Baran Gürsel*
Parçalılık meselesi sosyalistlerin önemli gündemlerinden biri. Toplumsal bölünmelerin adil ve eşitlikçi toplumsal düzenlere, "yerel" mücadelelerin ortak projelere, fikirsel-duygusal bölünmüşlüklerin fikirsel-duygusal zenginliklere nasıl çevrileceği, bu başlık altında zihnimizi meşgul eden sorulardan. Ben burada, "kızıl-mor tartışması" vesilesiyle, mevcut parçalı halleri aşma isteğimizin, kadın hareketine ilişkin (mevcut ve olası) ilgi ve merakımızla nasıl bir bağlantısının olabileceğinden söz edeceğim.
Parçalılık ve Yas Evlerimiz
Parçalı olmak, ayrı durmak, kendimize, evimize, küçük gruplarımıza ve başka fikirlerle bir türlü uzlaşmayan fikirlere doğru kapanmak, bir yas halini andırıyor. Kayıplarımızla ve yaralarımızla uğraşmak için kurduğumuz yas evlerinde gibiyiz bazen. Bir daha geri gelmesi ve aynı şekilde yaşanması mümkün olmayanların boşluğuna bakıp onunla ne yapacağımızı anlamaya çalışıyoruz. Bazen gözümüzü o boşluktan ayıramıyor gibi mutlak atalet, bazen de gözümüz onu görmüyor gibi mutlak kudret yanılsamasına kapılıyoruz. Bazen kendimiz, deneyimimiz, fikrimiz, "yerel" grubumuz tamamen anlamdan yoksun, bazense ilişkiye geçtiği her şeye rengini ve anlamını verme gücüne sahip bir vücut, bir mekânmış gibi geliyor bize.
Ama yas pekâlâ, yanılsamaların içinden geçilerek gerçeklikle (ötekilere yer veren toplumsal gerçeklik) yeni bir ilişkinin kurulduğu bir süreç de olabilir. Sosyalistler olarak peşinde olduğumuz da böyle bir şey olmalı herhalde. Yas evlerimizden dışarı ve birbirimize doğru adımlar atabilmeliyiz. Sosyalist mahalleyi yeniden inşa edebilmeliyiz. Bunu da "savaşa gider gibi", yani kaybı/ölümü ortak alana taşımak istercesine değil, evlerimizi yıkarak ya da kutsal mekânlara dönüştürerek de değil, birbirimizle karşılıklı ilişki kurmaya çalışmak üzere yapmalıyız.
Yasın üretken bir sürece dönüşmesi, hem vazgeçebilme kabiliyetinin hem dünyaya/ötekine bir şey katma arzusunun canlanmasıyla mümkünse eğer, biz de birbirimizle bu kabiliyet ve arzunun temel olduğu ilişkilerde buluşabilmeliyiz demektir.
Ortak Mahallemiz
Bu noktada yoksunluğunu çektiğimiz temel şeylerden biri, evlerimizin dışına adım atıp birbirimizi orada bulmayı umut edeceğimiz "güvenli" ortak bir sosyalist kamusal ortamdır. Farklılıkların güç ilişkisine dönüşmesine izin vermeyen, güçsüzü güçlüye ezdirmeyen, kişilerarası sınırları koruyan, kişilerin farklı varlık gösterme biçimlerine alan açan, bu yönlerde kuvvetli ve sürekli eğilimlere sahip, güvenli bir ortam/grup/kurum...
Bir yandan devletler ve egemen sınıfların bu türden kamusal ortamları (müşterek ilişkileri, hayalleri, fiziksel ortamları, vb.) tahrip etmenin -deyim yerindeyse- yas süreçlerini harlayacağını, içe kapanma süreçlerini ve parçalanma eğilimlerini güçlendireceğini bir ölçüde bildiğinin farkında olmak önemli tabii ama böyle alanları inşa edebilmek için "içselleştirilmiş" engeller üzerine de çalışmamız gerektiği aşikâr. Her halükârda hatırlamamız gereken de sanırım şu ki, küçük ölçekli hayat ve alanlarımızı biraz askıya da alarak karşılaşabileceğimiz orta(k) alanın sahip olması gereken temel işlevlerin, kapsama, güven tesis etme, bağları ve karşılıklı var oluşu koruma işlevleridir. Bazen bu işlevleri kurumların ve fiziksel ortamların taşımasına gerek olmadan bunlar, toplumsal yükseliş anları ve o andaki grup ilişkileri tarafından (Gezi'de olduğu gibi) yaratılabilir ve taşınabilir ama içinde bulunduğumuz bağlamda bu ortamları/kurumları daha fazla emekle inşa etmek gerekiyor.
