"Gülazer" Karakterinin Söylem Analizi ile İncelenmesi

Mahsum Sayılğan



Özet


İktidarın gücünün niteliği şiddettir (Foucault, 2005). İktidar zorlar, büker, işkence yapar, yıpratır. İktidara tabii olmayan ötekiye karşı bu baskın güç iktidarın birçok aracısıyla gerçekleşir. Medya bu araçlardan bir tanesidir, belki de en önemlisidir. Bu çalışmada, Yasemince dizisindeki Gülazer karakteri özelinde iktidarın ideolojisinin Çingene kimliğine yansıması ve iktidarın rasyonelleştiremediklerine ve olumlayamadıklarına bakılmıştır. Foucaultcu söylem analizi yöntemiyle gerçekleştirilen bu çalışmanın amacı söylemdeki bariz olguların spesifik bağlamlarına bakmaktır. Yazıda, öncelikle iktidar, özne, kimlik kavramları açıklanmakta ve analiz bu çerçevede yürütülmektedir. Ötekine dair değersizleştirici söylemler sosyal kimlik teorisi ile desteklenmektedir.


Yasemince” Programı Hakkında


Analizini yaptığım Yasemince televizyon programı 1993 yılından 2010 yılına kadar farklı farklı isimler, kanallar ve tiplemelerle ekranlarda yer almıştır. Bu kadar uzun süre içinde ana karakterler değişmemiştir ama yönetmenler ve senaristler her sene farklılık göstermiştir. Kartal Tibet, Yüksel Aksu, Aram Gülyüz, Mete Şener, Yasemin Türkmeneli gibi isimler yönetmenliği üstlenmiştir. Yasemin Yalçın ve İlyas İlbey bu süreçte devamlı olarak oynamıştır. Özellikle Yasemin Yalçın birçok karakteri canlandırmıştır. Benim analizini ettiğim karakter ise Gülazer’dir. Gülazer karakteri, Yasemin Yalçın ile uzunca bir süre zihnimizde yer edinmiştir. Sürekli hırsızlık yapan bu kadın, Çingene kimliği ile özellikle vurgulanmıştır. 1996 yıllarından itibaren Gülazer karakteri dizide sıklıkla sunulmuştur. Ben analizimde, 2002 ve 2010 yıllarındaki Gülazer’i ele aldım. Gülazer karakteri dışında, silah ile bütünleştirilen Karadenizli Hamsiye, aksi bir kaynana olan Sürahi Hanım, çapkınlığıyla ön plana çıkan esnaf Şuayip karakterleri de uzunca bir süre ekranda canlandırılmıştır. Dizide işlenen karakterlerin motiflerinde kalıpyargıların izlerine sıklıkla rastlanmaktadır. Karakterler tek yönlü bir biçimde çeşitli kimlikleri temsil etmektedir.



Giriş


Sosyal psikolojide, önyargı, bir grubun başka bir gruba karşı sahip olduğu olumsuz düşüncelerdir. Bu önyargıların iki grup arasında bir mesafeye neden olması sonucunda, yani eylemselliğe dönüşmesi sonucunda ayrımcılık oluşur. İçinde bulunulan toplumsal katmanlar ve hiyerarşiye paralel olarak önyargılar ve ayrımcılık ortaya çıkar. Bu hiyerarşik yapılar arasındaki mesafeler uzadıkça ayrımcılığın dili de şiddetlenir (Göregenli, 2012). Etkileşimin en önemli aracı olan dil önyargılardan fazlasıyla etkilenmektedir. Ötekileştirmenin temel dinamiklerinden biri önyargıların dile yansımasıdır. 


