Baran Gürsel’le Röportaj: “Salgın Ortamının Ruhsal Etkileri Sadece Bireysel Değil, Kolektif de Olabilir.”
Haz. El Yazmaları
El yazmaları’nın notu: Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği (TODAP) üyesi Psikolog Baran Gürsel ile, Covid-19 günlerinin toplumsal ruh sağlığına, düşünme ve davranma biçimlerimize etkilerini, yaşanan kaygı ve korkuyla baş etme yöntemlerimizi, “sosyal mesafe”yi ve bu süreçten kolektif bir çıkış için hangi adımları atabileceğimizi konuştuk. Siz sevgili okurlarımızın ilgisine sunarız.[1]
EY: Fantastik gibi duran ama oldukça gerçek bir sürecin içerisinden geçiyoruz hep birlikte. Yaşam biçimlerimiz, planlarımız radikal olarak değişiyor. İnsanlık tarihi boyunca birçok salgın yaşandı. Şimdi de bir pandemi hâli var. Türkiye dahil olmak üzere iki yüzden fazla ülkede bu pandemi çeşitli psikolojik etkileri de beraberinde getiriyor. Pandeminin yarattığı ruh hâlini bir psikolog olarak siz nasıl açıklarsınız? Pandeminin ne gibi etkileri oluyor ya da olabilir?
B: Herhâlde -alanımız psikoloji olsun ya da olmasın- hepimizin anlamaya çalıştığı bir şey bu. Süreci ruhsal veya herhangi bir açıdan anlamaya çalışırken bu sürecin, onu anlamaya çalışanlar üzerinde de bir basınç uygulamakta olduğunu akılda tutmakta fayda var. Dolayısıyla elbette, bilgi, deneyim ve birikimlere dayalı belli çıkarımlar yapmaya ve belli fikirlere tutunmaya çalışıyoruz ama sürecin, bizi de içine alan temel bir özelliğini teslim edelim: Belirsizlik.
Hayatlarımız ve toplumsal ilişkilerimizde tahribata yol açacağı büyük ölçüde belli olan ama tahribatın, ne zaman ve ne süreyle, ne yakınlıkta ve ne derinlikte olacağını bilemediğimiz bir gerçekliğin içindeyiz. Bu belirsizlik durumu, hâlihazırda yaşadığımız kayıp, engellenme ve mahrumiyetlerle olduğu gibi, olası kayıp, engellenme ve mahrumiyetlerle de bezeli.
Durumun ruhsal etkilerini de bu bağlamda düşünmeye çalışırsak, bu deneyimin elbette zorlukları var ve yaşadığımız bu zorlanmalar bizi farklı farklı yönlere itebilir.
Bu yönler, içinde bulunduğumuz daha genel (örneğin kapitalist ilişkilerin özellikleri ve siyasal düzenler) ve daha özel toplumsal koşullardan (hangi sınıftan, sınıfın hangi kesiminden olduğumuz, hangi toplumsal kesimden olduğumuz, sosyal ilişkilerimizin özellikleri vb.) bireysel özgünlüklerimize (biyografik öykümüz, bedensel durum ve öykümüz, hayatımızda o an olup bitenler, vb.) kadar farklı unsurların etkileşimleriyle belirlenir.
Örneğin bazımız çaresizlik duygusunun baskınlığında, tutunabilecek birilerini-duyguları-düşünceleri bulmakta zorlanır, pek ışığın giremediği bir (ruhsal) dünyayla baş başa kalmış ya da orada hapsolmuş gibi hisseder.
Bedeni, belki düşünceleriyle birlikte hareketsizleşir, belki de acıları kendi dilinde açığa vurur. Bazımız bir yandan bu (ruhsal) dünyaya gelecek güçlü bir ışık niyetine, bir yandan da güncel gerçekliğin sarsıcı kuvvetine karşı ve onunla ilişkisi sınırlı olan, birilerine-düşüncelere-duygulara yönelir.
