Değer mi hiç değerleri değerlendirmeye?

Şeyda Kara


Kişilerle ve kendimizle ilişkilerimizde, yakın çevremiz, çağımız, geçmiş ve gelecekle olan ilişkimizde bir kişi, özne olarak var olmamızın temelinde değer anlayışımız, bunun temelinde ise  insana olan bakışımız bulunur. 


İlişkilerimiz içindeki tutumumuz, yaşadığımız olaylar karşısında aldığımız her karar ve davranışlarımız, bunları nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır. Karar ve davranışlarımız ise yaşamımıza vermeye çalıştığımız yönü gösterir ve bu yön ki kendi kendimizi nasıl  değerlendirdiğimize bağlıdır. Belki de diyebiliriz ki bu yönleniş özne olmanın kavşağıdır. Belki de bu yönleniş içindeki b(aşk)a olanla karşılaşma fırsatıdır. 


Aynı olayların, durumların, kişilerin, davranışların ve genellikle aynı realitenin değerlendirilmesi  öylesine farklı yapılabilir ki sorgulayarak yaşayan kişi sürekli açmazda bulabilir kendini; doğru değerlendirmenin hangisi olduğuna karar vermek için geçerli değer yargılarının verdiği ölçüleri  reddeden, kuşku içinde bir oraya bir buraya sürüklenen kişi, karşılaştığı her şeyi şu veya bu şekilde  değerlendirmek karar almak ve tavır takınmak zorundadır. 


Günümüzün insan anlayışının ‘motto’larından biri “her şey yapılabilir” düşüncesidir. Kişinin “her şeyin” yapılamayacağını görmesi; koşullar ne olursa olsun “her şeyi” yapmakta kendinde hak görmemesi; yapmaması gereken bir şeyi bir kaçınılmazlıktan dolayı yapmak zorunda kalırsa, bunun doğru olmadığını bilmesi için, kişinin insan problemleri üzerinde kafa yorması,  dolayısıyla görme  olanaklarını iyileştirmesi gerekmektedir. Ve dahası insanın var olan sınırları ile belirsizliğin içinde yeni bir yerleşim yeri inşasıyla mümkündür.


Yaşayan her kişinin olmakta olana yön vermede, çok farklı derecelerde de olsa, payı vardır. Ne var ki, tarihsel oluşu değerlendirebilmek, kendi yerimizi bulabilmek ve geleceğe yön verme çabasını sürdürebilmek için, insanın yaşantılarını yansıtan insan yaratıcılığının kalıcı ürünlerini değerlendirmekten başka yolumuz da yoktur. 


Yaratıcı kişiler, içinde yaşadıkları tarihsel ânı en odaklı kavrayan ve oluşun yönünü bir noktaya kadar etkileyen kişilerdir. Yön bulmaya çalışan ve bir b(aşk)a’ya yönlenmiş öznenin en önemli sorumluluğu hep yeniden çağın insan anlayışının ne olduğunu sorgulamak ve insanca yaşayabilmek için yol gösterme pratikleri üzerine vurgu yapmaktır. 


Çağlar boyu insanın ızdırabını, ezilmişliğini, haklı mücadelesinin onulmaz yaralarını, sevinçlerini ve buhranlarını yani tümüyle insan olma hallerini türlü anlatım biçimleriyle ortaya koyan sanat eserleri şimdi ve burada yeniden üretimin tüm formlarına bürünürken yaratıcısının içinde bulunduğu dönemin tanıklığında belki de bazen sembolik bir dille ilettiği şeyin deşifresiyle mümkün olacaktır b(aşk)a olanın keşfi. 


Madem ki dünya olduğu gibidir, bu dünyanın içinde nasıl davranacağımızı bilmektir esas olan. Dolayısıyla da tarihsel oluştaki rastlantıları, dar sınırlar içinde bile olsa, insanların elden geldiği kadar yararına çevirmektir en önemlisi. 


Yaşadığımız ve içinden geçtiğimiz Korona günlerinde evlerimizde, ev dediğimiz gönül bahçemizin  günlüklerinde tekrarın getirdiği bazen dehşet bazen de anlamsızlık girdabının izdüşümleri yer alırken, karşılaştığımız kendimiz ile ne yapacağımızı bilmezken, tam da olmakta olana bu sefer farklı bir yanıt gerekiyor. Bilmediğimiz, bu güne kadar yabancısı olduğumuz yeni bir dili öğrenme gayretleriyle ve tarihin mirasıyla kendilediğimiz, öznel bir yanıt içeren yeni olana, bir b(aşk)a’ya ihtiyaç yok mu sizce de. Dış gerçeklikten öte bizden doğru, içsel olanın hakikatine ihtiyaç yok diyebilir miyiz gerçekten?


Sizce de değer mi hiç değerleri yeniden değerlendirmeye?


İnsanlaşma sürecimizde, kendimizden doğru, başka olanın olanaklarından düşünmeye ve yeniden yordamaya değer mi gerçekten?


Eğer b(aşk)a içinse değer bir tanem…