Kalıpyargılarla önyargılar çoğunlukla birbirleri ile karıştırılır. Kalıpyargılar, bir nesneye veya gruba karşı önceden edindiğimiz bilgiler çerçevesinde oluşan olumlu veya olumsuz bilgilerin bütünüdür. Kalıpyargılar farklılığı kolayca kavrayabilmemizi sağlar ve farklılıktan oluşan boşlukların dolmasına yardımcı olur (Göregenli, 2012). Kalıpyargıların önyargılardan en temel farkı olumlu düşünceler de içerebilmesidir. Kendi kimliğimizden, grubumuzdan farklı gördüğümüz her kimlikle temas kurmadan ona dair bilgilere önceki deneyimlerimizle ulaşabiliriz. Birey kendini bir kimliğin üyesi, tebaası görerek, bireysel anlamda kendini de kategorileştirir. Sosyal kimlik teorisine göre, sosyal düzeyde bir kategori kimliği oluşturur. Önyargıların ve kalıpyargıların incelenmesinde sosyal kimlik teorisinin katkısı önemlidir (Tajfel ve Turner, 1985). Bu teoriye göre birey ait olduğu gruba yani içgruba karşı düşünceleri olumlu olurken, dışgruba karşı düşünceleri tam tersidir. Özdeşim kurduğu bütün özellikleri değerli bir hale getirir ve bunları olumlar. Ama özdeşim kuramadığı, kabul etmediği özellikleri dışgruba atar. Bu özellikler de dışgrubu değersizleştirir. Bireyin kendini yüceltebilmesi için değersizleştirmesi gereken başka bir kimliğe ihtiyacı vardır.



İktidar, Özne ve Kimlik 


İktidar-bilgi kavramları Foucault’un kullandığı temel kavramlardır. Bu iki kavram varlıklarını devam ettirebilmek için iç içedir. Bu noktada bilgi, iktidarın uygulanması için var olması gereken bir şeydir (Sarup, 2004). Aynı zamanda bilginin oluşabilmesi için de iktidar yapısının oluşması lazımdır. Bu iki kavram da dinamiktir, zamanla değişir. İç içe girişik bu iki kavramın analiz edilebilmesi içine iktidar- bilgi arasında yer alan öznenin konumuna bakılmalıdır. 

Özne olmak demek bir güce boyun eğme ve bir gücün tahakkümü altına girmektir (Foucualt, 2005). İktidarın bu gücü yasalarda, kurumlarda, medyada, hayatın birçok alanında karşımıza çıkmaktadır. Günlük yaşamda analiz edeceğimiz her söylemsel yapıda bir ideoloji ile karşılaşacağız, o ideoloji de bizi iktidara götüren yollardan birisidir. Bariz görünen her şeyin altında spesifik bir güç, bir anlam vardır. Bu yüzden tarihsel süreçler göz önünde bulundurulmalıdır. Bu gücün değişebilirliğini aklımızdan çıkarmamız lazım. “Özne, kendini şekillendiren iktidar ilişkilerinin nesnesidir” (Çelebi, 2013). Bu bağlamda öznenin üzerinde de bir eylem söz konusudur. Bu doğrultuda özne kendisine uygulanan eylemi nesneye yöneltir. Nesneye yöneltilen bu eylem de iktidarın ideolojisinin öznelliğimiz ile yoğrulmuş biçimidir. Söylemdeki öznelliğin izleri, koşulsuz köle olmama durumunun göstergesidir. İktidar süreçleri çeşitlilik gösterir. Bunlar, dışa kapatma, gözetleme, ödüllendirme, cezalandırma olabilir (Foucault, 2002). Bu çalışmada bir kimliğin cezalandırılma, değersizleştirilme süreçlerini bariz bir şekilde göreceğiz. İktidar, kabul etmedikleri üzerinden kabul edilenleri şekillendirir. Yani iktidarın kurban ettiği her öteki kimlik, öznenin ne olmaması gerektiğini gösterir.


Kimlik dışa attığı, başkalığa ait gördüğü figürlerle kaçınılmaz olarak özdeşleşmeye mahkûmdur (Revel, 2012). İktidar, kimliğe dair olmayanla özdeşimin önüne geçmek için başkalık figürlerini dışa atar veya izole eder. Dışa atılan bu başkalık figürleri, nesneye dair söylemlerimizi inşa eden figürlerdir. Özne, iktidara tabii olabilmek için kimliği tanımak zorundadır ve gündelik yaşamını ideoloji çerçevesinde gerçekleştirir. Özne rasyonel olmayana benzememek, onun gibi davranmamak için yoğun bir çabaya girer. Burada iktidarın hem özne hem de başkalık üzerindeki etkisinden bahsetmek mümkündür, özneyi sınırlandırarak, başkalığı da ayırarak üretmektedir.