Tutunulan “kesin olanlar”la, hissedilen karmaşalar birbirini mütemadiyen takip eder. Bazımız güncel gerçekliği yer yer kısmen unutarak, yer yer onun sert gövdesinde tutunacak başka dallar bulup o yolla farklı birilerine-düşüncelere-duygulara varmaya çalışarak zamanı geçirir. Burada kaygıyla birlikte, bugünlerin de bir sonrasının olduğu duygusu ve hasarları birlikte aşma arzusu daha canlıdır. Bu deneyim biçimlerinin birinde bir süre kalmak veya bunlar arasında gidip gelmek ihtimaller dahilindedir ve sembolik biçimde ifade ettiğim bu üç tür deneyimin türlü somut görünümleri olabilir.
Bu deneyimlere baktığımızda kendi ve kolektif toplumsal sorumluluğumuza ilişkin de şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Yoğun kaygıların ve çaresizliğin baskın olduğu deneyimleme biçimlerine karşı, erişilebilir (ilişkisel, fikirsel, duygusal, kurumsal, vb.) dalların görülebildiği deneyimlerin çoğalabilmesi için gereken (bireysel, ilişkisel, kurumsal, vb.) koşulları düşünmek, tartışmak, oluşturmak.
Salgından korunmak ve başkalarını da korumak adına evlere çekilmeye başlanılan bir dönemi yaşıyoruz. Ancak, evde kapalı kalmanın da olumsuz etkileri açığa çıkıyor zamanla. Özellikle, hâli hazırda obsesyonları-özellikle temizlik üzerine- bulunan kişiler için bu süreç daha da zorlayıcı geçebiliyor. Temizlik neredeyse bütün bir günü kaplayabiliyor. Bir de bunun yanında, kaygı düzeyini arttıran haberleri okumak ve sadece bu konu odaklı paylaşımları takip etmek insan zihnini neredeyse işgal ediyor. Bedenimizi korumak kadar psikolojimizi de korumamız ve zorlu bu sürece hazırlamamız gereken bir zamandan geçiyoruz. Bu süreci evlerde- (çalışmak zorunda değilsek elbette(!)- geçirirken neler yapabilir nelere odaklanabiliriz?
Buna dolaylı bir cevabım var. Salgın süreci insanlar arasındaki, farklı toplumsal kesimler arasındaki, farklı toplumlar arasındaki, bireyle toplum arasındaki ilişkilerin yeniden düşünülmesi için imkânlar yaratıyor sanki. İzlediğimiz her haberde, sokağa her çıkmayı-çıkmamayı, geçmişi-geleceği, yakınlarımızı-kendimizi, evde kalabilenleri-kalamayanları, çocukları-yetişkinleri, az-çok risk altında olanları, başka ülkelerde yapılanları-yapılmayanları, kapitalizmin zararlarını, sağlık sistemlerinin yetersizliklerini… her düşündüğümüzde aslında bu ilişkileri (insanlar arasındaki bağları) düşünüyoruz. Bazen bilerek, bazen bilmeyerek, bazen olumlu, bazen olumsuz duygularla ama çoğunlukla yüklü duygularla bunu yapıyoruz. Bu süreçte başkalarını ve toplumsal ilişkileri düşüncelerimize daha çok davet ediyoruz. Zihnimiz de epey kalabalıklaşıyor.
Tabii ki bunun huzursuz, kaygılı ve belki kaotik bir tarafı var ama öte yandan meraklı bir tarafı da olabilir ve/veya bu tarafı daha canlı hâle getirebiliriz. Zihnimizdeki kalabalığı düşünme ve yeniden düzenlemenin yollarını arayabiliriz.
