Görüş VI • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •
Ekrem Düzen
“Salgın karşısında söyleyecek sözümüz olmayışının sebebi, konuşmaya başlayacağımız yeri kaybetmiş olmamızdır. Salgının, psikologlara, sosyal bilimcilere gösterdiği bence budur. Gezegene musallat telaşın şekilsizliği, cevabını bildiğimizi zannettiğimiz soruların eteklerimize yığıldığını da örtbas etmiş. Şimdi, üzerinde hiçbir tasarrufumuz olmayan bir
salgın molasında, bu soru yığınıyla can sıkıcı boyda çıplakken karşılaştığımızı düşünüyorum.”
salgın molasında, bu soru yığınıyla can sıkıcı boyda çıplakken karşılaştığımızı düşünüyorum.”
Soru 1: Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız? Bu sürece ilişkin eleştirel bir yorumlama sizce neleri gözden kaçırmamalıdır?
Son kırk yıldır şekilsiz bir telaş geziniyor dünyada. Görünce tanınan ama sorulduğunda eşkâli verilemeyen bir acelecilik yayılıyor ortalığa. Bahsettiğim dünya; giderek şehirleşen, sürekli haberleşen, birbirine öykünerek fark atmaya çalışan, kendinde veya elinde ne olduğuna bakmaksızın başkasının her şeyini ve hemen isteyenlerin dünyası. Acıdan kaçınıp hazza yönelenlerin masum dünyası değil bu. Arzusunu yüce bir aşkla veya alçakgönüllü bir hevesle terbiye edenlerin mahrem dünyası da değil. Aksine; mücrim mi mücrim, aleni mi aleni.
Bu biçimsiz telaş dünyasının insanları uykuda bile nefes nefese koşturmaca hâlinde. Her an meşgul. Bitmeyen işlere-işlemlere gömülü. Gün sonu denen zaman diliminden habersiz. Kulağına bağırmayan seslere, gözünü acıtmayan ışıklara kafasını çevirmiyor. Ağzı burnu keskin tatlara, yanık kokulara müptela. Sert ve sivri şeylerle dürtülmezse dokunulduğunu anlamıyor.
Bir zorlama ve zorlanma dünyasından bahsediyorum. Kişi, okumadan imzaladığı kağıtlarda yazılı emirleri yetiştirmeye çabalıyor ki alışveriş yapabilsin, yediğini içtiğini kullandığını tükettiğini ödeyebilsin, evinden işine işinden evine veya bir şehirden başka bir şehre gidip gelebilsin, telefonla konuşabilsin, internete bağlanabilsin, sosyal medyada yer alabilsin. Bunları yapabilsin ki bunları yapabilmek için bir iş, bir kazanç, bir harçlık, bir komisyon bulabilsin. Kredi kartı, telefon, veya kira sözleşmesinde ne yazdığından siyasi otoritenin sorumlu olacağını düşünmeye ne fırsatı var ne mecali. Bu müebbet şartları topyekûn kabul etmezse kapısının zilini değiştiremiyor, bedava dağıtılması gereken bir tülbendi parasıyla bile alamıyor.
Başkasının yapabildiğine, olabildiğine veya elde edebildiğine ulaşmanın, erişmenin yolu böyle bir zorlanma olunca, zorlanmaanlamını kaybediyor. Kurtulmak istenen bir yük olmaktan çıkıp, peşine düşülecek bir cazibeye dönüşüyor. Zorlanan, zorlanmaya katlanacak kadar cezbine kapıldığı bu hareketleri yapabilmeyi, reddetmek bir kenara, talep etmeye başlıyor. Zorlama, cazibe formuna girdikçe katlanma da performans gösterisi hâline geliyor. Diğer yandan, kendisi de başkalarını zorluyor bu hareketlere. Cazibenin gönüllü pazarlamasını yapıyor. Saadet zincirinin dağılmaması gerekiyor ki kendi işleri-işlemleri aksamasın. Bu yüzden zorlamak da zorlama anlamından çıkıp müstesna teklifler listesinden cazibe külliyatına ekleniyor. Böylece, yığınlar, birbirinin cazibesine kapılarak kesintisiz hareket mertebesine ulaşıyor. Bir ahir zaman nirvanasına. Amacın veya anlamın ne olduğunun bir önemi yok. Güncellik konuşuyor. Kişi, kendini güncelleyerek cazibeden geriye düşmediği sürece her şey yolunda.
Ekonomi-politik düzlemde bir adı var bu dünyanın: Neoliberalizm. Tehlikeyi, daha ufukta belirmeden haber verenler olmuştu. Allan Megill’in, hudutaşırı düşünmenin dört peygamberinden biri saydığı Michel Foucault,[1] modern toplumun, kamusal hakka dayalı bir yasama, bir söylem, bir örgütlenmeyle belirlendiğini, aynı toplumun kaynaşıklığını sağlamayı amaçlayan ıslah edici/yola getirici bir zorlama şebekesinin bu örgütlenmeye yapışık olma kaydıyla söylemişti.[2] Bu kaydı düştükten birkaç yıl sonra, yeni dünya düzeninin liderleri henüz koltuklarına oturmadan önce, neoliberal çağın bir önceki klasik-liberalizm çağından farkını,[3] “kesintisiz bir teyakkuz, faaliyet, ve müdahale hâlinde bulunma” [4] (s. 132) olarak özetlemişti. Foucault, kurumlar düzleminde kökenleri ve gelişimini açımladığı bu kesintisiz teyakkuz, faaliyet, ve müdahale kiplerinin kişi düzleminde nelere karşılık gelebileceğini açımlamayı da aklından geçirmiş midir? Benlik teknolojilerinden[5] bahsederken toplumsal fail olan kişinin perspektifinden de bir çözümleme tasarlamış mıdır? Bilemeyiz. Böyle bir açımlama çabasına biz girişmeli miyiz? Elbette. Öznenin nesnel incelenmesi bizden, psikologlardan beklenmiyor mu? Neden şimdiye dek girişmedik ki?