Yöntem 


Bu çalışmada Foucaultcu söylem analizi kullanılmıştır. İktidar, özne ve nesneye dair söylemlerin bağlamlarına “açıklayıcı repertuarlar” çerçevesinde bakılmıştır. Söylemdeki sıradan olguların herkes farkındadır, ancak bu sıradanlık onların önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bu sıradan olguların spesifik anlamlarına bakarak ardındakini keşfederiz ya da keşfetmeye çalışırız (Foucault, 2002). Bu durum, analizi yapan kişinin kendini çalışmasına katmasına neden olur. Her ne kadar iktidar ideolojisine ulaşılmak istense de, analizi yapan kişinin özne konumu da sürece dâhil olur. 


İktidarın içsel rasyonalitesini anlamak, keşfetmek yerine iktidarın uzlaşamadıklarını analiz etmek daha yararlı bir yoldur. Örneğin, toplumun aklı başında olmaktan ne anladığını anlamak için “delilik” alanında ne olduğunu araştırmamız gerekmektedir (Foucault, 2002). Bu strateji iktidarın normatif olmayanlara karşı söylemlerine bakarak ilerlemek demektir.


Açıklayıcı Repertuarlar


Açıklayıcı repertuarlar, tıpkı bir dansı oluşturan figür gibi, söylemin zihnimizde anlamını oluşturan bir havuzdur (Arkonaç, 2017). Bu repertuarları adım adım analiz ederek söylemin ideolojisine ulaşabiliriz. Her açıklayıcı repertuarın zihinsel temsiliyeti kişiden kişiye değişir. Benim çalışmamda açıklayıcı repertuarlar daha çok görsel unsurlardan oluşmaktadır. Gülazer’in giyiminin repertuarları şunlardır; kürk boyunluk, yazma, dar kıyafetler, saçının kenarındaki kırmızı çiçek, baş bölgesindeki ve bel bölgesindeki altınlar ve otriş. Baskın bir şekilde kullanılan kırmızı renk de söylemi oluşturan açıklayıcı repertuarlar içinde yer alır. Gülazer’in isminin anlamı ve hırsızlık davranışı da açıklayıcı repertuarlara dâhil edilmiştir.



Analiz


Ötekini söylemlerimizle değersizleştirirken kullandığımız argümanlar bizim en hassas olduğumuz noktalardır. Yani değersizleşmesinden korktuğumuz şeylerimizdir. Bana göre bir kimliği, bir topluluğu değersizleştirmenin ve dışa atmanın en kolay yolu kadına dair söylemler ve eylemlerdir. Kadını değersizleştirdiğimiz kadar bir kimliği değersizleştiririz. Kadını yok ettiğimiz kadar bir grubu yok ederiz. Kadını değersizleştiren söylemler eril zihniyetin bir ürünüdür. Bu çalışmada kendilik ve öteki kavramlarından ilerlerken kadına dair üretilen söylemler de analiz edilmiştir. 


Gülazer karakteri, bir kimliğe dair bizde önyargıların oluşmasına neden olurken, bir kadının nasıl olmaması gerektiğini de anlatmaktadır. Bu karakterin giyiminden bedenine ve konuşmasına kadar her şey karmaşık bir şekilde işlenmiştir. Bu karmaşıklığı birer birer analiz etmekte yarar vardır. 


