Görüş IX • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •

Filiz Torun
“Peki, ev her zaman güven veren, bizim için  sığınacak bir liman, tehlikelerden koruyacak bir  yuva mıdır? Ev aynı zamanda tekinsizliğin, bir iç  sıkıntısının, başka bir ifadeyle ‘asıl tehlikenin’ de mekânıdır.”


1-Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız? Bu sürece ilişkin eleştirel yorumlama sizce neleri gözden kaçırmamalıdır?
Yaşadığımız ve yaşamaya belirsiz bir süre için de devam edeceğimiz, hayatımızı olağanüstü sayılabilecek süre içinde değiştiren salgını halihazırda yaşarken bu sorulara cevap vermek ne kadar mümkün bilememekle birlikte yine de çabalamaya değer olduğunu düşündüğümü söyleyerek başlayabilirim. Sınırları altüst etmesiyle tüm dünyaya dehşet salan virüsün etkilerinden bahsetmek gerektiğinde önce “kayıp” kavramı akla geliyor. Ne çok şeyi kaybettik; yaşadığımız, bizi oluşturan, tanımlayan mekânlarımızı, alışkanlıklarımızı, yaşamdaki sabitliklerimizi... Bunlar ve ilişki kurma biçimlerimizdeki kayıplar, şimdilik görünür olanlar. Hemen peşi sıra baştan aşağı yaşamımızı değiştiren ve onu boylu boyunca kat eden yeni alışkanlıklar geliştirdik. Hem birbirimizden uzaklaştık hem de farklı boyutlarda birbirimize yaklaştık. Çoğu insanın, elbette imkânı olanların diye eklemek gerek, zamanının çoğunu ekran başında, sosyal medyada geçirmesini, sürekli yeni bilgi ağlarının örülmesini, çevrimiçi görüşmelerin, buluşmaların sıklıkla yaşanmasını bizzat deneyimlediğimiz noktada şunu söyleyebiliriz: Tüm bu çabaları kayba verilen bir tepki, kaybın yarattığı boşluğu doldurma çabaları olarak da görebiliriz, manik bir savunma olarak da. Ancak şunu inkâr edemeyiz ki tüm yaşamımızda olup bitenlerle her şekilde baş etme çabası içindeyiz. Bir analizanın ifadesiyle “kıyamet koptu sanırım” ya da çoktan kopmuş olan bir kıyamet söz konusu olan, biz şimdi farkına varıyoruz.
“Sınır tanımayan virüs” sınırlarımıza, evlerimize çekilmemizi sağlarken “ev, yer, mekân” kavramları oldukça önemli olmaya başladı. Bundan sonrası için de sıkça konuşacağımız bu kavramlara biraz daha yaklaşıp şu soruyu sormak gerekli gibi görünüyor. Kayıpları konuşurken, “mekânları, aynı zamanda birbirimizi bulup buluştuğumuz mekânları kaybettik” derken neyi kastediyoruz? Nedir ev ve bize ne ifade etmektedir? Fransız Psikanalist Eiguer “Evin Bilinçdışı” adlı kitabında, yaşadığımız evin de bir bedeni olduğunu ve insanın bedenini yaşadığı yer dolayımı ile tanıdığını ve tanımladığını söyler. Yaşanılan yerin bedene, bedenin de yaşanılan yere karşılıklı yansıması vardır. Ev, kaygılarımızı, umutlarımızı, arzularımızı içerir, tutar. Bir başka Fransız psikanalist Anzieu’nun “deri benlik” metaforundaki gibi, ruhsallığı derinin bedeni kapladığı gibi kaplar. Derinin kasları ve iskeleti tutma işlevinden, kapsayıcılığından bahsetmiştir Anzieu. Öyleyse yaşanılan mekânın da tıpkı deri gibi insanı kapsadığını; düşlemlerini, kaygılarını, umutlarını tutan ve ona haz veren bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Ve evin iç dünyayı temsil ettiğini… Gülten Akın son kitabına adını veren şiirde böyle söyler: “dünya evlere çekildi, içlere”. 