Mevcut koşulları ve olası hasar ve kayıpları mümkün mertebe taşıyabilmek zihnimizdeki ilişkileri canlı, yenilenebilir ve zengin tutmakla mümkün olur herhâlde. Bunu da, hâlihazırda sahip olduğumuz huzursuz meraklardan yola çıkarak yapmaya çalışabiliriz örneğin.
Bunun için belli aktiviteleri diğerlerinden üstün tutmak anlamlı olur mu bilmiyorum, çünkü evde yapılan (veya işe gidip gelirken yapılan da olabilir) aktivitelerin ilgili kişinin ruhsal dünyasında nereye denk düştüğünü bilemeyiz. Ama yapılan herhangi bir aktiviteyi (haber okumak, şiir yazmak, birini düşünmek, sohbet etmek, boş durmak, vb.) belli sorular eşliğinde düşünmeye çalışmak anlamlı olabilir: burada kendimize, başkalarına, topluma, geleceğe ilişkin neleri arıyoruz? Bu sorularla kendi kendimize ve başkalarıyla birlikte oynamanın bir anlamı olabilir diye düşünüyorum.
Bir yandan da “sosyal mesafe” çağrıları yapılıyor. Sosyal ilişkiler çoğunlukla internet ya da telefon üzerinden ilerliyor. Siz bu kavram üzerine neler söylersiniz; mesafeler nasıl olacak, toplumsallık nasıl sürecek?
“Sosyal mesafe” kavramı güncel pratikleri tanımlamak için en doğru kavram mıdır bunu bilemiyorum ama ne bu kavramın kendisinin sosyallikteki eksilmenin asli sorumlusu olduğunu, ne de doğrudan “fiziksel mesafe” gibi bir kavramla değiştirilerek sosyallikteki kayıpların tamir edilebileceğini düşünüyorum.
Bana kalırsa “sosyal mesafe” kavramı, içinde olduğumuz ve içine daha da gireceğimiz anlaşılan mesafelenme tarzının gerçekten, doğrudan, ikame edilemez şekilde kaybettirdiklerine dair bir işaret barındırıyor.
Evet, kaybettiğimiz bir sosyallik ve sosyallikte kaybettiklerimiz var. Göz teması, bedensel temas, aracısız ses iletimi, koku, karşılıklı bedensel konumlanmalar, kalabalık olabilme, mekânda bulunabilme, vb. gibi birçok, sosyallik açısından kurucu fiziksel etkileşim yolu kaybedilmiş oldu.
Bu kayıpların geride bıraktığı boşluk ve diğer etkiler üzerine zaman içinde düşünmeyi önemli buluyorum.
Bu etkileşimler bir gün yeniden gerçekleştirilecek belki ama o zaman da bu “sosyal” kayıpların izleri bu ilişkilerde taşınıyor olacak. Bu nedenle bu kayıpları kavramsallaştırabilmemizi, düşünebilmemizi ve nihayetinde onların yasını tutabilmemizi önemli buluyorum.
Öte yandan, güncel ve görece eksik sosyalleşme biçimlerimiz üzerinden yeni bağlar kurmaya ihtiyacımız olduğunu ben de düşünüyorum.
Bu başka yollarla da olabilir tabii ama ben, bu bağların dayanışmacı kurumlar ve sınıf örgütlerinin “ev sahipliğinde” gerçekleşebilmesini, yani bu kurumların “sosyal mesafe” şartlarına uygun mekânlara dönüşmesini önemli buluyorum.
Bu kurumlar –internet kesintileri dâhil olmak üzere- çeşitli şartlar altında hem açık hem de güvenli (belli sınırların korunduğu) alanlar hâline gelebilirse, hem mesafe kurallarını kendimizin belirleyeceği hem de birlikte geleceği düşleyebileceğimiz alanlarımız olmuş olur. Herhâlde o zaman, önceki cevaba referansla söylersem, zihnimize girmiş olan kalabalığın kaosunun yatışması, kalabalığın bir ölçüde tanıdık hâle gelmesi ve (alternatif) toplumsal ilişkilerin düşünülmesi de mümkün hâle gelir.