Toplum, topluluklar, veya kurumlar düzleminde yürütülen hararetli inceleme ve çözümleme faaliyetlerinin eşdeğerine, kişi düzleminde henüz rastlanmıyor. Meselenin adı bile konmuş değil. Oysa çok geç kalmış olduğumuz, şimdi içinde bulunduğumuz küresel salgın döneminde ne düşüneceğimizi bilemeyişimizden belli. Genel olarak sosyal bilimcilerden, özel olarak ise psikologlardan bahsediyorum. Psikologların, sosyolojik olguların psikolojik düzlemdeki yansımalarını (ve simetriğini) inceleme ve çözümlemeyi ihmal ediyor olduğunu söylemek yine psikologlara düşmemeliydi. Diğer sosyal bilimcilerin bizden şikâyet sebebi bu olmalıydı ve biz bu şikâyetten memnun olmalıydık. Oysa psikologlar tam da bu yapay düzlem ayrımından memnun. Neyle karşı karşıya olduğumuzu anlama ve açıklama çabalarının psikolojide hemen hiçbir karşılık bulamaması bir hayal kırıklığıysa eğer, belli ki psikologlar bu hayal kırıklığından tamamen muaf.[6]
Neoliberal düzenin kişiye ne ettiğini tek cümlede özetlemek mümkün: Kişiyi yok etti. Yerine birey denen karaltıyı yerleştirdi. Hani şu fiyakalı ismi Gestalt olan ulama; parçaların toplamından fazlası olduğu iddia edilen bindirme. Oysa çoktan gösterildi ki parçaların mecmuası birden fazla bütün, birden fazla Gestalt eder.[7] Üstelik, kişi gürültüye maruz kalmışken, bütün, parçaların ederinden azıdır basbayağı.[8], [9] Birey, kişinin yerini alırken bu sırada psikologların neleri dert etmekte olduğuna dönüp bir daha bakmalıyız.[10] Öyle görünüyor ki psikoloji, son kırk yıldır üstüne çöken anaakım gölgesinden pek de mustarip değil. Aksine, kolonyal[11] bireycilik-toplulukçuluk paradigmasının postkolonyal cilalı[12] salıncağından inmeye gönülsüz.[13], [14]
Ulus Baker, Siyasal Alanın Oluşumu’nda,[15] bu içe kapanık lakaytlığın kısmen sosyoloji ve psikoloji disiplinleri arasında yöntembilimsel kalması gereken bir ayrımın ontolojik ayrıma sürüklenmesi ve her nasılsa sürüklendiği yerde kalmasıyla ilgili olduğuna dair ipuçları veriyor. Bu ayrımın “bireysel ile kolektifin içiçe geçebildiği ara alanların yok edilmesi” (s. 8) gibi vahim bir sonuca vardırıldığına işaret ediyor. Bu salgında, virüs dışında başka nelere de yakalandığımız bilemeyişimizi bir yönüyle bu ara alanları yok etmiş olmamıza bağlıyorum. Sadece psikologlar olarak değil, sosyal bilimlerin her alanında kafa yoranlar olarak da. Ne düşüneceğimizi bilmiyoruz, çünkü düşünme araçlarımızın büyük bir kısmını uzun süredir ontolojisi müphem bir depoya kaldırmışız elbirliğiyle. Bu müphem deponun yerini nasıl bulacağımız, kapısını kırmadan nasıl açacağımız, uzun menzilli ve zahmetli tartışmalara bağlı. Önümüzde böyle geniş bir zaman dilimi var mı, meçhul. Zaman olsa hevesimiz yeter mi, o da meçhul. Cazip diye belletilen, her an kafamıza kakılan psikofizyolojik uyarımlar çok uzun süredir heves ettiklerimize tesadüf etmiyor, o kesin.
Yine de yok edilen ara alanlarda hangi araçların paslanmakta olduğuna kafa yorabiliriz. Örneğin, birey, benlik, ve kişi nedir yeniden tarif etmeyi deneyebiliriz. Böylece her biri hakkında konuşurken kim hakkında konuştuğumuz hakkında bir fikrimiz olur. Yeni tehditler altında olduğumuzu, yeni tehlikelerle karşılaşacağımızı söyleyenler var. Yönetimlerin daha da otoriterleşeceğini, çünkü insanların belirsizlik zamanlarında otoriteyi daha az eleştireceğini, hatta talep edeceğini, otoritenin de bu boyun eğme biçimini demokrasiye değil kendini gücüne tahvil edeceğini söyleyenler. Melek Göregenli “her şeyin eskisi gibi olmasını hiç istemediğimiz kadar isteyebiliriz diye kaygılıyım;” diyor.[16] Bu endişeyi paylaşmamak aşırı iyimserlik olur. Bu haklı endişe, sosyal bilimciyi görevi hakkında tekrar düşünmeye sevk etmelidir. O görev, sadece bir isteme-istememe hâlini tarif etmekten ibaret değildir. Şeylerin eskisinden de beter – salgın hiç olmamış gibi – olmasını isteyecek olan kimdir, bunu kestirebilmek gerekir. Birey mi isteyecektir, benlik mi, yoksa kişi mi? Eğer bunlardan birinin beterin beterini istememe ihtimali varsa, diğer ikisinin nasıl ayartılacağını çalışmanın bir yolunu bulmayı umabiliriz.