Çiçek ve Kırmızı


Sokaktan çiçek satan bir kadının Çingene olduğunu düşünmekten çoğu zaman kendimizi alamayız. Zihnimizde bu mesleği Çingenelikle bu kadar bütünleştirmişken çiçek doğal olarak Gülazer’de gözüme ilk çarpan motiftir. En başta Gülazer’in anlamına baktığımızda da, Farsça kökenli bir isim olup, sarıçiçek anlamına gelmektedir. İsimler bir noktada bizi kategorileştirmektedir. Hele ki ismimiz iktidarın bilgisinin dışında ise özne olarak konumumuzu dışa atılmış bir şekilde buluruz, yani öteki oluruz. Bu durum Gülazer’de de karşımıza çıkmaktadır. Bir bakıma Gülazer’e adının kaderi yaşatılmaktadır. Yani bu televizyon programı süresi boyunca oluşturulan ötekiye dair ilk inşa isimle başlamıştır. Tuhaftır ki Çingenelerle bağdaştırdığımız isimleri saymaya kalksak çoğu zaman bir elin parmaklarını geçmez ya da sayamayız. Bunlar da çoğunlukla medya aracılığı ile bize aktarılandır. Örneğin, Cennet Mahallesi dizisindeki Pembe karakterinin adı bu duruma başka örnektir. Bu durum da başka bir sorunsallığı karşımıza çıkarmaktadır. Neden Çingene isimlerini bilmeyiz?


Gülazer’in saçının kenarında veya kulağının arkasında bir kırmızı çiçek olması önemli bir detaydır. Beyaz çiçek olsa ideolojiyi yansıtmayacaktı. Beyaz çiçek saf olanı veya barışı temsil eder. Ama kırmızı çiçek “dürtü”dür. Bir erkeğin kadında görmek istediği saflık mıdır yoksa dürtü müdür? Aslında ikisini de erkek muazzam bir şekilde arzular ama yücelttiği beyaz olandır. Kırmızı kötü ötekidir (Uçar, 2020). Peki, ne zaman kötü ötekidir? O kırmızıyı kadın mı ortaya çıkartacak erkek mi? Bunun özgürlüğü kimin elinde olacak? Namus, toplumda erkeğin kadın bedeni üzerindeki tapusudur. Baba bu tapuyu başka bir erkeğe devreder, bu erkek de kadının kocasıdır ve erkeğin kadında görmek istediği beyazlıktır. Beyazlığının en salt biçimi de gelinliktir. Erkeğin istediği her ne kadar beyaz olsa da kırmızıyı da açığa çıkartmak ister. Gülazer de bunun tam tersini görmekteyiz. Gülazer’in çiçeğinin rengi olsun kıyafetleri olsun kırmızıdır. Kırmızıyı kendisi taşımakta ve kendisi açığa vurmaktadır. Tam da bu nokta da kötülüğü oluşturmaktadır. Gülazer’in kocası dizide işlenmemiştir. Tek başına bir kadın, kırmızılar içinde ve ahlaki yönü oldukça zayıf sunulan bir kadın. Bu kadının temsil ettiği kimliğe dair söylemler toplumda nasıl gelişir? 


Çingenelere karşı toplumda oluşan en keskin ayrımcı söylem namus üzerinedir. Toplumda Çingenelerden kız alınamayacağı söylemi çok yaygındır. Çünkü Çingene kadınlarının kocalarına sadık olmadıkları, başına buyruk oldukları dile getirilir. İşte medyanın buradaki rolü önemlidir. Çünkü toplumun bu kalıpyargılarını değiştirebilecek güçtedir. Ama bunun tam tersini yapmaktadır, Gülazer örneğinde olduğu gibi. Yıllarca televizyonlarda böyle bir tiplemenin işlendiği bir toplumda bu kimliğe dair olumlu duygulanım olmaz. Bu insanlar ne işe alınırlar, ne de isimlerini taşıyabilirler. 


Fiziksel Görünümü


Gülazer karnında bir yastık varmışçasına aşırı göbekli, kalçaları ve memeleri büyük bir kadındır. Fiziğini de ortaya çıkaran bir giyim tarzı vardır, genellikle dar kıyafetler giymektedir. Fiziksel görünümü bence çok aşırı şekilde lümpen ele alınmıştır. Belki dizinin güldürme amacına uygun bir durumdur. Ama toplumun bir kesimini güldürürken bir kısmını da oldukça değersizleştirmiştir. İktidarca dışlanmış bir kimliğin ‘çirkin’ vücudu işlenmiştir. Başta belirttiğim gibi bir kimliği değersizleştirmenin en kestirme yolu kadını değersizleştirmektir. Dikkat çekici bir şekilde oluşturulan Gülazer bedeni iktidarın beden üzerindeki gücüne bir örnektir.  


