Neoliberal Toplumda Psikoterapinin Yeri


Çağdaş Yalçın


“Delilik Nedir” (2016, Encore Yayınları) adlı kitabında psikozun ne olduğuna dair Lacanyen bir perspektifle cevaplar arayıp, kitabının temel sorusunu bu teorik perspektife dayandırırken, ilgisini klinik alanla sınırlı tutan Darian Leader, her ne kadar bu meseleyi politik açıdan ele almıyor olsa da delilik nedir sorusuna dair cevap arayışına şu sözleri etmeden de başlayamaz:

 

Dört bir yanı saran o farklılık ve çeşitliliğe saygı nakaratına rağmen, günümüzde insanlar, çocuk yuvalarından meslek hayatının koridorlarına varıncaya dek, daha önce görülmedik ölçüde birörnek düşünmeye zorlanıyor. Ruh sağlığı dünyasında bunun yansımasını görüyoruz: Tedavi, her iki tarafa da sorumluluk yükleyen, işbirliğine dayalı, müşterek bir çalışmadan ziyade, edilgen bir hasta üzerinde uygulanan neredeyse mekanikleşmiş bir teknik olarak anlaşılıyor. Bugün ruh sağlığı hizmetlerinin bir tür tamirhane gibi, insanların en kısa sürede onarılıp işlerine –ve belki ailelerine– geri gönderildiği bir yer olarak görülmesi yönünde artan bir baskı var (2016, s.12).

 

Başlayamaz, çünkü birini, bir durumu ya da bir davranışı delilikle ilişkilendirmek her seferinde kültürel, ahlaki ya da normatif bir referansı; bir iktidar ilişkisini içerisinde barındırır. Bu iktidar ilişkisi, kültürel, ahlaki ya da normatif referansları nedeniyle sık sık yerden yere vurulur psikoterapi. Vurulsun, hakkıdır. Ancak ne yazık ki psikoterapiye yönelen bu eleştiriler çoğunlukla yeterince derinleşemez. Sıklıkla ya başka bir ahlaki, kültürel ya da normatif referansların tahakkümlerini içerir bu eleştiriler, ya da iktidarın olmadığı bir cennet düşüne dayanır. Bu metinde, iktidarın olmadığı bir cennet düşünün psikanalitik kökenlerinden ve bu düşün tehlikelerinden bahsetmeye çalışacağım.

 

Saul Newman (2006), anti-otoriter bir dünyanın nasıl mümkün olabileceği sorusuna cevaplar ararken “Eğer iktidarın olmadığı bir dünyaya geçebileceğimizi düşünüyorsak, zaten bizi ezen dünyanın tuzağına düşmüşüz demektir” der. “İktidarsız bir dünya düşü bu dünyanın siyasal dilinin bir parçasıdır” (s.27). Neyse ki Newman anti-otoriter bir dünya arzusundan vazgeçmez bu sözlerinden sonra; sadece bu arayışı gerçekleştirirken düşülebilecek tuzaklar konusunda uyarır bizleri. Ona göre en büyük tuzak hiyerarşik karşıtlıklara dayanan, özcü düşünce biçimidir: “Küresel ölçekte gerçekleşen değişimler, bireyin gerçekten değişme ihtimalini sadece engellemeye yaramış gibi görünüyor. Özcülük, bireyi yalnızca belirli buyrulmuş ahlak ve davranış normlarıyla sınırlamaz, aynı zamanda bu normlara uymayan kimlikleri ve davranış tarzlarını da dışlar. ‘Gayritabii’ ya da ‘sapkın’ diye, o veya bu şekilde ‘öteki’ diye sınıflandırılırlar ve ihlal ettikleri normlara göre eziyet görürler. Özcülüğün mantığı karşıtlığa dayalı bir düşünüş üretir ve bundan da ikili hiyerarşiler inşa edilir: normal/anormal, aklı başında/kaçık, heteroseksüel/homoseksüel, vs.” derDahası Newman’a göre bu karşıtlığa dayalı hiyerarşilerin altında ezilenler sadece bu normatif kategorilere uymayanlar da değildir: “Bu tahakküm yalnızca norm kategorisinin dışına düşen bireyleri (homoseksüeller, uyuşturucu müptelaları, suçlular, kaçıklar, vb.) göstermez; aynı zamanda -kimlik hiçbir zaman yekpare bir şey olmadığından- kimliklerinin belirli bir parçası anormal olmakla itham edilenler için de acı vericidir” (Newman, 2006, s.25).

 

Saul Newman’ın “bizi ezen dünya” dediği dünya nasıl bir dünyadır? Peki iktidarın olmadığı bir dünya psikanalitik anlamda hangi öznenin düşüdür? Sigmund Freud (2000) “Memedeki bebekten uygar insana götüren yol uzundur; birçok insancık onda yolunu yitirir” (s.45) der. Newman’ın işaret ettiği, bizi ezen bu dünyayı inşa etmiş özne yolunu nerede yitirmiştir? Bu soruların cevapları, aynı zamanda içinde yaşadığımız toplumun dinamiklerini anlama konusunda da bizlere yardımcı olacaktır diye umuyorum.