Üstümüzdeki şekilsiz telaşın daha da güçlenerek dört yanımızı kuşatacağı bir dünyanın gelişine bakıp “o zaman biz de o devranın kuralına göre oynarız” diyemez psikolog. Hiçbir sosyal bilimci diyemez bunu. Özgür ve bağımsız olmayan hiç kimse sosyal bilim yapamaz. Biz, çünkü, öznemizi nesne ederek kendimizi, ve kendimizden doğru insan-hayat-dünyayı anlayıp açıklamaya çalışan özneleriz. Başkasının keyfine, buyruğuna göre hareket edemeyiz. Edersek, faaliyetimizin adı anlama ve açıklama, yani bilgi üretme olmaz. Anlam türetme olur. O başkasının işidir. Açıklamayı yoksamayan ama küçümseyen. Anlama hizmet edecek kadarını talep, fazlasını aforoz eden. Rakiplerimiz veya nemesislerimiz değildirler. Basitçe, anlamın açıklamaya üstün olduğuna inandıkları için psikologdan, sosyal bilimciden hazzetmezler. Biz açıkladıkça, kurdukları anlam dünyaları kırılıp dökülebildiği için. Bizim, anlam dünyalarına özel bir kastımız olduğuna inanmayı seçtikleri için.
Otoritenin, otorite olabilmek için, yerine başka birşey koyamayacağı aparatların başında gelir anlam türeticiler. Açıklayıcılar ise, psikologlar ve sosyal bilimciler, otoritenin dayandığı anlam dünyasına hasar verecek bilgiyi beyan etmediği, sesini çıkarmadığı sürece otoritenin hışmına uğramaz. Açıklamayı tahrif edip anlama uydurursa taltif bile görür. Açıklama, çünkü, bugünden yarına değişebilir. Değişmelidir. Anlam ise bin yıl değişmeden kalmak zorunda olandır. İnandırıcılığı sürekliliğindedir. Doğruluğunun ölçüsü de odur.
Anlam ve açıklama, insanın, biri için diğerinden vazgeçemeyeceği temel ihtiyaçlar. Bu ihtiyaçların temelliği, özsel veya ereksel olmalarından gelmiyor. Her ikisi de insanın toplumsallığıyla bağıntılı. Bu bağıntı, insanın diğerleriyle birlikte insan oluşunun, insanlaşmasının bağıntısıdır. Diğerleri olmaksızın ne bir varoluştan ne de bir varoluş bilgisinden söz etmenin imkânsızlığının bağıntısı. Gelgelelim bu iki temel ihtiyaç, birbiriyle geçimsiz iki faaliyet kategorisinde gerçekleşir. Açıklama, nesneden kavrama değinip tekrar nesneye dönen düşünsel inceleme-çözümleme (analiz) faaliyetinin ürünüyken, anlam, kavramdan nesneye değinip tekrar kavrama dönen duyusal imgeleme-bireştirme (sentez) faaliyetinin ürünü. Hem dünyanın nasıl döndüğünü hem de dünyada neler döndüğünü anlamak zorunda olan insan, bütün bu dönüşlerin nihai anlamına da ermek zorundadır. Bu yüzden insanın anlam türetenlere ihtiyacı, açıklama üretenlere ihtiyacından ne azdır ne de değersiz.
Anlam ve açıklama kategorilerinin geçimsizliği, sosyal bilimcinin ve psikoloğun acil ve önemli konular listesinin başında bulunmalıdır. Kimdir anlama en çok ihtiyaç duyan? Kimdir açıklamasız yapamayan? Birey midir? Benlik midir? Kişi midir? Bireyleri açıklamalarla, benlikleri anlamlarla oyalarken, kişileri, karşı-eylem yapamayacakları gerçek ve sanal topla(n)ma alanlarında kıstırmak mıdır neoliberal otoritenin stratejik marifeti?[17]
Ulus Baker, yine Siyasal Alanın Oluşumu’nda, “bireysel ile kolektifin içiçe geçebildiği ara alanların yok edilmesi” tasarımında yok edilenin “özellikle ‘siyasal’ adını verebileceğimiz eylem türü” olduğunu söylüyor. “Daralmış siyasal alana yeni bir tanımlama ve üslup getirilmesi, ancak tartışmaların “bireysel” ve “kolektif” eylemlerin faaliyet alanına genişletilmesiyle” mümkün olacağını ekliyor ve metnin uzunca bölümlerini “isyan, protesto, şikâyet” eylemlerinin(s. 8) Kadim Devlet’ten bu yana geçirdiği dönüşümlere hasrediyor. Psikolojinin bu dönüşüme dair bir sözü olup olmadığını, varsa ne olduğunu saptamak gibi bir görevimiz olduğuna inanıyorum. Eğer böyle bir görevimiz yoksa, yaptığımız işi önemli bulduğumuz ve özgür irademizle seçtiğimiz için değil, önce otorite tarafından zorlandığımız ve sonra bu zorlanmayı cazip bir görev addettiğimiz için yapıyoruz demektir.[18]
Diyelim ki derin bir nefes alıp yeni bir başlangıç yapmaya niyetlendik. Nereden başlayabiliriz?
