Travma Kavramına Eleştirel Yaklaşım ve “Las Thesis Dansı”nın Bize Anlattıkları

 

Gökçeçiçek Korkmaz

“Halk söylenceleri, hikayeleri anlatılana kadar

mezarlarında ebedi istirahate geçmeyi

reddeden hayaletlerle doludur.”

Judith Hermann - Travma ve İyileşme (2007) 

 

Psikoloji de diğer bilimsel çalışma alanları gibi toplumsal bir üretimdir. İktidarın kendini temellendirebildiği bir alan olduğu gibi, iktidar tarafından üretilen ‘bilginin’ ve üstü örtülen ‘gerçekliğin’ ifşa edildiği bir alan olarak da üretilebilir. Psikoloji tarihi kirlidir. APA’ya göre 1968 yılına kadar, ICD’ye göre ise 1992 yılına kadar eşcinsellik bir hastalıktı (Fox, Prilleltensky ve Austin, 2012). Transgender ise 2018’e kadar cinsiyet uyuşmazlığı adında bir patoloji olarak kabul edildi. Yıllarca siyahi insanların IQ’sunun beyaz, Batılı insanlara göre daha düşük olduğu birçok bilimsel çalışmanın ‘veri’siydi (Fox ve ark., 2012). Ya da anaakım psikolojide kadınların erkeklere göre daha duygusal olduğu diğer bir deyişle rasyonel zekalarının daha düşük olduğu genelde kabul gören yaklaşımdı. İnsan olmayan hayvanların bedenleri psikolojik deneyler için çok yoğun işkencelere maruz bırakıldı ve her ne kadar etik kurul gözetimlerinden geçse de hâlâ hayvan bedenleri bilim ya da ürün üretmek uğruna istismar ediliyor. Psikolojinin tarihi kirlidir, modern bilimin her alanı gibi o da iktidarın ‘normal ve sağlıklı olanı’ sınırlarken ‘kalanları’ da çeşitli istismar biçimleriyle ‘ıslah edebilmek’ adına kendini meşrulaştırdığı bir üretimdir. Travma çalışmalarının tarihi de kirlidir. Toplumsal sömürü ilişkileri sonucu travmatize olmuş kişilerin ya da toplulukların maruz kaldığı şiddeti görünmezleştiren ve sorunu patolojiye indirgeyen teoriler ve uygulamalar her zaman oldukça yaygın olmuştur. 

 

19. yüzyılın başlarında ‘travma’ ilk defa zihinsel rahatsızlıklarla birlikte konuşuldu. Histerinin ‘kurucu babası’ Jean Martin Charcot yönetiminde Paris proletaryasının en sefil kadınlarının kapatıldığı ve ‘bilim adamlarının’ histeri çalışması adı altında dilenci, seks işçisi ya da yoksul kadınları sürekli istismar ederek travma ve histeriye dair bilgi ve norm üretiminin gerçekleştirildiği bir hastane kompleksi açıldı. Judith Hermann (2007), Travma ve İyileşme kitabında bu hastanenin modern bilimin adeta bir tapınağı haline geldiğini söyler. Judith Hermann buradaki şiddeti ve toplumsal sömürü ilişkileri nedeniyle travmatize olan kişilerin sorunlarını nasıl patolojikleştirdiklerini çarpıcı bir gerçek diyalogla ifşa eder:


CHARCOT: Histerojenik noktaya tekrar basalım. (Erkek bir yardımcı stajyer, hastanın yumurtalık bölgesine dokunur.) Buraya bir daha basalım. Ara sıra denek kendi dilini bile ısırır ama bu nadir olur. Kamburlaşmış sırta bir bakın; tam da ders kitabında anlatıldığı gibi. 

HASTA: Anneciğim korkuyorum.

CHARCOT: Duygusal feverana dikkat edin. Bu gidişe bir dur demezsek, az sonra epileptik davranışa döneceğiz… (Hasta tekrar çığlık atar: ‘Ah! Anneciğim)

CHARCOT: İşte yine, bu feryada dikkat edin. Buna bir kaşık suda fırtına koparmak diyebilirsiniz. (Hermann, 2007)

 

