anda hem kendileri hem de dünya hakkında düşünürler ve böylelikle düşünme ve eylemde bulunmanın gerçek bir biçimini oluştururlar, der. Bunu praksis olarak adlandırır. Bu sistem içinde insan kendini hep oluş halinde olan, arayan, etkilenen ve aynı zamanda etkileyen bir varlık halinde tanımlar. 
Ona göre eğitim tarafsız da olmaz. Gelişimin, özgürleşmenin önünü açabilirken; tersine bunun önünü de kapatabilir. 
O kısaca insanlarda eleştirel bir bilinç oluşturmaya çalışmış, bu yolla da özgürleşmiş bir dünya kurmayı hedeflemiştir. Bugün hâlâ, eğitim bilimleri ve eleştirel pedagojide Freire tartışılmakta ve çalışmaları kullanılmaktadır. Tamamıyla uygulanmasa da onun yazdıklarıyla eğitime yeni yaklaşımlar gelmiştir. 

#Kelime: Metafor
Metafor kavramı, kendine edebiyattan felsefeye psikolojiden sanatın çeşitli dallarına kadar geniş bir yelpazede yer bulmuştur. Metafor, dilbilim alanında da oldukça kullanılan bir kavramdır. Çoğunlukla sinema ve edebiyat alanıyla ilgiliymiş gibi düşünülse de aslında bu kavram hayatımızın her alanında kendine yer bulur.
Metaforların dil ve düşünce bağlamında hayatımızda önemli bir yeri var. Özellikle psikoterapi ve psikanalizde çokça kullanılır. Çoğu zaman, anlatmakta güçlük çektiğimiz, karmaşık duyguları metaforlar yardımıyla karşımızdakilere aktarmaya çalışırız. Var olanı en yalın ve yaşadığımız deneyimi gerçeğine en yakın şekilde ifade edebiliriz. 
Metafor kavramının kökeni de tam buradan gelir. Yunan dilinde taşımak anlamına gelen “metapherein” sözcüğünden türemiştir. “Meta” öte anlamına gelirken “phrein”, taşımak anlamına gelir ve dilimize Fransızca’dan geçmiştir. 
Türkçe karşılığı TDK’de “mecaz” olarak geçse de aslında çok daha karmaşık anlamlar taşır. Eğretileme olarak kullanılan karşılığı ise, Arapça’da ödünç alma anlamına gelen “istiare”den gelir. Başka bir yere ait olduğu bilinen sözcüğün geçici olarak kullanılması şeklinde yorumlanabilir. Böylece, anlama başka biçimde katılamayacak bir derinlik katar. 
Kişilerin kullandıkları metaforlar, duygu ve düşüncelerin aktarımındaki anlamı pekiştirir. Soyut bir söylem gibi dursa da, aslında metaforlar yaşantıdan kazanılanların dile yansımasıdır.