 

Memedeki bebeğin zihinsel dünyasına dair öncü çalışmalar yapmış olan Melanie Klein (2016), bebeğin erken dönem zihinsel yaşantısının bölme ve yansıtmalı özdeşim gibi savunmaların etkisi altında olduğunu ortaya koyar. Klein’ın kuramına göre, yeni doğmuş bebek, tümden iyi ve tümden kötü olarak bölünmüş dünyasında kötülüğün saldırılarına dair paranoid düşüncelerin etkisi altında, iyiliğin eksikliğini kötülüğün zulmü olarak değerlendirip, onu bu zulümden kurtaracak iyiyi ele geçirmek için elinden geleni yapmaktadır. Diğer bir deyişle açlığın, soğuğun, acı ve sancının dayanılmaz kaygılar yarattığı bebek için eksikliğin olmadığı bir dünyayı (cenneti); ve hakkı olan bu dünyayı gasp etmiş kötüleri barındırır bu dönemin düşleri. Klein’in paranoid-şizoid konum olarak adlandırdığı bu konumda bebek mutlak iyilik halinin peşindedir. Bu konumdaki bir özne, önüne çıkan tüm ötekileri ortadan kaldırmak için gözünü dahi kırpmayacak; onu bu iyilikten mahrum bırakan ötekilere, otoritenin işaret ettiği tüm “kötülere” sadistik bir şekilde saldırabilecektir (Klein, 2016).

 

Böylelikle Newman’ın bahsettiği karşıtlığa dayalı düşünüş biçiminin köklerini nereden aldığı açıklıkla karşımıza çıkar. Bu düşünüş biçimine, en güçlü şekilde, Melanie Klein’ın kuramında karşımıza çıkan memedeki bebeğin zihinsel süreçlerinde rastlarız. Melanie Klein, sağlıklı bir gelişimde bu düşünme/deneyimleme biçiminin aşılacağını ve bebeğin suçluluk hissetme, onarım yapma gibi beceriler geliştireceğini düşünmüştür: “Çocuğun … tüm dünyaya saldırdığına dair inancı, suçluluk duygusunun ve genel olarak ahlaki ve sosyal duygular geliştirmenin altında yatan nedenlerden biridir” demiştir Klein. “Şimdi, çocuğun yıkıcı düzlemlerinin bireysel içeriği ve ayrıntısı, onarım eğilimlerine dolaylı olarak hizmet eden yüceltmelerinin gelişiminin belirlenmesine, hatta başka insanlara yardımcı olma konusunda daha doğrudan arzuların üretilmesine yardımcı olur” (Klein, 2012, s.192-193)[1]. Ben, Melanie Klein’ın çalışmalarının, teorik olarak eleştirilebilecek birçok yanı olsa da, anti-otoriter bir proje olarak değerlendirilebileceğini, en değerli yanının da bu kısmı olduğunu düşünüyorum. 

 

İçinde yaşadığımız dünya, birçok özelliği değerlendirildiğinde, bu karşıtlığa dayalı düşünüşün gün geçtikçe güçlendiği bir yer haline gelmiş durumda. Neoliberal totaliter rejimler, köklerini memedeki bebeğin zihinselliğinden alan bir ideolojiyi temel alarak faaliyet gösterirler. Karşıtlığa dayalı bu düşünce biçiminin sonucunda grandiyöz otoritenin tahayyül ettiği dünya bir topluluk, grup ya da ulus için iyi ve kötünün tümden ayrıldığı bir yer olarak deneyimlenir. Böylelikle öznenin zihinselliğinin başlangıcına hakim olan düşünce süreçleri büyük bir grubun dünyayı algılayış biçimi haline gelebilir. Böyle deneyimlenen bir dünyada onu yerinden etmeye çalışan, hakkı olanı gasp eden dış mihrakların, teröristlerin, sapkınların karşısında; mutlak iyiyi hak eden özneler olarak bu ötekilere sadistik saldırılar gerçekleştirmek mübahtır. Her türlü saldırganlık, hakkının gasp edildiğini sanan, hakkının sınırları olduğunun farkında olmayan, deneyimlediği her türlü eksikliği bir zulüm olarak değerlendiren tümgüçlü öznenin doğal hakkıdır. Kendi eksikliğiyle yüzleşebilmek de, bu eksikliğinin yasını tutabilmek de mümkün değildir bu konumdaki özneler için.  Julia Kristeva (2015) içine düştüğümüz bu karanlık halin “Aşırı liberalizmin, mali piyasaların vurgunculuklarının, doğanın kontrolsüz istismarının ve toplumun totaliter idaresinin dayattığı ‘araçsal akıl’, sahiplenme ve hükmetmeye doğru bir eğilim ile nitelenen paranoid-şizoid bir konumdan” (s.291) kaynaklandığını düşünmektedir.