Giyimimiz bir noktada bizim kimliğimizi yansıtır. Ait olduğumuz grubun özelliklerini yansıtacak kıyafetleri tercih ederiz. Çingeneler için bu durum fazlasıyla karışıktır. İktidarın veya toplumun onaylamadığı birçok giyinme tarzı “Çingene gibi olmak” ile dile getiriliyor. Çingene nasıl giyinir peki? Bunun önyargılardan ve kalıpyargılardan öteye giden bir cevabı yoktur. Aslında Çingeneler bulundukları topluma uyum sağlarlar. Giydikleri ve giymedikleri, iktidara fazlasıyla yakındır. 


Gülazer vücudu ile olsun davranışları ile olsun iktidarın oluşturduğu ‘sokak kadını’ imajını yansıtırcasına kurgulanmıştır. Burjuvazi söylemidir bir nevi. Sosyo-ekonomik seviyesi düşük olan, yaşam kalitesi düşük olan gruplar için dile getirilen inşadır. Aşağı gördüğümüz bu kadına dair ‘Çingene gibi olmak’ söylemini sıklıkla kullanırız. Hatta son dönemlerde İstanbul havalimanında bir yolcu bir görevliyle tartışırken görevliye “Çingene, koca kıçlı” gibi söylemler dile getirilmiştir. “Çingenelik” ile “koca kıçlı olmak” aynı söylemin içinde aynı bağlamda Gülazer’de de işlenmiştir. Yani Gülazer Çingene olduğu için fiziksel özellikleri olumsuz işlenmemiştir. Fiziksel özellikleri olumsuz olduğu için Çingene kimliği ele alınmıştır. Kötü bir fiziği olduğu için Çingene kimliğine dair söylemler inşa edilmiştir. Aslında içimizde olan bu özellikleri bir başka kimliğe atarak kendimizi oldukça rahatlatırız. 


Günümüzde kimlikler oldukça çeşitlenmiştir. Beden üzerinden sınıflandırılmaya başlandık. Bunun sonucu olarak da güzel bir vücuda sahip olmakla beraber kendimizi yüceltmeye ve mutlu olmaya başladık. Bu durum insanların hayallerini, motivasyonlarını, planlarını değiştirmeye başladı. Bir kimliğin dilini konuşmak, dinini benimsemek artık o kimliğe ait olmak için yeterli değil. Elit bir kimlik arayışı içerisinde bulduk kendimizi. Bu durum da mutluluğumuzun temel şartı olmaya başladı. Sosyal medyada da bireylerin çeşitli kimliklere girerek kabul görme amacı vardır. En çok beğenildiğimiz fotoğraf bizim için daha değerlidir. Bu durum öyle bir seviyeye gelir ki, sosyal medyada bir fotoğraf silmek, çocukluğumuza ait tek fotoğrafımızı yırtmak kadar zorlaşır. Beğenilmek için yaşadığımız dünyada, Gülazer’in bedeni iktidarın ideolojisinin dışındadır. Kısacası durum her ne kadar bir kimliği değersizleştirse de iktidarın bedene dair ideolojisine ulaşmak mümkündür. 


Kürk Boyunluk


Boynundaki kürk, oluşturulan kaotik kimliğin absürtlüğünün tamamlayıcı ögesidir. Çünkü modern kadının aksesuarı olan kürk, yöresel motiflerle birlikte işlenmiştir. Gülazer’in başında yazması, belinde ve yazmasının kenarında altınları vardır. Bu kadar karmaşanın içerisinde kürk bana şu mesajı vermektedir; “eşeğe altın semeri vurmuşlar eşek yine eşek”. Bu söylem baskıcı ideolojinin ya da üst kimliğin söylemidir. Bence bu durum gizli ama çok sıkı olan kimliğe dayalı bir kast sisteminin varlığına işarettir. Bu durum toplumsal yapının bütün mekanizmalarında Çingenelerin karşısına çıkacaktır. İster iktidarın dilini konuşsun, ister dinini benimsesin bu değersizleştirici söylemler her zaman varlığını koruyacaktır. 


