Görüş III • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •

Çağatay Çoker
“Salgın sonrası neoliberal bir yapılanmanın yaşantısının tekrar edebilirliğiyle, bildiğimizden emin olduğumuz her şeyin, özne yapılarımıza kadar dağılıp değişebilir oluşu arasındaki geniş bir ranjda olup bitecek her şey. Benim tahminim ne kadar karanlık da görünse, dağılma ve yeniden yapılanma sürecine girme ihtimalimizde. (…)”


Soru 1: Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız? Bu sürece ilişkin eleştirel bir yorumlama sizce neleri gözden kaçırmamalıdır?

Henüz salgın bitmiş değil. Açıkçası bitecek mi, emin de olamıyoruz, zira bu, buna benzer birçok salgının da habercisi olabilir gibi görünüyor. Henüz içerisinde yaşadığımız dönemi yorumlamak çok güç çünkü olmakta olanı çercevelemek, onu anlamla sabitlemek ve adlandırmak genellikle yaşandığı zamanın dışına çıkıldığında yapılan bir iş.  Şu an bir oluş var ve oluşun yönünü, bildiğimiz dünyaya etkilerini öngörmek güç. Ziyadesiyle yapılan yorumlar, bildiğimiz ve alışkın olduğumuz (kişisel, topluluksal, ülkesel, uluslararası) yaşantıların kurallarının ve dinamiklerinin bu değişimlere nasıl tepki vereceğine dair fantezilere işaret ediyor. Bu sebeple aşikâr olan hiçbir şey yok. Salgın sonrası neoliberal bir yapılanmanın yaşantısının tekrar edebilirliğiyle, bildiğimizden emin olduğumuz her şeyin, özne yapılarımıza kadar dağılıp değişebilir oluşu arasındaki geniş bir ranjda olup bitecek her şey. Benim tahminim ne kadar karanlık da görünse, dağılma ve yeniden yapılanma sürecine girme ihtimalimizde.

Ancak bu belirsizlik aynı zamanda öncesinde gör-mezden gelinen bazı çatışmaların ya da sorunların çok bariz bir şekilde su yüzüne çıkmasını da sağladı. Bu sorunların ilki yumuşatılmış hâliyle eşitsizlikle, ya da daha doğrudan hâliyle “kimin yaşama hakkının kime göre daha öncelikli” olduğuyla alakalı. Hatta “kimin yaşam kalitesindeki stabililitenin, kimin yaşam hakkından daha öncelikli” olduğuyla alakalı.  Kısacası, karantina sürecinde kimin hayatı pahasına kimin korunduğunun analizini son derece nesnel ve duygusal olmayan bir bakış getirmek eleştirel bir yorum için gerekli ilk adım. Zira bu analiz, salgında yaşanan değişime değil, salgın öncesinde varolan ama ustalıkla gizlenen (burada yalnızca devlet aygıtının gizleme eylemini kastetmiyor, aynı zamanda varolan yapıya karşıt söylemlerde pozisyonlanan ancak gizleme pratiklerini gündelik olarak ‘vicdan, nezaket vb.’ gibi kategorilerle yeniden üreten orta sınıf kesimleri de kastediyorum) ve gündelikte sürekli yeniden üretilen eşitsizlik pratik-leri üzerine kurulu bir yapıya işaret ediyor. Daha kısa bir ifade ile salgın, kimlerin hangi haklara sahip olduklarını ve bu sahiplikler anlamında diğerlerine nazaran daha eşit olduklarını görünür kılıyor.  

İkinci olarak, salgın son zamanlarda popülerleşmiş ve biraz daha varoluşsal bir sorunu su yüzüne çıkartıyor: Yaşamsızlığa yaklaşan yok oluşa dair tedirginlik. Türkiye biraz daha geriden geliyor olsa da dünyada ‘komik olan’ cinsellikten, ölüme doğru kayıyor. İnsan için komik olan, rasyonel ve ahlaki evreninin sınırlarına işaret eder. Bu sınırlara yaklaşmak, kazara onları geçmek ve geri dönmek ya da bu sınır geçişi kazara gerçekleşmiş gibi yapmak; yani sınır ötesinin tehdit edici varsayılan ötekiliğinde bir tedirginlik ve güvenlik hissinin çatışması gülmek ile yakından alakalı. Öğrencilerinin “ansiklopedi” kelimesini hecelemelerini isteyen öğretmenin sınıfta yarattığı kıkırdama silsilesini bir örnek olarak düşünebilirsiniz. Cinsellikle ilişkili olan komikliğini belli gruplar arasında yitirmeye başlarken (kastım bel altı esprileri aşağılayanlar değil, zira aşağılamak, değersiz ya da kaba bulmak bu gruplar için bu kavram etrafında granitten bir duvarın olduğunu gösteriyor.) ölüm üzerine yapılan şakalar (elbette belirli gruplar için) artıyor. Bu durum, konuşma alanına giren bir sınır olarak ölümü işaretliyor. Ölüm, (çok önceleri cinsel-liğe ilişkin pratikler için olduğu gibi) sıradan ve gündeliğe ait olmaktan çıkıp, estetize edilmekte olan dehşetin nesnesi hâline geliyor. Aynı zamanda da ölümün belirsizliğinin kabulünden (öznenin de belirsizliğinin bugünkü kadar büyük bir kaygıya yol açmadığını düşünecek olursak), belirsizliğe tahammülün imkansızlaştığı bir rasyonele hızla geçiyor olmamız belki de ölüm üzerine bu denli fantezi üretiyor olmamızı getiriyor. Toplu yıkım (zombi, felaket, uzaylı istilası) fantezileri ve distopyalar, bilim kurgu dünyasının en popüler işleri. Hâlbuki Jules Verne örneği bize fantezisini kurduğumuz şeyleri, kurguyla özdeş olmayan ama ona yakın bir hâliyle gerçekleştirdiğimizi gösteriyor. O hâlde eleştirel perspektifin sorularından biri bu olmalı: Ölüm ve yokoluş üzerine kurduğumuz fantezilerle ne yapıyoruz?
Salgının ortaya serdiği bir üçüncü durum, ölümle yakından ilişkili: Varolmak. Özne, modernleşen ve hızla post-modernleşen toplumda, daha kuvvetli bağlarla kurulu geniş öznelerin referansını yitiren bir geçiş sürecinde, bir ulusal, dini veya politik grubun tanıyan (ve varlık üreten) gözünü ikameten varlığına referans alırken; post-truth döneminde bu referansların devre dışı ve geçersiz kalmaya başla-dığını ya da en yumuşak ifadeyle olumsuz anlamıyla muhafazakâr sayılmaya başladığını görebiliriz. Referanslar kişi ya da gruplar gibi alandan med-yumlara kaymakta.