Freud da bu modern bilim tapınağını ziyaret edenlerden biriydi, travmatize olan kadınların adeta bir ucube şovunda sergilenerek istismar edilmesine o da tanık oldu. Freud’un Breuer’le yazdığı histeri üzerine makalesinde de bu tanıklığın etkisini görürüz (Breuer ve Freud, 1893-1895). Histerik semptomların travmatik deneyimden kaynaklandığını iddia ederler. Fakat bundan kısa bir süre sonra Freud bu savını tersine çevirir ve histerik semptomların kadınların ‘bastırılmış cinsel fantezilerinden’ kaynaklandığını iddia eder ve bütün psikanaliz kuramını kadınların ‘eksikliğine’ ve ‘histerikliğine’ dayanarak kurar (Hermann, 2007). Bunu hiç hafifletmeden ya da politik bağlamından çıkarmadan konuşursak, Freud, babası tarafından çocukken istismara uğramış yetişkin bir kadına bu anının babasına karşı hissettiği ama bastırdığı cinsel fantezilerden kaynaklı olarak ortaya çıktığını söyler. Judith Hermann, Freud’un teorisinin bu yöndeki dönüşümünün tesadüf olmadığını anlatır. Paris’teki hastanede Paris proletaryasının en sefilleri kalıyordu. Travmatik deneyimler yaşadıklarını konuşmak, kutsallaştırılan ve dayatılan ‘burjuva aile formunu’ eleştirmek demek değildi. Ama Freud’un ‘hastaları’ çoğunlukla burjuva ailelerin içinden kadınlardı. Eğer Freud histerinin travmatik deneyimlerden kaynaklandığı iddiasını sürdürseydi, burjuva ailesindeki şiddeti ifşa etmiş olacaktı. O ise hegemonik erkekliği ifşa etmek yerine tüm teorisini mizojinist[1] bir yalan üzerine inşa etti. 

 

Birinci Dünya Savaşı sonrası savaştan dönen binlerce erkekte de ‘histerik semptomlar’ gözlendi. Kadınların kadınlığına atfedilen bu kimlik, savaşın vahşetini yaşamış ve travmatize olmuş erkeklerde de görülünce histerinin tanımı dağılmaya başladı. Çoğu devlet, savaş gazilerinin kendileri yüzünden yaşadığı travmatik deneyimi ve şiddeti inkâr etmeye çalışsa da savaş-karşıtı hareketlerin gazilerle işbirliğiyle travmatik deneyim sonrası için hayatta kalanların yasını tanıyan ve onları güçlendiren psikolojik yöntemler geliştirilmeye başlandı. Birçok gazi savaşta ölenlere dair anıtların taşlarına dokunduklarında toplum tarafından yaslarının tanınmasının güçlendirici ve iyileştirici etkisinden bahseder. Judith Hermann, tecavüze maruz kalmış kadınların tecavüzün kamusal bir suç olduğunu göstermek adına feminist harekete katılarak, bedenleriyle ve sesleriyle dünyanın dört bir yanına canlı anıtlar inşa ettiklerini söyler.

 

Savaş-karşıtı hareketler gibi feminist hareketlerin de travma teorisi üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Anaakım psikolojinin sahiplendiği bireysel düzeydeki inkâr, çözülme ve reddetme deneyiminin toplumsal düzeyde bir gerçeklik olduğunu feminist hareket ortaya çıkardı. Judith Hermann (2007), travmanın temel diyalektiğinin, vahşetin toplumsal ihlalle ‘dile getirilemez’ hale getirilişi fakat vahşetin gömülmeyi reddedişi olduğunu söyler. 

 

Travmatik deneyimi üreten toplum, içinde travmatize olmuş kişilerin güçlenmelerini engelleyen koşulları da barındırır ve bu iktidarı sürdürebilmenin kritik şartlarından biridir. Toplumsal sömürü ilişkilerinden ötürü travmatize edilen gruplar suçlanarak ve/ya mağdurlaştırılarak güçsüzleştirilir ve iradesizleştirilir. İşte bu sosyal gerçekliğimizdir, buna karşın birçok yöntem geliştirmeye çalışsak da devlet, yargı, medya, patronlar, kocalar, abiler, vs. dört bir yandan patriyarkanın devamlılığını bu şekilde sağlar. Psikolojik gerçekliğimiz ise bu sosyal gerçekliğe verdiğimiz ‘doğal reaksiyon’dur. 

 

David Becker’ın (2004) basit ve çarpıcı tanımıyla travmatize olmak ‘anormal bir duruma verilen normal bir reaksiyondur’. Sosyal gerçeklikteki kayıp, bize psikolojik gerçekliğimizde doğal olarak yas hissettirir (bazen yasımız toplumsal olarak tanınmasa da). Ya da sosyal gerçeklikteki tehdit psikolojik gerçekliğimizde bize doğal olarak korku hissettirir. Korku normal ve gerekli bir özsavunma mekanizmasıdır, anlık olarak hissederiz ve sonra gider. Eğer tehdit (sosyal) gerçeğin sabiti haline gelirse (bireysel ya da toplumsal) korku da kronikleşir. Korku kronikleşirse tehdite daha zor reaksiyon gösterir hale geliriz, tehditi yargılama kapasitemiz küçülür ve tehdit yok olsa bile öğrenilmiş kronik korku bizimle kalabilir. 