Gülazer kürk takmadığı zamanlarda boynunda pembe veya mor renkte bir otriş takmaktadır. Otriş daha çok gece kulüplerinde, meyhanelerde, sahneye çıkan kadın solistlerin kullandığı bir aksesuardır. Bu aksesuarı bir opera konserinde görmemiz pek mümkün değildir. Banu Alkan fazlasıyla bu aksesuar ile bağdaştırılmıştır. Bilindiği üzere bu sanatçı Afrodit lakabıyla bilinmektedir. Afrodit de güzelliğiyle nam salmıştır. Doğal olarak Afrodit bir arzu nesnesi haline gelmiştir. Benim analizimde de arzulayan ve arzulanan kadın imajı vardır, kırmızı da olduğu gibi. Bu durum ambivalansın tipik bir örneğidir çünkü hem değersizleştiren bir söylem üretiliyor hem de arzu nesneleri ile süsleniyor, bilinçdışı süreçler devreye giriyor. Hem nefret ediyoruz hem de arzuluyoruz. Nefret ettiğimiz kadar arzular iken bir o kadar değersizleştiriyoruz. 


Hırsızlık


Hırsızlığın burada bir davranış olarak değil bir kimliğe atfedilen özellik olarak işlenmiş olduğunu varsaymaktayız. Yani hırsızlık kötülenmemiştir, Çingene kimliği kötülenmiştir. Bu çerçevede, iktidarı temsil eden polis hırsızı değil Çingene kimliğini yakalamak istiyor. Ama bunu bir türlü başaramıyor, her seferinde Gülazer kurtulmayı başarıyor ve adalet yerini bulmuyor. Bu durumda Çingenelere dair söylemler bir eyleme dönüşüyor. Hırsız olarak bize aktarılan bir kimlik var ve bu kimlik dışarıda serbest bir şekilde dolaşıyor. Toplum bu noktada kendi adaletini uygulamaya başlıyor. Ülkemizde de Çingenelere karşı yöneltilen şiddet, dilde kalmıyor davranışa da dönüşüyor. Ülkenin birçok yerinde Çingeneler ile ilgili yaşanan en ufak bir sorunda, kalabalık olan gruplar Çingeneler üzerinde tahakküm kuruyor, şiddete başvuruyor. Çoğunlukla da Çingeneler göç etmeye zorlanıyor. Gittikleri yerde de aynı durumla karşı karşıya kalıyorlar. İktidar, mağdur edebiyatını muazzam bir şekilde işlemiştir. Bence bu durum iktidarın gücüne meşruiyet kazandırıyor. Yani iktidarın özneler aracılığıyla ötekine karşı oluşturduğu şiddet, bu sayede hem fazlasıyla retorik oluyor hem de meşru zemin kazanıyor. Bu durum iktidarın gücünün şiddet ağırlıklı olmasının en bariz örneğidir. Her ne kadar bireyler yani özneler bu şiddeti gerçekleştirse de, özneler iktidarın aracısıdır. Bu eylemin amacı da, hırsızlığı ya da norm dışı olanı hapse tıkmak değil, Çingeneyi, öteki olanı hapse tıkmaktır. Gazetelerde veya haberlerde bir çete çökertildiği zaman ya da hırsızlık haberi yapıldığı zaman Çingene kimliği ile birlikte sunuluyor. Bu durum, Gülazer örneğinde olduğu gibi, toplumsal önyargıların diri kalması konusunda etkendir. Bu söylemin retorik kısmı tam olarak budur; hırsız değil, Çingene yakalandı. 