Ortak alanın kapsama ve bağ koruma işlevini bize hatırlatan ve basit görünen bu formüle sahip çıkma konusunda yaşanan tereddütleri, anlaşmazlık ve krizlerde bu formülden hızlı bir şekilde uzaklaşıldığı gerçeğini, bu formülden nasıl kaçınıldığı üzerine düşünmek yerine "acilen birleşmeliyiz" ifadesinin tüm sorunlara kapsayıcı bir yanıt olarak algılanması durumunu göz önünde bulundurduğumuzda, belli vazgeçişlerin -çünkü bu ortak alandaki karşılaşmalar belli vazgeçişlere ve tahammüle dayanmak zorunda- o kadar kolay olmayabileceğini de görüyoruz.
Bu alanda vazgeçişleri ve uzlaşmaları engelleyen unsurlardan biri herhalde vazgeçişin, bazen, katlanılması zor bir kayıp, bir yenilgi olarak yaşanması. O zaman burada yine yas benzetmesine dönmemiz, dışına adım atmaya gayret ettiğimiz "yas evinin" kaybın işlenmesi konusunda işini yeterince yapıp yapmadığına bakmamız ve şu soruları sormamız anlamlı olur: Burası (bu deneyim, bu perspektif, bu grup, bu kurum, vb.) kayıplar ve yaralarla uğraşılması açısından yeteri derecede işlevsel bir ortam sağlıyor mu? Yoksa burada yer yer kaybın yok sayılması veya katılaşması (örneğin kimlikleşmesi) yönünde eğilimler mi baskın geliyor? Dolayısıyla bu eğilimler, mahallenin inşasını zorlaştırıyor olabilir mi?
Kızılın Mora İmrenmesi
O halde iki ölçekteki ("evler" ve "sosyalist mahalle") faaliyetlerimizi yürütürken yas ve mücadele arasındaki ilişkiyi dönüp dönüp düşünmeye ve bu düşünme/tartışma işlemleriyle bu faaliyet alanlarımızı onarmaya ve geliştirmeye ihtiyacımız var. Bu ihtiyacı yoğun bir şekilde hissettiğimiz bir dönemde "kızıl-mor tartışmasının" canlanması özellikle anlamlı olabilir çünkü kadın hareketi bir açıdan, "evden çıkma", yasla mücadele arasında yaratıcı ilişkiler kurma, karşılıklı dayanışma ve bağ kurma, kapsama, sürekliliği koruma gibi potansiyellerin taşıyıcısı konumunda. Dolayısıyla belki de kızıl, mora imreniyordur.
Bir de şunu düşünelim. Biz genellikle toplumların geniş kesimlerini birleştirecek belli ortak fikir ve hedeflerin var olabileceğini, bunun mümkün olduğunu hayal ediyoruz. Aynı zamanda toplumsal mücadeleler içinde olanların buluşacağı ortak ve hakiki anlamda kapsayıcı ortamların birleştirici olmanın ötesinde devrimlerin doğuşuna vesile olabileceğini düşünüyoruz. Bana kalırsa bu hayallerde değil ama bu hayallerin salt eril yorumlanışında problem var.
Bu hayallerin salt eril yorumu, birleştirme kuvvetinin, en yukarıda, en sivri ve en doğru olanda -yani öyle algılananda- bulunduğunu varsayıyor. Aynı zamanda ortak sosyalist ortamı da sert rekabet, kabul etme-ettirme ve egemenlik üzerinden algılıyor ve kuruyor. Buna karşın bu kavrayış, sosyalist ortaklıkların da kapsama/kapsanma, tanıma/tanınma, karşılıklı var olma, güven, birbirine dayanma gibi işlevlere yaslanması gerektiğini gözden kaçırıyor. Bu nedenle bu işlevlerin olması ve harekete geçmesi gerektiği yerde bir boşlukla karşılaşıyoruz; ki bu da bizi bir tür boşlukla uğraşmak için kurduğumuz "yas evlerine" doğru geri itiyor.
Güncel bir tartışmada kızıl ile morun yan yana gelmesi belki içinde, sosyalistlerin kadın hareketinin potansiyellerinden (yeniden) öğrenme ihtiyaç ve arzusuna ilişkin bir işaret de taşıyor olabilir. Başka eleştiri ve yorumları es geçmeden ama bu işareti de merakla takip ederek, ortaklıklarımıza kattığımız ve katabileceğimiz şeyler olduğuna inanıyorum.
***
*NOT: Bu yazı, ilk olarak, 10 Aralık 2019 tarihinde Gazete Duvar’da yayımlanmıştır. Bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/kadin/2019/12/10/yas-ve-mucadele-kizil-mora-imreniyor-olabilir-mi