İklim Krizinin Psikanalizindeki Kayıp Halka: Gezegenanne, İnsanbebek ve Şirketler

İrem Temel


Covid-19 salgınıyla birlikte kolektif olarak insanın dünyaya ne eylediği üzerine düşünme çabalarımız sıklaştı. Salgın, kendisine iyi bakmadığımız dünyanın insanlardan intikamı mıydı? Cezalandırılıyor muyduk? Gezegenimiz bize rağmen hayatta kalacak mıydı? Psikanalitik bir bakışla insan türünün gezegene eyledikleri, bebeğin anneyle olan ilişkisindeki dinamiklerle benzeştirilerek ele alındı: İnsanlar gezegenannelerine bebeğin birincil yıkıcılığına benzer bir tutumla davranıyor, dünyayı hor kullanıyor, bir yandan da dünyanın tıpkı bir bebeğin annesi gibi bu yıkıcı davranışlara rağmen hayatta kalıp kalamayacağından, kendilerinden vazgeçip vazgeçmeyeceğinden endişe ediyorlardı. Dünyanın biz üzerinde yaşayanlar için annesel bir yaşam alanı sunduğunu, mevsimlerin ve diğer iklim olaylarının döngüsü ile birlikte insanları güvenilir bir ritm ile kapsadığını düşünmekle birlikte; gezegenanne ve insanbebek benzetmesinde kayıp bir halka olduğunu ileri sürüyorum.


Kent bizim büyük yuvamız1; doğa bizi besleyen annesel çevremiz (endüstriyelleşme ile doğanın besleyiciliğinin bize ulaşana kadarki pek çok kısmına birebir tanıklık edemesek ve o boşlukları çoğunlukla hayal ederek doldurmamız gerekse de) gezegenimiz ise evrenin bilinmez boşluğunda sınırları ve yapısı belli olan en büyük evimiz olabilir. Dünyanın çocukları olarak gezegenin bize tahammül edebileceğine inanmak istiyoruz çünkü hayatta kalabilmek için gezegenimizde yarının hayalini kurabilmeye ihtiyacımız var. 


Dünyanın çocuklarının arasına endüstriyel kentlerde yaşayanlarımızı, kırsalda yaşayanlarımızı, başka türlü topluluklar halinde doğa ile daha yakın temas halinde yaşayanlarımızı katabilirim. Ne var ki gezegeni yıpratan, yarının hayalini kurmamızı şüpheye düşüren eylemlerin faturası bana kalırsa bireysel olarak insanlara değil, mevcut ekonomik sistemin kazananları olan büyük şirketlere kesilebilir. Çevre annemizde yırtıklar açan bu karbon salınımları, monokültür tarım için kesilen ve yakılan hektarlarca amazon ormanları, yaban hayatı kendi içinde bir ekosistem olarak kabul etmeyip mütecaviz girişimlerle onu bozan mütecaviz girişimleri bir bebeğin gelişimi gereği içerisinden doğal akışta geçtiği yıkıcılık gibi değerlendirebilir miyiz? 


Bir yandan bin yıllardır içerisinde bulunduğu çevreye uyum sağlamış, bu çevrenin huyunu suyunu öğrenerek kendi yaşam tarzını ona uyumlamış, önceki nesillerden aktarılan geleneksel bilgileri kullanarak gezegenanneyi sömürmeden, ekosisteminin karmaşık ve ince dengesini bozmadan onun içerisinde yaşayabilen topluluklar var; Karadeniz'in dağ köyleri, Amazon toplulukları, çöllerde yaşayan topluluklar. Bu toplulukların bireyleri, hayatta kalmalarının şartı olarak doğayı kendi ritmi ve dinamikleri içerisinde insandan bağımsız olarak var olan canlı bir sistem olarak tanıyagelmişler. Bu toplulukların doğa tahayyülü, insanın kendisini ancak doğanın içinde ve onunla ilişki halinde var olabileceğini idrak ettiği, doğayı kendi içerisinde özerk bir canlı sistem olarak tanıyabildiği ve doğa karşısında kendi sınırlılıklarını görerek büyüklenmeciliği bıraktığı, ona verebileceği zararları tanıyabildiği bir tutuma denk geliyor. Psikanalitik düşüncede depresif pozisyona karşılık gelebileceğini iddia edebileceğimiz bir ilişkilenme şekli. Zira bu coğrafyalarda yaşamı sürdürebilmek için bu bilgi ve deneyime ulaşmak, bunu kuşaktan kuşağa da aktarmak zorunlu. Kayapo kabilesi lideri Raoni Metuktire mektubunda bunu özlü bir şekilde ifade ediyor2:


“Sizi yaptığınız bu işi, bu yıkımı durdurmaya, dünya ruhlarına saldırınıza son vermeye çağırıyoruz. Ağaçlarımızı kestiğinizde atalarımızın ruhlarına da saldırmış oluyorsunuz. Mineraller için kazı yaparken dünyanın kalbine kazık sokuyorsunuz. Ve toprağa, nehirlere; tarım kaynaklı kimyasalları, altın madenlerinden gelen civayı karıştırdığınızda; ruhları, bitkileri, hayvanları ve toprağın bizzat kendisini güçsüzleştiriyorsunuz. Güçsüzleşen toprak ölmeye başlar. Toprak ölmeye başladığında ise dünya da hiçbirimizin üzerinde yaşayamayacağı hale gelerek ölür ve bizler de ölürüz (...) Bir zamanlar ruhların bize mutlu bir yaşam için ihtiyacımız olan her şeyi; tüm gıdamızı, evlerimizi ve ilaçlarımızı sağladığı topraklarda artık yalnızca soya ve sığır var. Bu kalkınma kimin için? Yarattığınız çiftliklerde yalnızca birkaç kişi yaşıyor. Bu topraklar artık burada yaşayan kalabalıkları besleyemiyor. Öyleyse bunu neden yapıyorsunuz? Bazılarınızın bu kıyımdan oldukça yüksek miktarlarda para kazandığınızı biliyoruz. Kayapó dilinde biz sizin paranıza piu caprim yani ‘hüzünlü yapraklar’ diyoruz. Çünkü o paralar ölü ve işe yaramaz kağıtlar. Getirdikleri tek şey de zarar ve üzüntü.”


Derelerinin yaşamsallığının farkında olup barajlara karşı savunan köylülerle bu barajları yapan şirketlerin doğa ile ilişkilenmeleri oldukça farklı. İlki, çok daha geniş perspektifli bir bakış açısıyla kendisini doğanın bir parçası olarak duyumsuyor. Başka bir Amazon lideri olan Nemonte Nenquimo mektubunda bu bakış açısını ortaya koyuyor3:


“Bu mektubu yazıyorum, çünkü yangınlar olanca azgınlığıyla sürüyor. Çünkü şirketler petrolü ırmaklarımıza boca ediyor. Çünkü madenciler (tıpkı 500 yıldan beri yaptıkları gibi) altınları çalıyor ve açık ocak çukurlarıyla zehirleri artlarında bırakıp gidiyor. Çünkü arazi gaspçıları sığırlar otlasın, tarlalar açılsın ve beyaz adam yiyip içsin diye balta girmemiş ormanları kesip dümdüz ediyor. Çünkü sizler, bize hiçbir zaman en ufak faydası dokunmamış olan ekonomilerinizi canlandırabilmek adına topraklarımızı parsel parsel ele geçirme yolunda hep bir sonraki planlarınızı yürürlüğe koyarken, bizler büyüklerimizi koronavirüs yüzünden toprağa veriyoruz (...) Bizim Amazonları bilebilmemiz için binlerce yıl geçmesi gerekti. Onun döngülerini, sırlarını, hayatımızı sürdürmek ve serpilip gelişebilmek için onunla nasıl bir güç birliği yapmamız gerektiğini.”