Son kırk yılı kapsayan bir akademik google taraması yaptığımızda, başlığında kişinin psikolojisi (psychology of the person) ifadesi bulunan sadece 6 çalışmaya rastlamak hepimizi şaşırtmalıdır. Akademik Google, bu çalışmalardan sadece birine bağlantı veriyor ve bu eser tam da bu başlığa vakfedilmiş çalışma azlığından ve mevcudun yetersizliğinden şikâyet ediyor.[19]Başlığında bireyin psikolojisi (the psychology of the individual) ifadesi bulunan çalışmaları taradığımızda ise sadece 44 sonuç alıyoruz ve bu eserlerin çoğunun başka bir alt alanla ilintili olduğunu görüyoruz. Nihayet, başlığında benliğin psikolojisi(psychology of the self) ifadesi bulunan çalışmalar 259 sonuçla en yüksek sayıya ulaşıyor. Benlik kavramının psikolojideki merkezi yeri düşünüldüğünde (ve sonuçların önemli bir yüzdesinin yine alt alanlardaki dolaylı ilintili çalışmalar olduğu göz önüne alındığında) bu sayı hiç denecek kadar az. En beklenmedik olanı ise, başlığında birey, benlik, ve kişi kavramlarının üçü birden geçen 39 çalışma arasında, ayrıştırıcı tanımları konu eden sadece 1 çalışmaya rastlamak. Bu çalışmanın psikoloji alanında değil, antropoloji alanında bir dergide yayınlanmış olması ayrıca kayda değer.[20]
Psikolojinin en temel terimlerinden üçünün, antropolojiyi ilgilendiren yönleriyle, ayırt edici özelliklerini temellendirmeyi hedefleyen bu çalışmanın yazarı Grace Harris; bireyi, insan türünün üyesi (member of the human kind); benliği, deneyimin mahali (locus of experience), ve kişiyi toplum-içre-fail (agent-in-society) olarak tanımlamayı öneriyor. Bu tanımlara ilişkin gerekçelerini antropoloji literatüründen derliyor. Psikologlar bu tanımları tartışmasız kabul etmek durumunda değil kuşkusuz. Öte yandan psikoloji alanında bu kavramların sosyoloji veya antropoloji alanlarına denk bir sadelikte tanımlama çabasının sürmeyişi esef verici.[21]
Tanım ve sınıflandırma her bilimsel faaliyetin başlangıcında ve sonucunda yer alır. Tanımsız ve sınıflandırmasız açıklama düşünülemez. Psikologların uzun bir süredir tanımlama ve sınıflandırma faaliyetinin uzağına düşmüş olduğunu, dolayısıyla açıklama işlevinden de geri kaldığını saptamak zorundayız.
Salgın karşısında söyleyecek sözümüz olmayışının sebebi, konuşmaya başlayacağımız yeri kaybetmiş olmamızdır. Salgının, psikologlara, sosyal bilimcilere gösterdiği bence budur. Gezegene musallat telaşın şekilsizliği, cevabını bildiğimizi zannettiğimiz soruların eteklerimize yığıldığını da örtbas etmiş. Şimdi, üzerinde hiçbir tasarrufumuz olmayan bir salgın molasında, bu soru yığınıyla can sıkıcı boyda çıplakken karşılaştığımızı düşünüyorum. Kendi yerelimize ilişkin kalp kırıcı hoyratlıkta bazı tekinsiz meselelerimiz de cabası. Bu soruları enine boyuna tartışmamışken salgın hakkında konuşmak, en hafif tabiriyle, abesle iştigaldir. Terminolojisinden habersiz, dilini üslubunu kuramamış bir disiplinin küresel bir salgın hakkında söyleyeceklerimizin ciddiye alınır bir tarafı olur mu, emin değilim.
Ayağım yere sağlam basıyor olsaydı, salgın karşısında bireyin, benliğin, ve kişinin ayrı ayrı tehditlere maruz kaldığını söylemek isterdim. İnsanın bu üç varoluş kipinin birbiriyle örtüşmez oluğunu söylemek istemiyorum.[22] Veya ‘salgın tek kategoride tanımlanabilir bir olgudur, farklı olan algılardır’ gibi baştan çürük bir teorem de savlamıyorum. Söylemek istediğim, salgın karşısında birey, benlik, ve kişinin deneyimlediği tehditlerin hem yön hem kuvvet olarak farklı olabileceği. Farklı varoluş kiplerinin farklı yön ve kuvvette deneyimlediği bu olgunun – her olgunun – hem tekil insanlar hem tümel insan üzerinde belirleyici etkilerinin olacağı muhakkak.