Peki ev her zaman güven veren, bizim için sığınılacak bir liman, tehlikelerden koruyacak bir yuva mıdır? Her zaman değil.  Ev aynı zamanda tekinsizliğin, bir iç sıkıntısının, başka bir ifadeyle “asıl tehlikenin” de mekânıdır (Evin insanlar için yalnızca ruhsal değil fiziksel olarak da dış gerçeklikte -ev içi şiddet olarak- bir tehlike olabildiğini, bu sosyolojik boyutu da akılda tutulması arzusuyla buraya not etmek isterim.) Virüs dış dünyayı tehlikeli yapmış, bizi evlere hapsetmiştir ama tehlikeli olan yalnızca dış dünya değildir. Virüs her birimizi birer tehlike haline getirmiştir. “Tekinsiz” bir durum, birer tehlike hâline gelen bir iç dünya ile karşı karşıya kalmanın dehşeti sanki söz konusu olan. İnsan dış dünyadan gelen tehlikeleri daha iyi kavrayabilir, iç kaynakları çerçevesinde onunla daha iyi baş edebilir. Asıl tehlike, tekinsiz olabilen bir “iç dünya” dır. Oradan çıkacak olanların dehşetini belki de o kadar iyi seziyoruz ki, yalnız kalmamak için zamanı neredeyse özenle dolduruyoruz. Freud 1919 tarihli “Tekinsiz” makalesinde bu kavramı ele alır. “Tekinsiz olan aslında ne yenidir ne de yabancı, tam tersine sadece bastırma sürecinin başkalaştırdığı, fakat ruhsal yaşam için öteden beri tanıdık olan şeydir. Bastırılmış çocukluk karmaşalarını içerir. Bunlar dıştan gelen herhangi bir izlenimle tekrar canlanabilirler veya çocuğun daha ileri bir ruhsal ve zihinsel seviyeye gelmesiyle aşmış olduğu ilkel kanılar tekrardan doğrulanır gibi olur, işte o zaman gerçek yaşamda tekinsizlik [yaşantısı] ortaya çıkar.” (1919). Tekinsiz hem bize benzeyen hem de bize yabancı olandır. Tekinsiz karanlıktır. Ev eğer güvenliyse tekinsiz olan baş edilebilir olacaktır. Zaten karanlık yalnızca korkutmaz aynı zamanda merak da uyandırır. Kendimize dair keşiflere neden olabilir, yaratımın önünü açabilir. Ama iç dünya güvenilir değilse, tekinsize yer açıp onu tutacak iç kaynaklar zayıfsa işte o zaman bu durum kişi için travmatik olacaktır. 
Fransız filozof Catherine Malabou “Karantinadan Karantinaya: Rousseau, Robinson Cruose ve ‘Ben’” adlı yazısında şöyle söyler: “Karantina ancak karantina hâlinden karantinaya girerseniz tahammül edilebilir bir şeydir. Tabiri caizse hem karantina içinde hem de karantinadan karantinaya girerseniz.”. Malabou yazısında 1743 yılında salgın zamanında Corfu’dan kalkıp Messina’ya varan bir gemide olan Rousseau’nun karantinayı diğer herkesin aksine gemide değil de kimsenin kalmayı tercih etmediği bir hastanede kalmayı istemesini konu eder. Tecritin ancak yalnız kalınabildiğinde, yalnızlığı yaşanabildiğinde katlanılabilir olduğunu yazı boyunca söyler. Bu elbette iyi hâlde yalnız kalabilme kapasitesini varlığında mümkün olabilen bir durum olabilir. Aksi halde travmatik deneyim daha derinlere kazınacak, başka bir ifadeyle daha derinlerdekini gün yüzüne çıkarma tehlikesiyle kişiyi karşı karşıya bırakacaktır. 