İkincisi doğayı parçalara bölünmüş cansız bir kaynaklar bütünü olarak algılıyor ve onun kendi içerisindeki karmaşık canlılığı tanımıyor. Diğer canlıların barınma, beslenme ve yaşam hakkını elinden alan şirketlerle bizler aynı şekilde dünyanın çocukları mıyız? Dünyayla ilişkimiz aynı ölçekte ve niyette mi? Hareketlerimizin etkileri karşılaştırılamayacak kadar farklı ölçeklerde: Chevron, Exxon, BP ve Shell, Saudi Aramco ve Gazprom'un aralarında bulunduğu 20 adet şirket  tüm gezegendeki karbon salınımının %35'ine neden oluyor4. Dünyanın en zengin yüzde onu karbon emisyonlarının üçte birine neden olurken dünya popülasyonunun daha yoksul olan %50'lik kesimi karbon emisyonlarının %4'üne neden oluyor5.


Şirketlerin ve şirketlerin faaliyetlerine yolu açan çevre politikalarının işleyişinde, gezegenin kendisine dayanıp dayanamayacağını yıkıcı bir merak içerisinde keşfeden bebeğin ruhsallığından çok, gezegeni insanlar olmadan da var olabilecek, sayısız türe ev sahipliği yapan ve bizden bağımsız bir ritmi de olan bir ekosistem olarak görmeyi inkâr eden bir bakış söz konusu. Gezegeni  cansız bir kaynak havuzu olarak gören bir bakış bu. Derelerin, içinde maden barındıran toprağın, denizlerin, buralarda yaşayan insan dahil tüm canlıların hayatlarının birbirlerine görünmez ama güçlü bağlarla bağlı olduğunu görmeyi reddeden, tam da bu bağlara saldıran bir bakış.  


Kazdağları’nda altın çıkartmak için hektarlarca alandaki ağaçları kesen, koskoca bir ormanlık alanı bölüp parçalayarak bir şirkete tahsis eden, o alandaki suyun ve toprağın siyanürlü altın aramayla zehirleneceğini, bunun da orada yaşayan canlıların sonu olacağını, tüm bölgenin ölü bir alan haline geleceğini göz önüne almayı tercih etmeyen, kendi çıkarlarını sayısız canlının yaşam hakkının önüne koyan bir zihniyeti var maden şirketlerinin. HES'ler, ihtiyaç fazlası havalimanları ve köprüler, ormanların zenginlerin villalarına tahsis edilmesi, koyların yapılaşmaya açılması, Amazon ormanlarının gelir getiren soyayı ekebilmek için kundaklanması, doğaya aykırı monokültürün kâr getirdiği için tüm olumsuz etkilerine rağmen sürdürülmesi için de aynı şeyi söyleyebiliriz: Bir zümrenin kârının canlıların yaşam, su, barınma hakkına kast ettiği her eylem, her proje aynı zihniyetle işliyor. Karşıdakinin kendi başına ve kendi içinde var olma halini, yaşam hakkını tanımayan, toprağı, suyu, bitkileri, hayvanları ve bu projelerde çalışan insanları şeyleştiren, değersizleştiren, bağlamından kopartarak bölen ve kullanılıp atılacak maddeler haline getiren bir bakış; sapkın bir bakış. Dünyaya çok büyük ölçüde etki edenler bu sapkın bakışla üretilen politikalar, icra edilen endüstriyel projeler ve inşaat projeleri.