Elimizde, psikoloji alanına uyarlanmış bir bileşke kuvvetler çözümü bulunsaydı şöyle bir spekülasyon yapmak isterdim: İnsanların, birey olarak başkasından önce kendini düşünme refleksi güçlenecektir. Bu sırada benlikleri, bu yeni duruma hızla uyum gösterecek şekilde değişime uğrayacaktır. Ve kişi olarak, diğerleri arasındaki yerini ve rolünü önce korumak ve mümkünse genişletmek isteyecektir.
Tekil insanlar üzerinde bu etkilerin en görünür sonuçlarından biri, bir yandan maddi-manevi varlığını güven altına alacak seçenekleri tararken diğer yandan bu seçeneklerle mevcut seçimleri arasında iyi kötü bir ahenk gözetmek olacaktır. Bu yeniden uyum sürecini ise etrafındaki yakın uzak demeden tüm diğerlerine karşı ‘imajı çizdirmeden’ ve ‘yerini kaptırmadan’ işletmeye çalışacaktır. Kötüsü gelirse ‘zevahiri kurtarmaya’, iyisi gelirse ‘parsayı toplamaya’ bakacaktır.
Tekil insanın bu üçlü makasla – kendi varoluş kipleriyle – giriştiği pazarlık tümel insanı yeniden biçimlendirecektir. Bu üç kuvvetin bileşkesi özgürlükçü, adil, ve çoğulcu bir demokrasiye yönelmeyecektir. Bileşke kuvvetin yönünü değiştirmeye etkisi olmayacak – kritik kütlenin altında kalan – bir yığının[23] özlemi olarak kalacaktır bu. Öte yandan, otoriteye daha kesin olmakla beraber daha koyu bir bağlılık geliştirmek için yeterli gerekçeyi de üretmeyecektir. İpi kalın olmaktan çok düğümü sağlam bir bağlılık olacaktır bu. Düğümü çözmeye gerek kalmadan ipten vazgeçmenin kolay olduğu bir bağlılık.
Otoriteye bağlılık biçimin değişeceği öngörüsüyle, salgın sonrasında, açık toplumlar ve kapalı toplumlar arasındaki ayrımın daha da belirginleşerek derinleşeceğini düşünüyorum. Kastettiğim, sınırlarla ayrılmış ülke veya bölgeler değil. Aynı ülke veya bölgenin içinde pekâlâ açık ve kapalı toplumlar-topluluklar bulunabiliyor. Belirleyici olan, bu ikisi arasında gerçekleşecek geçişler olacaktır. Kapalı toplumlardan açık toplumlara göç, ivmelenerek artacaktır. Bu geçişin niceliği-niteliği, sadece otoriter rejimlerin değil, insanın varoluş kiplerini de belirleyecektir. Varoluş kiplerini dünyayı kaplayan şekilsiz telaşa verdikleri anlamdan biçecek olanlar, peşine düşmek için önlerine geçirdikleri otoriteyle özdeşleşecektir. Telaşı çözümlemeye uğraşanlar, eğer anlamın çoğulluğunu boşlamazlarsa, bilginin sonsuz kumaşından her bünyeye ısmarlama elbise dikecektir.
* * *
Soru 2: Psikolojiyle ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken, bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz? Bu süreç ve yapacaklarımız bu mesleki bilgi ve faaliyetlerimizi nasıl etkiler?
Psikologlar elbette tekil insanların ve toplumların esenliğine katkı sağlayabilirler. Sağlamalıdırlar. Fakat bunun psikolojinin refleksleri arasında olduğuna inananlardan değilim. Gerekçesini belirtmeden önce, esenliğe katkı sağlama ile yardım etme edimlerini özenle birbirinden ayrıştırmamız gerektiğini düşünüyorum. Bugün yükseköğrenim kademesinde psikoloji eğitimine iyi niyet ve hevesle başlayan insanların çoğunun başlıca motivasyonunun insanlara yardım etme olmasından ıstırap duyuyorum. İçinde psikoloji geçen herhangi bir yerde esenlik sözünü işitenlerin ezici çoğunluğunun bu kelimeyi yardım etmeyle bir tutacağına eminim. Aynı lafın cilalısı diyeceklerdir. Bu yüzden, önce yardım etme itkisini devreden çıkarıp sonra esenliğe katkı sağlama idealinin üstüne yoğunlaşmak isterim.
Yardım etme niçin psikoloğun asli işlevlerinden biri kabul edilsin? Bu soruya evet cevabı vermeye istekli olanların psikolojiden yola çıkarak bir cevap temellendiremeyeceğini iddia ediyorum. Bizim disiplinimizin ne çıkışında ne gelişmesinde ne hedeflerinde yardım etmenin yeri başka herhangi bir disiplinden daha az veya daha çok değildir. Olmamalıdır da. Yardım, ham hâliyle, diploma gerektirmez. Gerektirmemelidir de. Belli ki insanların psikolojiden ve psikologlardan beklentileri büyük. Bu beklentilerin ne olduğunu biz de bilmiyoruz bizden bekleyenler de. Yardım etme itkisi, bu müphem beklentileri görülür ve kabul edilebilir kılan hazır ve kolay bir dolayım bulmaya sürüklüyor. Psikoloji, bu hazır ve kolay dolayımların en makbul araçlarından biri. Motivasyondan araca varması gereken süreç, araçtan motivasyona işliyor. Bu sırada araç bükülüyor, motivasyon eğriliyor. Başlangıçtaki beklenti, erişilebilir aracın izin verdiği-imkân tanıdığı bir motivasyonla eşleşerek neye hizmet ettiği belirsiz bir moral eskiz hâlini alıyor. Bu kerte bağ koparma psikolojinin de çıkış hedeflerinden uzaklaşmasının başlıca etmenleri arasında.