Bir diğer ruh hâli de komplo teorilerine kapılmak. Sürekli daha “kötü” şeylerin olacağı fikrine saplanmak… Deprem haberleri, çekirge sürüleri vb. Bunlar elbette bir yandan gerçekler ama öbür yandan da korunup atlatabileceğimiz şeyler. Bu düşüncelerle ilgili ne söylersiniz? Böyle dönemlerde yaygın mıdır bu?
Üç farklı düşünce nesnesinden bahsetmişsiniz: komplo teorileri, sürekli daha kötü şeylerin olacağı fikri, deprem ve çekirge sürüleri. Bunlar arasındaki farktan yola çıkarak şöyle bir düşünce egzersizi yapabiliriz. Bu üçünü, toplumsal/maddi gerçeklikle ilişki kurmanın üç farklı şeklinin örnekleri olarak düşünelim.
Birincisinin (komplo teorileri) bir yandan, kontrol edilebilir ve bilinebilir bir evren/olay tasarımı sunması ve bilgiye sahip olana hem hâkimiyet hem de özel olma duygusu vermesi nedeniyle, yoğun çaresizlik ve güçsüzlük hislerine karşı bir cazibesi olabilir –ki gerçekten ne kadar inanan olduğuna ilişkin bir bilgim yok.
Dolayısıyla burada toplumsal gerçekliğin eksiklerinden ve kuvvetinden arındırılarak tersine çevrilmesi eğilimi söz konusudur.
İkincisini (sürekli daha “kötü” şeylerin olacağı fikri) –tabii, bir bağlamda- olayların gidişatına ilişkin yine bir kontrol duygusunun korunmasına dayanan ama bunu, olan şeyin aynı şekilde olmaya devam edeceği düşüncesi çerçevesinde yapan bir eğilim olarak düşünebiliriz.
Dolayısıyla burada toplumsal gerçekliğin (algılandığı şekliyle) olduğu gibi değişmez kalacağının var sayılması söz konusudur. Bu iki düşünce de toplumsal/maddi gerçekliğin bir düzeyde yadsınması üzerine kuruludur. Ve başka yolla değiştirilmesi/aşılması arzusundan yoksundur. İlk soruda konuştuğumuza paralel şekilde salgın koşullarında da böyle yadsımaların ve arzu silikleşmesinin ortaya çıkması ihtimal dâhilindedir.
Bununla birlikte üçüncüsü (deprem ve çekirge sürüleri haberleri), toplumsal/maddi gerçeklikle daha farklı bir ilişkiye işaret ediyor gibi düşünebiliriz. İkisi de –komplo teorileri ve kötümserliğin aksine- gerçekliği yadsımanın aksine iki toplumsal/maddi gerçeğe işaret ediyor; rant ile plansızlık ve küresel iklim değişikliği. Dolayısıyla bir yandan hem koşulların yarattığı kaygıyı hem de hedefi aynı anda gösteriyor. Salgın konusunda da bu tarz düşünme biçimlerini geliştirmemizin anlamlı olduğunu düşünüyorum; tümgüçlülük veya çaresizliğe kaymadan kaygıyı taşıyabilmek ve değişimin hedefini belirleyebilmek.
İçerisinde bulunduğumuz yeni durum herkesi farklı biçimlerde bir şekilde etkiledi, etkiliyor. Ama öbür yandan yapılabilecek şeyler de var: Kolektif düşünme ve davranma, dayanışma gibi… Siz bunlara dair ne söylersiniz? Bizi, bu zamanlarda ruhsal olarak ayakta tutacak olan düşünme ve davranma biçimi ne olabilir?