Hukuk nasıl topluma bir “çerçeve” sağlıyorsa, devletin çevre politikaları da insan ve gezegen ilişkisinde bir çerçeve sağlıyor. Bu yüzden insanın çevreyle ilişkisi ve iklim krizi üzerine düşünmeye çalışırken devlet ve şirket faaliyetleri için ayrı bir katman tanımlamadan geçmenin esas soruna işaret etmeyi ıskaladığını düşünüyorum. Zira bu “sapkın” çerçeve sürdükçe salt gezegene dair bireysel davranışlarımızın değişmesi fazla bir şeyi değiştirmeyecek. Bir gram altın çıkartmak için dört ton su kullanılıyor, bir maden sahası için yüzlerce insanın geçim kaynağı (tarım) ve binlerce canlının yaşam hakkı elinden alınıyor, örneğin iptal edilmeden önce sadece Kirazlı’da faaliyet göstermesi planlanan altın arama için 20 bin ton siyanür kullanılması söz konusuydu6.


“İnsanları ekolojik krizden eşit derecede sorumlu tutmak, asıl sorumluları aklamaktır. Dünyaya, beş büyük yok oluşla kıyaslayacak derecede büyük zarar veren asıl neden kapitalizmdir. Bir tür olarak insan, nasıl sorunların ortaya çıkmasında eşit derecede sorumlu değilse, ekolojik risklerin dağılımı da eşit bir biçimde gerçekleşmemektedir. Yapılan araştırmalar ekolojik sorunlardan en az sorumlu olan kesimin, sonuçlarından en fazla zarar görenler olduğunu doğrulamaktadır. Bununla birlikte ekonomik büyüme pastasından en büyük payı alanlar, aynı zamanda ekolojik risklerden yalıtılmış bir yaşamı finanse etme gücüne sahiptir.” (Tan Gülcan, 2018)7


Dünyayla bireysel ilişkimizi düşünmek gezegenin sürdürülebilirliği ve kendi ruhsal yaşamlarımızın farklı katmanları için çok anlamlı, zira kişi başı emisyon yükseldikçe bu emisyonun nedenleri arasında kişisel tüketim ürünlerinin ve ulaşımın payı katlanarak artıyor. Elbette içerisinde yaşadığımız neoliberal düzen bizim de dünyayla algımızın nasıl olacağını, ne derece sorumlu hissedeceğimizi, hareketlerimizin sonuçlarını yakın ve uzak gelecekte değerlendirip değerlendiremeyeceğimizi etkiliyor: Uçak seyahatleri, fazla endüstriyel et tüketimi ve elektrik kullanımı karbon salınımını arttırıyor8. Ancak önce çerçeveye işaret etmek gerektiğini düşünüyorum. Gezegene yaptığımız tahribatın onarımı ancak çevre politikalarının değişimi ile mümkün olacak. Bu politikaların değişimi sırasında ise ne ile mücadele ettiğimizi bilmek önemli.




Notlar


1. Jale N. Erzen (2015). Üç Habitus: Yeryüzü, Kent, Yapı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.


2. https://www.yesilist.com/asiri-tuketimimiz-dogal-felaketimiz-olacak/


3.https://acikradyo.com.tr/editorden/bati-dunyasina-mesajimdir-medeniyetiniz-yeryuzunde-yasami-olduruyor


4.https://artigercek.com/yazarlar/pelincengiz/zeitgeist-dunyayi-kirletenleri-kirletenleri-fonlayanlari-sivil-itaatsizlikle-rezil-etmek


5.https://reliefweb.int/report/world/carbon-emissions-richest-1-percent-more-double-emissions-poorest-half-humanity#:~:text=The%20richest%2010%20percent%20accounted,humanity%20emitted%20just%20four%20percent.


6.https://www.dw.com/tr/be%C5%9F-soruda-kaz-da%C4%9Flar%C4%B1nda-siyan%C3%BCr-kullan%C4%B1m%C4%B1/a-49953796


7. Tan Gülcan, Duygu (2018). “Ekolojik Kriz Karşısında Devletin Rolü Üzerine İdeolojik Bir Tartışma”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 13, Sayı 59, s. 49-63. DOI: 10.33458/uidergisi.523829


8. http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=413&RecID=4345