 

Peki İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ve anaakım psikolojinin hâlâ sıkı sıkı tutunduğu Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanısı bu politik bağlamı ne kadar kapsar? 

 

·       Bu tanı için 14 çeşit semptom kriteri belirlenmiştir, danışan bunlardan 9’una sahipse TSSB tanısı konur – semptomlar kişiden kişiye değişir ve sayısal bir eşik travmatize olmuş kişilerdeki yıkımı belirleyebilmemizi sağlayamaz.

·     ‘Sonrası’ – sosyal-politik travmatizasyonun ‘sonrası’ olmaz çünkü travmatik deneyimi üreten sosyallik içinde yaşamaya devam ediyoruz.

·        ‘Stres’ – stresten çok ‘yıkım’ vardır.

·        ‘Bozukluk’ – patolojiye indirger, sosyal-politik bağlamından çıkartır.

 

Ananda B. Amstadter’ın ve Laura L. Vernon’ın 2008’de yaptıkları araştırmayla, cinsel istismarı yaratan toplumsal koşulların travmatik deneyim ‘sonrası’ iyileşme sürecini engellediğine dair niceliksel bir veri ortaya koyarlar. Dört travma tipindeki (yakın birini kaybetme, ölümcül bir hastalığa yakalanma, fiziksel saldırıya maruz kalma, cinsel istismara maruz kalma) travma anından, travmadan 6 ay sonrasına bazı kötü duyguların değişimini incelerler. Sadece cinsel saldırıya maruz kalan hayatta kalanların kızgınlık ve utanç duyguları artmıştır, diğer kötü duyguları da diğer tiplere göre daha az azalmıştır. 

 

Cinsel saldırının diğer travma formlarına göre güçlenmeyi ve iyileşmeyi engelleyici hâli, patriyarkal sömürü ilişkilerinin yarattığı en az iki boyutlu sosyal mitlerden kaynaklanır. Bu iki boyut, şiddete maruz kalanın ‘mağdurlaştırılması’ ve ‘suçlanmasıdır’. Tecavüze uğramış bir kadının nerede olduğu, ne içtiği, nasıl giyindiği gündeme getirilerek, kamusal bir suç işleyen failin uyguladığı şiddetin sorumluluğu hegemonik erkeklikten alınır ve maruz kalana yüklenir. Bu, patriyarkanın suçlayıcı boyutudur ve evrensel olarak edindiği bir söylemdir. Mağdurlaştırma ise güçlenme koşullarını engellemenin çoğu zaman daha görünmez bir boyutudur. Travmaya maruz bırakılan kişiler, güçlenme pratikleri reddedilerek, yaralanabilir, zayıf kişilere indirgenirler. Bu travmaları sosyal bağlamdan çıkarmanın bir başka sinsi yoludur. İktidarlar ya da iktidara gelmek isteyenler ‘gözü morarmış kadın’ fotoğraflarını egemenliklerini güçlendirmek adına kullanırlar. Erkek şiddetini devletten, iktidardan bağımsız, münferit olaylar zinciri gibi göstererek ‘kadınları koruma görevleriyle’ böbürlenirler. 

 

Bu sosyal mitlerin içinde güçlenme potansiyelimizin farkında olmamız gittikçe zorlaşır. Travma; anlamlandırma, bağ kurma, kontrol gibi birçok iradi davranış sistemini altüst eder (Hermann, 2007). Derin üzüntü, korku, dehşet, çaresizlik, öfke, donukluk ve yabancılaşma travmatize olan birçok kişinin ortak duygularıdır (Becker, 2004). Travmatize olmak sadece travmatik deneyimin gerçekleştiği ânı kapsamaz, travmatik deneyimi yaratan toplumsal koşullar bu deneyimin sonrasında da çoğu zaman devam ediyordur ve bu koşullar travmatize edilen grupların güçlenmelerini engelleyen boyutlar barındırır. Travmatize edilmenin diğer bir ortak deneyimi başkalarıyla bağların kopması ve güçsüzleşmesidir. Güçlenmeyi ve otonomluğun geri kazanılmasını engelleyen koşullar, hasar almış ve deforme edilmiş psikolojik becerilerin geri kazanılmasını da zorlaştırır.