Bunu anlatmanın en kolay yolu belki sanatın ne ifade ettiğini konuşarak olabilir. Resim, müzik, vb. yapma ediminin, yani zanaatın kendisinin, modern öncesi ve modern dönemde olduğu gibi sanatçı özneyi artık üretmediğini söyleyebiliriz. Web browserlarında çalışan müzik programları, bir enstrüman ve temel müzik bilgisi öğrenmek için harcanandan çok daha az emek ve zaman harcayarak her kişinin yetenekli yeteneksiz ayrımı yapılmadan müzik yapabilmesinin önünü açıyor. Müziği demokratikleştiren ve etme, yapma gücünü herkese dağıtan bu yapılanma içerisinde muhakkak ki değersel ayrımlar oluşuyor. Aynı şey fotoğraf için de geçerli. Fotoğraf maki-nesinin dinamiklerini bilmek ve özel anlar yaka-layabilecek özel bir yetenek ve göze sahip olmak, artık ‘iyi’ fotoğraf çekmek için illaki gerekli bir koşul değil. Birçokları gözüyle gördüğü dünyanın, hâlin, oluşun iyi bir fotoğrafını telefonu aracılığıyla üretebiliyor. Burada bir şey oluyor. Sanat üretimin, sanatçı da üretenin kendisini işaretlemiyor. Sanat, bu ‘iş’lerin üretilebileceği dinamiğe, programa, zemine, aygıta işaret etmeye başlarken, aynı zamanda yaşama ve etkileşme pratiklerini radikal bir şekilde değiştiriyor. Türkiye’de örneğin ‘kişi’nin bakışı önem kazanmaya başlarken (tabii ki geleneksel toplulukla çatışmasıyla etkileşim hâlinde), başka yerlerde kişiden özgürleşen bedenlere dair fikirler radikal de-ğişiklikler arayışında sanatı ve sanatçıyı yeniden tanımlıyor. Benzer durum akademisyen için de ge-çerli. Zira akademik neyin bilgisini üreteceği hazır verilmiş bir bilgi kazıcısına ya da bilim işçisine dönüşmekten, bilgiyi artık varolanın dinamiklerini anlamakla değil, yeni fantezilerin üretilmesi ve ger-çeklenmesiyle ilişkili anlamaya başlıyor. Özne geç-mişten getirdiği pratiği, alışkanlığı, olma biçimini terk etmek ve yeni bir oluşa geçme sürecinde refe-ranslarını kaybediyor, fantezisini kurmakta olduğu üzere belki de dağılıyor ve ölüyor. Ama artık ölüm olumsuz bir değerle sarmalanmak zorunda değil.
* *

Soru 2: Psikolojiyle ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken, bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz? Bu süreç ve yapacaklarımız bu mesleki bilgi ve faaliyetlerimizi nasıl etkiler?

Bu tip kriz dönemleri, içinde yaşamaya alışkın olduğumuz yapıların tamlanmış ve bütünsel bir kapalılık içerisinde olmadığını göstermesi açısından olumlu bir değer taşıyan bir yırtık gibi de düşünülebilir. Tam bulunduğumuz süreçte, paradoksal olanı görme şansını elde edebiliriz. Sadece politik büyük yapılar veya toplumsal mekanizmaları kastetmiyorum, kişi olmayı dene-yimleme biçimimizdeki süreksizlikleri ve kesintileri yok sayma çabalarımız ve savunmalarımız bu dönemlerde aşikâr olabilir. Bence bu hayatı, ölümü, varolmayı ve iyi ve kötü olanı yeniden tasarlama anlamında bir şans barındırır. Kötü, şeytansı, iğrenç ve korkunç olanla konuşma (diyalog kurma) şansı ancak ve ancak rasyonelin ve paylaşılan şizofrenik rasyonelin dağıldığı elektrik kesintilerinde mümkün olur. Karanlıkla alışkın olduğumuz savunma biçimlerini kullanarak baş etmeye çalışmaktansa, bu sefer karanlığa, dehşete, varlığa ve yokluğa, iyiye ve kötüye dair gerçek bir konuşma gerçekleştirebilmeyi denemek mümkün görünüyor. Psikoloğun yapa-bileceği en iyi şey kanımca böylesi bir konuşmanın medyumu, yani sanatçısı olmak olabilir.