Sadece psikolog adaylarının değil psikologların da büyük bir yüzdesinin yakın uzak demeden diğer insanlara faydalı olma fikrine aşırı kapıldıklarına inanıyorum. Bu aşırılığın iki boyutu var. Birincisi, kendilerini sosyal fayda üretme aktörleri arasında, üstelik ön sıralarda görüyorlar. İkincisi, bu rolü oynayabileceklerine ve bu işlevi yerine getirebileceklerine ilişkin ölçüsüz bir özgüven içindeler. Ayrıca, bu ölçüsüzlüğün büyük oranda kazanılmamış özgüvenden geldiğini vurgulamak gerekir.
Yardım etme itkisinin erişebildiği dairede psikolojik yardım da etme, bir yardım edimi olarak hedeflenemez, olsa olsa vehm edilebilir. Psikolojide psikolojik yardım olarak adlandırılan uygulama, psikolojik yardımın ne olduğu ve nasıl sunulacağı öğrenilmeden heves edilip amaç edinilecek bir yardım kipi değildir. İnsan hiç uçağa binmemişken, hatta hiç uçak görmemişken pilot olmak isteyebilir. Ama uçak uçurmak isteyemez. Pilotluk eğitimi alırken, eğitim simülasyonları ve eğitim uçuşları sırasında, ve nihayet deneyimli pilotlar eşliğinde belirli bir sayıda uçuş tamamladıktan sonra anlar uçak uçurmak isteyip istemeyeceğini. Burada motivasyon beceriyi takip eder, aksi düşünülemez. Uçak uçurma veya psikolojik yardım, salt istemekle edinilebilecek ve uygulanabilecek beceriler değildir. Sınavlarından geçmeniz ve nihayet birinin size sen de yapabilirsin demesi gerekir. Psikoloji alanı, pilot olmak isteyip uçak uçurmaktan n’açar insanlara bilerek veya ihmalkârane yer açmakla her şeyden önce, zarar verme (primium non nocere)[24] ilkesini çiğnemekte, hem yardım etme itkisiyle bu alana gelmiş insanlara hem bu insanlardan beklentileri olanlara kötülük etmektedir.
Yardım, psikolojik yardım, ve psikologların bu itkilerle ilişkileri kapsamlı ve karmaşık. Öyle ki, bu ilintileri cesaretle açımlamadığımız sürece bu ülkede kırk yıldır bir psikolog meslek yasasını nasıl olup da çıkaramadığımızı anlayamayacağız. Ve o yasayı kırk yıl daha geçse çıkaramayacağız.
Toplumun esenliğine katkıda bulunmanın ise yardım etme itkisine göre üzerinde daha fazla düşünülmüş, çalışılmış bir ideal olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlara yardım etme itkisine psikolojiyi araç etme (salt kendine dönüşlü hedef) ile psikoloji dolayımıyla insanların esenliğine katkı sağlamanın (diğerlerinde de dönüşlü hedef) bambaşka edimler olduğu açık. Ne var ki her ideal gibi, taşıyıcısının perspektifiyle, daha önemlisi niyetiyle malul. Malul, çünkü idealler tanım gereği tümeldir (üst-yapısaldır). Tikeli (alt-yapıyı) bütün yönleri ve daha fazlasıyla içermenin hükmüdür. Gölgelerin gölgesi, Gestaltların Gestaltıdır. Ve bir hüküm olmakla, her an donup kalma ve alt-yapıdan gelen yeni ve farklı girdilere direnç gösterme potansiyeli taşır. Bu nedenle, psikologlar eğer bir marifet göstermek istiyorlarsa, dinamik idealler yaratmanın (parçaların her toplamı başka bir Gestalt edecek tümelleri hesap etmenin) bir yolunu bulmalıdır. Disiplinimiz tam da bunun için vardır. Toplumun esenliğine katkı sağlama, ancak ve ancak psikoloji kendi toplum anlayışını ortaya koyacak olgunluğa eriştiğinde söz konusu olabilir. Birey, benlik, ve kişiden başlayarak tekil ve tümel insan ile bu ikisi arasındaki etkileşimleri arayacak, tanımlayacak, açıklayacak, ve yordayacak özgün araştırma desenleri üretmeden söyleyeceğimiz her söz, şikayetçi olduğumuz piyasa profesyonelleri tarafından bizim adımız kullanılarak birer fal ve kehanet cümlesine çevrilecek, ağırlığımız biraz daha hafife alınacaktır.