Öte yandan insanın zihni bunları konuşurken gerçekliğe kaymadan edemiyor. “Ev” herkes için bir imkân olamayabiliyor. “Ev”sizleri, evde “güven” içinde olamayanları (ev içi şiddet), çalışmak zorunda olup evde kalamayanları, sınır tanımayan bir virüs karşısında ülkelerin sınırlarını kapattığı bir zamanda sınırlarda tutulan mültecileri, kelimenin tam anlamıyla tecrit halinde olan mahkûmları düşünmeden edemiyor insan. Nurdan Gürbilek son kitabı “İkinci Hayat” da Martin Jay’den şu alıntıyı yapar: “Evin tekinsiz olduğunu kabul edelim, hayaletlerle yüzleşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların başlarını sokacak bir çatıları olduğundan da emin olalım.”  Bununla birlikte yan yana durmaları arzusuyla başka bir düşünceye, başka bir kaygıya de yer açmak istiyorum. Yossi Triest Psikanaliz Yazıları’nın “Bireysel ve Toplumsal Travmalar” konulu 34. Sayısında “Travmanın Bireysel ve Kolektif Boyutları: (Bilinçdışı) Kâbus Gerçeğe Dönüştüğünde” başlıklı yazısında, toplumsal travmadan bahsettiğimizde topluluğu etkileyen felaketleri düşünmek gerektiğini söyler. “Toplumsal boyutuna göz atacak olursak, ortak yaşanan travmatik bir olayın ne düşündüğümüzü veya deneyimlediğimizi değil; tüm düşünme ve deneyimleme şeklimizi nasıl etkilediğini, ‘yaşadığımız yere' 'nasıl' ve 'neyle' anlam verdiğimizi incelemek durumundayız”. der. Ancak benim asıl dikkat çekmek istediğim, şu cümleleri: “Bir şeyin kolektif travma olarak bilinmesi, bildiğimizi varsaydığımız gerçek kişisel travmanın ne olduğunu bilmekten bizi kurtarır. Hastalar (savaşta dul kalanlar, istismara uğramış çocuklar, vb.) bununla iş birliği yapar ve sığ bir stereotipik mite uyarak çoğunlukla utandıkları kişisel acılarını saklarlar.”
Kayıplardan, kaybın yaşattığı travmalardan bu kadar söz etmişken “yas”tan bahsetmeden olmaz. İnsanların yaşamlarını yitirdiği, yapayalnız öldükleri, geride kalanlarında bu acıyla yalnız kaldıkları, hiçbir tören yapamadıkları, hatta ölülerini gömemedikleri durumdan bahsetmek istiyorum. Bu ülkenin, bu toplumun yabancı olduğu bir durum değil son yaşananalar. Yakından biliyoruz; toplu mezarları, mezarı esirgenen insanları, bir mezara sahip olamayan kayıpları…  Ölüm sonrası ritüellerin, geleneklerin yas sürecinin yaşanabilmesi için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu da biliyoruz. Geride kalanların suçluluğunu da… Bu süreç sonrasında herhalde üzerinde düşüneceğimiz, konuşacağımız bir konu olacak bu durum. Ancak bu yeni sürecin geçmişte yaşanılan acılara karşı şimdiye kadar olan yaklaşımdan farklı olarak inkâr edilmeden, yok sayılmadan tüm kayıpları tanımanın yaşanacağı bir süreç olmasını umuyorum. Bir kayıp her zaman başka kayıpları da gündeme getirir. Ve böylece hem bireysel hem de toplumsal olarak geçmiş kayıplarımızı, acılarımızı tanımanın da yolu açılır. 

2-Psikoloji ile ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz? Bu süre. Ve yapacaklarımız mesleki bilgi ve faaliyetlerimizi nasıl etkiler?
Soru ilk olarak şöyle bir çağrışım getirdi. Freud, Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme’sinde çocukluk kaygılarının kökenlerini ele aldığı bölümde, ileri sürdüğü görüşlere örnek olarak bir gece kendisinin duymuş olduğu, üç yaşındaki bir çocukla teyzesi arasında geçen şu konuşmayı aktarır: Çocuk gece karanlıkta yattığı odadan seslenir. “Teyzeciğim konuş benimle. Korkuyorum, çok karanlık.” Teyzesi “Ne faydası olacak” der, “beni görmüyorsun ki”. “Olsun” der çocuk, “biri konuşunca aydınlık oluyor”. Bu süreç bilinmezliği, belirsizliği, tekinsizliği fazlaca gündeme getiriyor yani karanlığı. En son söyleyeceğimi başta da söylemek istiyorum. Yapabileceğimiz, konuşmak, düşünmek ve ne yaşadığımızla temas etmek yani hissetmek. Son yıllarda o kadar çok şiddetli, yıkıcı olay, travma yaşadık ki… Bunlar için oluşturulan Psikososyal Dayanışma Ağı kapsamında (özellikle 10 Ekim Ankara katliamı sonrası) travma yaşamış insanlarla çalıştık. O zaman terapist olarak bizler de danışanların yoğun olarak yaşadığı “yaşamda kalmanın suçluluğunu” paylaşmakla birlikte onlar bu katliamda bizzat yakınlarını kaybetmişlerdi ya da bedensel ve ruhsal olarak yaralanmışlardı. Oysa burada biz de yaralanabiliriz. Analist-terapist ve analizan-danışan olarak aynı sürecin içinden geçiyor, kendimize ait kayıplar yaşıyor, tehlikeye maruz kalıyoruz.