Önceki sorularda biraz bunlara değinmiş oldum ama burada biraz ekleme yapabilirim. Dediğiniz gibi kolektif düşünmek ve hareket etmek çok önemli bence de ama şunu özellikle akılda tutmakta fayda var: Salgın ortamının ruhsal etkileri sadece bireysel değil, kolektif de olabilir. Yani bu türden etkileri, her boyuttan grubumuz, kolektif ortamımız ve kurumumuzun hareket tarzı, perspektifi, müdahalesi ve söyleminde de görebiliriz.
Bana kalırsa bu dönemde bu eğilimlere karşı biraz uyanık olmaya çalışabiliriz. Örneğin grup, içeridekileri bir “bir” olma ideali, mutlak fikirler ve yanılmazlıklar çerçevesinde birleştiren bir ortam olarak algılanabilir. Bu tür ortamlarda çoğunlukla belli kişiler bu doğruların taşıyıcısı kabul edilir.
Bu çerçevede, öteki kişi, grup ve düşünceler-duygular hiçleştirilebilir, yok sayılabilir. Ya da örneğin grubun, “en iyileri” bir araya getirdiği düşünülerek, dışarıda kalanlar “kötüler” ya da “henüz o kadar iyi olamamış olanlar” olarak algılanabilir.
Katı bir grup ahlakına yaslanılan bu durumda yapılan iyi-kötü ayrıştırması, toplumsal iktidar ilişkileri gözetilmeden, yatay biçimde (sınıf içinde veya baskı altındaki kesimler arasında) yapılır. Bu iki durumda da kolektif varoluşun –bazen öyle görünmemesine karşın ve bir anlamda koruyucu olmakla birlikte- içe kapatıcı, pasifleştirici ve düzen sürdürücü işlevleri vardır.
Bununla birlikte, dış gerçekliğin basıncı ne kadar sert olursa olsun gruplarımızın bazı özelliklerini korumaya ya da bu özellikleri kazanmasına çalışabiliriz.
Örneğin, grup içi farklılıkları yadsımadan, koşullara uygun ve gerçekçi talepler oluşturma özelliği bunlardan biri olabilir. Bu aynı zamanda, toplumsal iktidar ilişkilerini gözeterek, dikey eksenlerde mücadele vermek ve yatay ayrıştırmalara düşmeye karşı uyanık olmak demektir.
Burada, yatay ayrıştırmaya düşmeye ilişkin güncel küçük bir örnek vermek isterim. Evde kalma kampanyaları bağlamında konuşulan evde kalabilenler ve kalamayanlar arasındaki ayrımın doğrudan dikey sınıfsal bir ayrım olduğu anlayışı oldukça yaygındı ama biraz aceleciydi.
Çünkü bu ayrım aynı zamanda işçi sınıfı içindeki bir ayrımdır; öğretmenler, çevirmenler, STK çalışanları, vb. evde kalabilen işçilerken, market, belediye, hastanede çalışanlar evde kalamayan işçilerdir (ilgili dönemde). Dolayısıyla, kuşkusuz var olan eğilimlerimizin de etkisiyle böyle bir dönemde, kolektif düşünce ve hareket tarzlarımızda “kaçaklar” olabilmektedir.
Ama kolektif bir ortam ve dayanışmanın hepimiz için sağaltıcı ve dönüştürücü olmasını istiyorsak eğer, bu “kaçaklara” karşı uyanık olmak önemli gözüküyor. Ancak bu şekilde gruplarımızı ve kurumlarımızı, canlı ve gerçekten dönüştürücü alanlar yapabiliriz diye düşünüyorum.
“Sosyal mesafe” koşullarında gruplar kurar veya var olanları yenilerken biraz bunları aklımızda tutabilir, ortak alanları yeniden inşa etmek ve korumanın, birbirimizi korumak demek olduğunu hatırlayabiliriz.
[1] El yazmaları’nın Baran Gürsel’le gerçekleştirdiği röportaj, ilk olarak şu adreste yayımlanmıştır: https://bit.ly/2Z6LqwQ (Erişim Tarihi: 14.05.2020)