Öte yandan, kişilerin ve toplumun (tekil ve tümel insanın) esenliğine katkı sağlamayı bir ideal olarak değil bir kuram olarak ortaya koyma imkânı var elimizde. Psikolojinin konusu (araştırma nesnesi) insanın fiziksel varlığına indirgenemeyecek ve biyolojik süreçlerle açıklanamayacak faaliyetleri olduğu sürece insanın esenliğini ilgilendiren her konu psikolojinin konusudur. Esenliğe katkı sağlamaktan değil, doğrudan esenlik sağlamanın, esenliği kurmanın yönteminden söz etmeliyiz. Esenliğe katkı ifadesi, biz öyle kastetmediğimizi düşünsek bile, az çok doğruluğuna inandığımız bir esenlik anlayışı çağrıştırır. Oysa esenlik kurmak, esenlikle ilgili bilgi üretmek demektir. Hiçbir verili kabule dayanmak zorunda değildir. Eğer tekil ve tümel insanın esenlik kuramını ortaya koyabilecek bir bilim dalı varsa, eğer bu kuramın yöntemsel gereklerini karşılayacak bir disiplin varsa, o bizden sorulur.
Esenlik kurmanın yöntemsel gereklerini sağlayabilmiş olsaydık şunları ileri sürmek isterdim: İnsanların ekonomik koşullar ve politik politikalar sebebiyle acı çektiğini söylemek,[25] ulus-devletlerde hakim grupların diğer gruplara yönelik ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, dışlama yaptığını söylemek,[26] toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin dünyanın her köşesinde hane içinden bürokrasi katlarına dek hayatın her alanında kişisel ve toplumsal tahribata yol açtığını söylemek[27] psikoloğun veya sosyal bilimcinin tekelinde değildir. İyi ki de değildir. Bütün bunlar gözümüzün önünde olmaktadır. Ve bütün bunlar bize olmaktadır. Gözümüzün önünde olmayan ve bize olmayan ise kesişimsel-çoğulcu ve özgürlükçü-demokratik bir toplumsal işleyiştir. Bu işleyişten hiç kimsenin, zarar görmeyeceğini söylemek için ise bireyin, benliğin, ve kişinin ne olduğunu tanımaya, anlamaya, ve bilmeye ihtiyaç vardır. İşte sosyal bilimciye ve psikoloğa bu bilgiyi üretmek ve yaymak için ihtiyaç vardır. Nefret suçunun düşünce özgürlüğü olmadığını, yaşam ve seçim hakkı ihlali olduğunu ileri sürmek ve yasaya geçirmek için psikoloğa ihtiyaç vardır. Hakların ve özgürlüklerin belirli coğrafyaların belirli tarihsel süreçlerinde ortaya çıkan kurgular olduğu kadar bu kurguların kurulmasına yol açan etmenlerinin ta kendisi olduğunu belirlemek için psikoloğa ihtiyaç vardır. Algıların kavramlarla veya söylemlerle değil, yine algılarla değiştirebileceğini öne sürmek, kavram-algı dinamiğinin imkânlarını ve sınırlılıklarını saptamak için psikoloğa ihtiyaç vardır. Öğrenmenin tekil organizmanın etki-tepki mekanizmasıyla sınırlanamayacağını,[28]ortak algı ve ortak bellek ağının dinamikleri açımlanıp hesaba katılmaksızın öğrenme mekanizmanın anlaşılamayacağını,[29]mekanik öğrenme bilgisinin sadece araçsal politikalara hizmet edeceğini ama öğrenen insana amaçsal hizmet etmeyeceğini[30] savunmak için psikoloğa ihtiyaç vardır. Tüm bu karmaşık görünen bilgileri, alfabe harflerinden biri sadeliğinde öğrenme hayatına yerleştirmek için psikoloğa ihtiyaç vardır.
Bir kuram ve yöntem olarak esenlik, esenliğe katkı sağlamaktan daha ileri bir ödevdir. Bu ödev hedefe konmadıkça, esenliğe katkı niyetiyle gösterilen her çaba dönüp dolaşıp yardım kategorisine düşecektir. Oysa bu kategoride yarışamayacağımız açık. Bir kez yarışmacı olmadığımız için, bir kez de yarışmaya kalksak kendimizi tanımadığımız bir parkurda bulacağımız için. Yardım parkuru, kabul edilemez malzemelerle dizayn edilmiş bir parkurdur. Oyunun kuralları oynarken değişir. Hakemler kurallara değil pazarlığa göre karar verir. Oysa bilgi üretimi yarışma konusu edilemez. Doğruluğun rakibi yoktur. Ve psikoloğun işi oynamak değil, oyun bozmaktır.
Salgında ne yapabiliriz? Salgın sürecinde yapabileceğimiz en iyi şey ürettiğimiz bilgileri paylaşmak, yaymak. Mümkünse yeni bilgiler üretmek. Yanlış algılara karşı doğru algılarla, yanlış kavramlara karşı doğru kavramlarla mücadele etmek. Ve algılara karşı kavram, kavramlara karşı algı ileri sürmemek. Bu nafile çabanın faydasızlığından, yoruculuğundan, ve karaduyusundan kendimizi sakınmak. Kriz zamanlarında başlangıçlara, esaslara dönme düsturunu aklımızda canlı tutarak. Yöntemsellikten şaşmayarak. Kim olduğumuzu ve neyi yapıp neyi yapamayacağımızı sürekli birbirimizden doğrulayarak. Kolay olduğunu söylemiyorum ama bundan daha doğru ve daha etkili bir stratejimiz olacağını da sanmıyorum.