Psikanalitik uğraşın çerçevesi, önceden belirlenmiş seans süresi, sıklığı, gün-saat ve ücret ile belli bir mekânda uygulanmasıdır.  Bu süreçte seans odalarını kaybettik ki bu da zorluklarımız içinde çok önemli bir yer tutuyor. Yine mekân kaybından bahsediyoruz. Psikanalitik çerçevenin üç ayağından biri mekândır ve aslında zaman algısını belirleyen de mekândır. Yani yaşadığımız olayla hem zaman hem de mekân değişti. Çerçeve ruhsal çalışabilme imkânının garantörü iken, çerçeve “görünüm” değiştirdi. Bu nokta da analistin-terapistin kendisi, kendi iç çerçevesi; analitik çift yani kendisi ve analizanı-danışanı için yeni bir görünüme büründü. Karşılıklı ekran karşısında olmak ya da telefonun iki ucunda, kaybettiğimiz üçüncü boyutun kaybını her an bize hatırlatıyor. Sonra şu sorular: Bu ekrandaki kişiler kim? Kim konuşuyor? Kim kime konuşuyor? Yeni bir tür karşılaşma, buluşma yaşıyoruz her ne kadar “kavuşmayı” dört gözle bekliyor olsak da.  
Analitik sürecin devamlılığının ve analistin varlığının çok önemli olduğunu bildiğimizden çalışmaya devam ediyoruz. Ancak çalışmaya devam edebilmemizde karşımıza çıkacak iki zorluğa dikkat çekmenin, insanlara yardım edebilmemiz ve acılarını duyabilmemiz için önemli olduğunu düşünüyorum. İlki bir inkâra girme tehlikesinin farkında olmak ve bu süreçteki kayıpları konuşabilmek. Elbette her birey kendi hikayesi içerisinde bu travmadan etkileneceği için bu bağı kurmak çok önemlidir. Diğeri ise terapistler olarak bizler de bu sürecin içinden geçtiğimiz için kendi üzerimize düşünmek, kendi kapsanma ihtiyacımızın farkında olarak bireysel süpervizyonlardan ya da süpervizyon gruplarından faydalanmak. 
Yine bir çağrışım. Adalet Ağaoğlu’nun her biri bir başyapıt sayılabilecek “Dar Zamanlar” üçlemesinin ilk kitabı “Ölmeye Yatmak”tır. 12 Mart sonrası yayımlanan, dönemin sosyal ve siyasal kaotik durumunu ele aldığı kitap, travmatik bir süreç oluşturan askeri darbe sonrasında yayımlanmıştır. Romanın kahramanı Aysel bir otel odasında ölmeye yatar. Kitap boyunca Aysel’in iç dünyasındaki çatışmalarını, arzularını, korkularını, tüm yaşamını çağrışımlarla hatırlamasını, bu çağrışımlar üzerine düşüncelerini okuruz. Hepsi hepsi bir buçuk saatlik süredir esasında. Aysel ölmeye yatar ancak bunu yaşamak için yapar. Tüm kitap boyunca yaşamını sorgulamasının sonunda yataktan yaşamak için kalkar. Dar zamanlar üçlemesinin son kitabı ise “Hayır”dır. Adalet Ağaoğlu üçlemeyi bu kitapla bitirir. Kitap boyunca sürekli söylediği şey “tekrara hayır”dır. Aysel’de ölmeye yatmaktan bir anlamda “tekrara hayır” diyerek kalkmıştır. 
Öyleyse içinden geçtiğimiz bu sürecin sonunda ne olup biteceğini kestirmenin, bunu düşünmenin zorluğunu bir yana koyarak, salgın sonrasında ne yapabileceğimizi düşünmeye ve tasarlamaya olan güvenimizi var edebilmeliyiz. Hep birlikte konuşacağımızı, düşüneceğimizi, yaşanılanları dönüştürmek için çalışacağımızı ve ancak böylece yaşama tutunacağımızı bilebilmenin güvenini ise ancak bizi bu duruma getiren yaşantıları “tekrarlamaya hayır” diyerek kazanabiliriz.