 

Zizek (2011) “psikanalitik teorinin can alıcı başarısı tam da ‘akıl hastalığı’nın bizzat mevcut toplumsal düzenin yapısından kaynaklandığını; yani bireyin ‘deliliği’nin uygarlığın kendisine özgü belli bir ‘rahatsızlığa’ dayalı olduğunu açıklamasında yatar” (s.24) demiştir. Ancak neoliberal toplumda psikanalitik teorinin bu başarısı neredeyse görünmez hale gelmiştir artık. Ne de olsa böyle rejimlerde tümgüçlü öznenin başarısızlığının nedeni ya hakkını gasp eden ötekiler, ya da kişinin utanç duyacağı bir biçimde tümgüçlü olamayışıdır. Diğer bir deyişle, her türlü olumsuz deneyim artık ya bütünlüğümüzü bozmaya çalışan dış mihrakların,  düşmanların, kötülerin bir oyununun; ya da grandiyöz otoritenin belirlediği ve dayattığı normlara uyamayan öznenin yetersizliğinin; yeterince güzel, akıllı, becerikli, normal olamayışının bir sonucudur. Böyle bir toplumsal düzlemde kişi ya düşman olarak işaret edilenlere ya da kendine bitmek bilmez bir öfke ile saldıracak; aradığı huzuru ancak böyle bulabileceğine inanacaktır.

 

Böyle bir konumda sıkıştırılmış özneler için toplumsal düzenin ve otoritenin sorgulanması da, öznelerin tahakküme karşı kendini savunması da ne yazık ki çoğunlukla mümkün değildir. Çünkü “neoliberal rejimin zekâsı burada kendini gösterir. Sisteme karşı direnişe izin vermez” (Han, 2020, s.16). Ne kendini, ne de deneyimlerinin nedenlerini anlamanın mümkün olmadığı bu tabloda kişi yine de olumsuz deneyimlerini ortadan kaldırmak için elinden geleni yapar. Bu çabanın sonucunda elde ettiği tüm güce, ortadan kaldırdığı tüm düşmanlara rağmen düşlerini süsleyen cennette olma haline bir türlü ulaşamayan kişinin eksiklik hissi bir türlü azalmayacak; tersine ne kadar kazanırsa açgözlülüğü o kadar artacaktır. Bu durumun sonuçlarını anlamak için doğanın istismarının ne boyutlara vardığına bakmak, tüm bu talana rağmen durmak bilmez açgözlülüğümüzü fark etmek yeterli olacaktır. 

 

Sisteme karşı direniş imkânlarının kısıtlandığı böyle bir toplumsal düzlemde, artık olumsuz deneyimler yaşayan özneler de sıklıkla sömürülecek birer nesneye dönüşmüş durumdadır. “Neoliberal psikopolitika giderek daha incelikli sömürü biçimleri icat ediyor” der Byung-Chul Han. “Çok sayıdaki kendini yönetme atölyeleri, motivasyon artırıcı haftasonları, yaşam koçları, kişilik geliştirme seminerleri ve zihin antrenmanları kendini optimize etme ve verimliliği artırma konusunda sınır olmadığı vaadini dile getiriyor. Bunlar yalnızca çalışma saatlerini değil, bireyin tümünü, bütün dikkatini, hatta bizzat hayatını sömürme amaçlı neoliberal tahakküm teknikleri tarafından yönlendirilmektedir. Bu teknikler insanı keşfeder ve bizzat onu sömürünün nesnesi yapar” (Han, 2020, s.37). 

 

Yani bir anlamda, ruh sağlığı alanında gün geçtikçe artan istismarın, alanın bu şekilde talan edip sömürünün bu boyutlara varmasının neoliberal-totaliter rejimlerin ya da Kleinyen bir perspektifle düşünürsek paranoid-şizoid konumun bir semptomu olduğunu iddia edebilirim. Kendi kudretinden ve iyiliğinden hiçbir şekilde şüphe etmeyen, hiçbir durumda yanlış yapabileceğini kabul etmeyen tümgüçlü otoritenin varlığıyla işaret ettiği yönde büyüyen, bir dokunuşuyla, bir sözüyle tedavi edebilen; ya da kendi yöntemlerini ve inançlarını hiçbir koşulda sorgulamayan “terapistlerin” görülme sıklığının her geçen gün artması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Değerleriyle özdeşim kurulan bu otoritelerin yarattığı iklimde artık kişiler ırkları, dinleri, cinsiyetleri, (olan ya da olmayan) diplomaları, vb. nedenlerle her türlü hakka sahip olduklarına inandıkları gibi, her türlü güce de sahiptirler. Grandiyöz otoritenin izdüşümü olarak nitelendirilebileceğimiz bu terapistin becerilerinin sınırları da yoktur. Neyin normal, neyin anormal olduğu konusunda (farklı farklı referans sistemlerine dayanan) sarsılmaz inançlara sahip bu terapistin, şifacının, otoritenin karşısında; tümgüçlü ve hatasız gözüken bu sistemin altında ezilen kişiler her türlü olumsuz deneyimi kendi yetersizliklerinin bir sonucu olarak değerlendirecek ve arayışları bir an önce tamir edilip hayata atılmak yönünde olacaktır.