 

Travmanın psikolojik boyutunu sosyal bağlamdan çıkararak tartışmak birçok alanı işgal ediyor, sadece terapi odasındaki pratiği değil. Eğitim, medya, evler, sokaklar, mahkeme salonları mağdurlaştırmanın, yalnızlaştırmanın, güçsüzleştirmenin bedenleştiği çatışma alanlarıdır. Judith Hermann vahşetin gömülmeyi reddettiğini söylüyor. Bu bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de böyledir. Sosyal gerçekliğin oluşturduğu tehdite karşın daha iradi ya da daha az iradi psikolojik reaksiyonlar geliştiririz. Savunma mekanizmaları bireysel boyut için de kolektif boyut için de geçerlidir. Travmatik deneyim ânının yıkım yoğunluğuna karşın o ânda rasyonel hafıza mekanizmanın az çalışması o ân için işlevli olan bir özsavunma mekanizmasıdır. Ama ‘vahşet gömülmez’ ve egemenle çarpışırız. O anı-lar, bizleri öfkelendirir, bedenimiz arzulamadığı yönlere itildiği için tepki verir. Travmayı sosyal bağlamını inkâr etmeden tartışmak, bu tepkilere kulak vermektir. Bir yandan organize şiddetin ifşasını yaparken, bir yandan da özgürleştirici ve güçlendirici ilişkilerin nasıl üretildiğine bakar. Bunları çatışma alanlarında (kendi bedenlerimiz dahil) gerçekleştirme imkânları arar ve gerçekleştirir. ‘Vahşet gömülemez’ ve bizler egemenin şiddetini sindiremiyoruz. Dünyanın birçok yerinde kadınlar “Las Thesis” dansı yaptı ve cis-hetero-patriyarkal-kapitalist şiddeti ifşa etti[2]

 

patriyarka bir yargıç 

kadın olmak suçumuz 

kestiğiniz cezamız 

seyrettiğiniz şiddet 

tecavüzler 

cezasız katiller 

şüpheli ölümler

kadın cinayetleri 

suç bende değil,

her nerdeysem, ne giydiysem, suç bende değil! 

suç bende değil,

her nerdeysem, ne içtiysem, suç bende değil! 

Tecavüzcü sensin 

öldüren sensin 

polisler

katiller 

devlet 

hakimler

ve tek adam 

 

Bu dans erkek şiddetini ifşa eder, maruz kalanı suçlayan yargıyı, devleti, medyayı kolektif bir biçimde ifşa ederek öz-suçlama dayatımından kaynaklanan yabancılaşmayı dağıtır ve güçlenme koşulları engellenmeye çalışılan kadınların uluslararası ve yerel boyutlarda birbirini güçlendirmesini sağlar. Bu dans kolektif olarak geliştirdiğimiz özsavunma ve güçlenme yollarından biridir. Travmayı sosyal bağlamının dışında tartışmanın ürettiği temel sorunlardan biri, travmayı yaratan koşulların nasıl değişeceğini hesaba katmamasıdır. Meseleyi terapi odasının içine hapsetmek kişilerin güçlenme koşullarını görünmezleştiren bir sağlık perspektifi üretir. Feminist hareket de feminist psikoloji de bu tarz bir bilim üretimiyle sürekli bir çatışma halindedir. Feminist hareketin ve diğer özgürlükçü toplumsal hareketlerin psikolojiye, psikolojinin de feminist, özgürlükçü ve güçlendirici ilişkiler kurmaya dair söyleyebileceği çok şey olduğunu düşünüyorum. Biz psikologlar, psikolojik kuramlar ve yaklaşımlara eleştirel yaklaşmadığımız sürece toplumsal adaleti inşa etmenin bir parçası olmak yerine egemenin dayattığı normu güçlendiren bir araç olmaktan çıkamayız. Sömürü ilişkileri sonucu güçsüzleştirilen kişilerin hikayelerini patolojik kategorilere sıkıştıran yaklaşımları bırakıp, maruz kaldıkları (kaldığımız) şiddeti tanıyıp, bireysel ya da kolektif olarak güçlenebileceğimiz yöntemleri eleştirel psikolojik perspektiflerle desteklemeliyiz. 

 

KAYNAKÇA          

Becker, D. (2004). Dealing with the Consequences of Organised Violence in Trauma Work. Austin A., Fischer M., Ropers N. (Eds.), Transforming Ethnopolitical Conflict içinde. VS Verlag für Sozialwissenschaften, Wiesbaden. https://doi.org/10.1007/978-3-663-05642-3_19

Fox, D., Prilleltensky, I. ve Austin, S. (2012). Eleştirel Psikoloji. Ayrıntı Yayınları.

Freud, S. ve Breuer, J. (1893-1895). Histeri Üzerine Çalışmalar. Payel Yayınları. 

Hermann, L. J. (2007). Travma ve İyileşme: Şiddetin Sonuçları, Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre. Literatür Yayıncılık.