Kaynakça
[1] Megill, A. (1998). Aşırılığın Peygamberleri Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida, (Tuncay Birkan, Çev.). Ankara: Bilim Sanat. Özgün eser basım tarihi 1985. Prophets of Extremity Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida. University of California Press.
[2] Foucault, M. (1980). Power/Knowledge. Selected Interviews and Other Writings 1972-1977. C. Gordon, (Ed.). New York: Pantheon.
[3] Lemke, T. (2001). ‘The birth of bio-politics’: Michel Foucault’s lecture at the Collège de France on neo-liberal governmentality. Economy and society, 30(2), 190-207.
[4] Foucault, M. (2008). The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France, 1978–1979. Palgrave Macmillan.
[5] Foucault, M. (1988). Technologies of the Self. Lectures at University of Vermont Oct. 1982, in Technologies of the Self, 16-49. University of Massachusets Press.
[6] Carrithers, M., Collins, S., & Lukes, S. (Eds.). (1985). The category of the person: Anthropology, philosophy, history. Cambridge University Press.
[7] Rock, I. (1983). The logic of perception. MIT Press.
[8] Gold, J. M. (2014). A perceptually completed whole is less than the sum of its parts. Psychological science, 25(6), 1206-1217.
[9] Li, W., & Matin, L. (2005). The rod-and-frame effect: The whole is less than the sum of its parts. Perception, 34(6), 699-716.
[10] Cahill, S. E. (1998). Toward a Sociology of the Person. Sociological Theory, 16(2), 131-148.
[11] Dumont, L. (1983). A modified view of our origins: The Christian beginnings of modern individualism. Contributions to Indian Sociology, 17(1), 1-26.
[12] Stephens, N. M., Markus, H. R., & Phillips, L. T. (2014). Social class culture cycles: How three gateway contexts shape selves and fuel inequality. Annual Review of Psychology, 65, 611-634.
[13] Vignoles, V. L. (2018). The “common view”, the “cultural binary”, and how to move forward. Asian Journal of Social Psychology, 21(4), 336-345.
[14] Wong, Y. J., Wang, S. Y., & Klann, E. M. (2018). The emperor with no clothes: A critique of collectivism and individualism. Archives of Scientific Psychology, 6(1), 251-260.
[16] Göregenli, M. (2020-26 Nisan). Her şeyin ‘eskisi’ gibi olmasını, hiç istemediğimiz kadar isteyebiliriz diye ‘kaygılıyım’. (A. Çınar, Söyl.). A3 Haber. https://bit.ly/3cwpwa8
[17] Sikka, T. (2019). Neoliberal capitalism and the limits of individual choice. AlterNet.
[18] Burada kollektif eylem literatüründen yararlanmamız gerektiği açık. Önümüzdeki dönemde ‘kalabalıklar içinde insan’ olgusuna daha yoğun şekilde eğilmeliyiz. Bir başlangıç örneği olarak bkz. Adrian, J., Amos, M., Baratchi, M., Beermann, M., Bode, N., Boltes, M., ... & Geraerts, R. (2019). A glossary for research on human crowd dynamics. Collective Dynamics, 4(A19), 1-13.
[19] Martin, J. (2015). A unified psychology of the person?. New Ideas in Psychology, 38, 31-36.
[20] Harris, G. G. (1989). Concepts of individual, self, and person in description and analysis. American Anthropologist, 91(3), 599-612.
[21] Cahill, S. E. (1998). Toward a Sociology of the Person. Sociological Theory, 16(2), 131-148.
[22] İnsanın sadece bu üç varoluş kipinde var olduğunu, varoluş kiplerinin sonlu bir liste oluşturduğu da söylemiyorum. Hatta, herhangi bir sonlu listenin iddia edilemeyeceğini iddia ediyorum. Birey, benlik, ve kişi; psikolojinin şimdiye dek hakkında en fazla kavramsallaştırma ve çalışma yaptığı kipler. Üstelik ontoloji ve epistemolojisini çok da üstlenmeden. Oysa insanın varoluş kipleri, bütün yönleriyle, psikolojinin öncelikli temel çalışma alanları arasında bulunmalıdır.
[23] Örgütlü olmadıkları sayıltısıyla ‘yığın’ tabirini kullanıyorum.
[24] Smith, C. M. (2005). Origin and uses of primum non nocere—above all, do no harm!. The Journal of Clinical Pharmacology, 45(4), 371-377.
[25] Roemer, M. I. (1980). Health development and political policy: the lesson of Cuba. Journal of health politics, policy and law, 4(4), 570-578.
[26] Bayad, A., Şen, E., Alparslan, K, & Eser, Ü. (2020-süreçte). Toplum ve psikoloji ilişkisini Kürt meselesi üzerinden okumak.
[27] Bora, A. (2012). Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık. Ayrımcılık Çok Boyutlu Yaklaşımlar, 175-187.
[28] Epstein, R., & Skinner, B. F. (1981) The spontaneous use of memoranda by pigeons. Behavior Analysis Letters, 1, 241–246.
[29] Wegner, D. M. (1987). Transactive memory: A contemporary analysis of the group mind. In Brian Mullen & George R. Goethals (Eds.),Theories of group behavior (pp. 185-208). Springer.
[30] Sheffi, N. A. (2004). Between collective memory and manipulation: The Holocaust, Wagner and the Israelis. Journal of Israeli History, 23(1), 65-77.