Tartışma


Öznenin nesneye ilişkin bilgisi, iktidar-bilgi arasındaki akışkanlığa bağlıdır. Yani iktidarın oluşturduğu bilgi çerçevesinde öznelliğimizi deneyimleriz. Ayrıca bu çerçeve, iktidara tabii olma durumunu yaratır. İktidara tabii olmayan yani ideolojiye, kimliğe ait olmayan dışa atılır. Bu durum bir müphemlik içerisinde ötekini oluşturur. Bu müphem kimliği, iktidar hapsetmek ya da öldürmek ister. Bu sadece pratik anlamda öldürmeyi içermez, özneden ayırmayı da içerir. Çingeneler toplumun geneli tarafından “hırsızlık” ile damgalanmaktadır. Bu durum dizide de bariz şekilde işlenmiştir. Düşünün ki Türk dizi tarihinin en büyük hırsızı Çingene kimliği ile işlenmiştir. Çingenelere dair bu damgalama okul kitaplarında, edebiyatta, medyada bu kadar fazlasıyla işleniyorken bir bireyin Çingene kimliği ile kabul görmesi kolay bir durum değildir. 


Bu çalışmaya başlarken amacım Gülazer’in Çingene kimliğine yansımasına bakmaktı. Nasıl ele alınmıştır, kullanılan figürler nelerdir, bunları analiz etmekti. Analizi yaparken, karakteri oluşturan söylemin sadece Çingene kimliğine değil, aynı zamanda kadın kimliğine de dayandığını fark ettim. Bir kadının nasıl giyinmesi, nasıl bir bedene sahip olması, nasıl davranması gerektiği, nasıl olmaması üzerinden net bir şekilde anlatılmıştır. Kim Gülazer gibi olmak ister? Bu soru Çingene olmayan kadınları da etkilemektedir. Bir kimliğe karşı bu kadar rahat bir şekilde gerçekleştirilen ayrımcı söylem, o kimliğin yaşam alanını ciddi manada sınırlar. Birey kabul amacı gütmese bile kendine bir yaşam alanı oluşturmak ister. Hırsızlıkla bu kadar ilişkilendirilen bir kimliğin üyesini kim işe almak ister ki? Bu durum bana göre “Roman” kimliğini değerli kılmıştır. Tarihsel bir tartışmadır Roman kimliği. Ama ülkemizde Romanlara daha sempatik ve romantik bakılır. Kabul kimliği gibi düşünebiliriz. Ama en ufak bir olumsuzlukta birey yine “Çingenelik”le ilgili ayrımcı söylemlere maruz kalacaktır. Benim analizime göre, genel olarak bireyler her ne kadar negatif söylemler üretirlerse üretsinler, zihinlerinde oluşturdukları ötekinin motifleri ile özdeşim kurmayı da arzularlar. Yani kendimizdekini yansıtarak oluşturduğumuz ötekinin konumunda bulunmayı arzularız ama üzerimizdeki iktidar gücü buna izin vermez. İktidar da bu noktada öznenin kendisinde ve nesnenin özne de tanımak zorunda olduğu bilgiler üretir. Bu durum da bireyi kategorileştirir (Foucault, 2002). Kategorinin dışına çıkmamız demek, özne olarak kendimizi dışarda bulmamız demektir. Bu durum da iktidarın şiddet odaklı gücünden kaynaklanan korkularımızı oluşturur.




Kaynakça


Arkonaç, S. (2017). Psikolojide Söz ve Anlam Analizi Niteliksel Duruş. Hiperyayın Yayınları, İstanbul.


Çelebi, V. (2013). Michel Foucault’da Bilgi, İktidar ve Özne İlişkisi. Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 5 (1) 512-523.

 

Foucault, M. (2014), Özne ve İktidar (Çev. Işık Ergüden & Osman Akınbay). Ayrıntı Yayınları, İstanbul.


Göregenli, M. (2011).Temel Kavramlar: Önyargı, Kalıpyargı ve Ayrımcılık. Ayrımcılık Çok Boyutlu Yaklaşımlar içinde.


Tajfel, H. & Turner, J.C. (1985). The Social Identity Theory of Intergroup Behaviour. In: Worchel, S. and Austin, W.G., Eds., Psychology of Intergroup Relations, 2nd Edition, Nelson Hall, Chicago, 7-24.


Sarup, M. (2004). Post-yapısalcılık ve Post-modernizm. (Çev. Güçlü. A.). Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.