 

Hayatın neredeyse tüm alanlarında karşımıza çıkan bu talan, istismar ve tahakkümün karşısında pozisyon almanın gerekliliği şüphe götürmez. Ancak bu pozisyonu alırken, yani istismara, talana ve tahakküme karşı mücadele ederken ikili karşıtlıkların, özcü fikirlerin tuzağına düşme tehlikesini göz önünde bulundurmak gerek. Bu tehlikelerin göz ardı edildiği durumlarda, başarılı gibi gözüken mücadelelerin sonucunda dahi, “aynı tahakküm biçimleri ve kurumsal hiyerarşiler, yalnızca farklı kılıklar ve çok daha kurnaz kisveler altında habire yeniden ortaya çıkıyor gibi gözükür” (Newman, 2006, s.22). Freud’un uzun yıllar önce işaret ettiği bir tehlikedir bu: 

‘Ben’ bastırma süreci ile tehlikeye karşı kendini savunur. İçgüdüsel uyaran bir biçimde engellenir, buna yol açan sebep ve bu sebebe ilişkin algılar ve tasarılar unutulur. Ancak süreç bununla bitmez, güdü ya gücünü korumaya devam etmiştir, ya gücünü tekrar yeniden diriltilir. İsteğini yineler ve normal bir biçimde doyurulmaya giden yol bizim bastırılmış olma yarası olarak nitelendireceğimiz durumdan dolayı kapalı olduğundan, kendisine zayıf olan herhangi bir yerde, yerine geçen-doyum diyebileceğimiz duruma doğru giden bir yol açar. Bu ikame-tatmin ise Ben’in rızası ve fakat anlayışı da olmadan kendisini belirti [semptom] olarak ortaya koyar. Belirti oluşumu ile ilgili olan tüm görünümler hakkıyla “Bastırılmış olanın geri dönüşü” olarak tanımlanabilir (Freud, 2016, S.41-42).



Kaynakça

Freud, S. (2016). Bastırma ve Bastırılanın Geri Dönüşü (O. Kasap, Çev.). İstanbul: Telos Yayınevi. (Özgün eser 1939 tarihlidir).

 

Freud, S. (2000). Bir Yanılsamanın Geleceği & Uygarlık ve Huzursuzlukları (A. Yardımlı, Çev.). İstanbul: İdea Yayınevi. (Özgün eser 1927 tarihlidir).

 

Han, B.C. (2020). Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri (H. Barışçan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün Eser 2014 tarihlidir).

 

Klein, M. (2012). Çocukta Vicdanın Erken Gelişimi (M. Tanık, Çev.). B. Habip (Ed.), Sevgi, suçluluk ve onarım içinde (s. 188–195). İstanbul: Kanat Kitap. (Özgün eser 1933 tarihlidir).

 

Klein, M. (2016). Haset ve Şükran (O. Koçak ve Y. Erten, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1957 tarihlidir).

 

Kristeva, J. (2015). Melanie Klein: Delilik yahut acı ve yaratıcılık olarak anne katli (A. Demir, Çev.). İstanbul: Pinhan Yayıncılık. (Özgün eser 2000 tarihlidir).

 

Leader, D. (2016). Delilik Nedir? (B. E. Aksoy, Çev.). İstanbul: Encore Yayınları. (Özgün eser 2011 tarihlidir).

 

Newman, S. (2006). Bakunin'den Lacan'a: Anti-Otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu (K. Kızıltuğ, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Özgün eser 2001 tarihlidir).


Zizek, S. (2011). Kırılgan Temas (T. Birkan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 2001 tarihlidir).



[1] Aslına bakılırsa Klein, bu gelişim çizgisinde bir anlamda ikili karşıtlıkların aşılmasına dair bir yol çizerken, normal bir gelişim diyerek bir kez daha ikili karşıtlık yaratmıştır. Dahası gelişim Klein’ın tarif ettiği şekilde mi ilerler, yoksa bu da başka bir cennet düşü müdür sorusunu akılda tutmakta fayda var. Ancak tüm bu sorunlar başka bir tartışmanın konusudur.