Umut Şah
İnsan
bilimleri içindeki bir araştırma alanı olarak ‘anlatı’nın (narrative) ortaya
çıkışı 20. yüzyıla ait bir gelişmedir ve sosyal bilimler alanındaki ‘dile
dönüş’ün bir parçası olarak görülebilir. Anlatı çalışmaları, özellikle
1960’lardan itibaren tarih, antropoloji, halk bilimi (folklor), psikoloji,
sosyolinguistik, iletişim çalışmaları ve sosyoloji gibi disiplinlerin ilgisini
çekmiş ve disiplinler arası bir çalışma alanı hâline gelmiştir (Riessman ve
Quinney, 2005). Özellikle son 20-30 yıl içerisinde anlatı, bir araştırma
nesnesi olarak birçok araştırmacının ilgisini çekmiş ve böylece geniş bir
araştırma külliyatı ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, bu kadar geniş bir
alana yönelik yetkin bir inceleme yapmanın güçlüğü dikkate alınarak, bu yazıda
alanın şekillenmesinde ve gelişmesinde öne çıkan geleneksel ve eleştirel
çalışmalar ve de teorisyenler aktarılacaktır.
‘Anlatı’
(narrative) terimi farklı disiplinler tarafından çeşitli anlamlarda
kullanılmakla beraber, çoğunlukla ‘hikâye’ (story) terimiyle karıştığı
görülmektedir. Bu yüzden de terimin kesin ve net bir tanımını yapmak pek kolay
değildir. Örneğin, gündelik dilde, anlatı kelimesi, çoğu zaman hikâye
veya kişinin bir hikâye anlatması anlamında kullanılır. Araştırmacıların
tanımları ise, çalıştıkları disipline göre farklılaşmaktadır. Alanın bir ucunda
bulunan tarih ve antropolojide, anlatı, tüm bir hayat hikâyesini ifade
edebilmekteyken; diğer uçta bulunan sosyolinguistiğin oldukça sınırlandırılmış
tanımına göre, anlatı, belirli bir soruya cevap olarak verilen, konu-odaklı ve
zamansal organizasyona sahip olan ayrışık bir söylem birimidir –Labov’un
çalışmaları buna örnek verilebilir (Riessman ve Quinney, 2005).
Bu
iki uç arasında ise sosyoloji ve psikolojinin tanımı bulunur; burada anlatı,
uzun konuşma parçaları olarak ele alınır –tekli veya çoklu görüşmeler bağlamında
kişilerin hayatlarına ilişkin yaptıkları genişletilmiş açıklamalar olarak
görülür. Buna benzer şekilde, Laszlo (2008) da anlatıyı, olaylara ilişkin
zamansal ve/veya nedensel tutarlılık içeren beyanatlar/açıklamalar şeklinde
tanımlar. Bununla birlikte, Riessman ve Quinney’e (2005) göre, her konuşma ve
metin anlatı değildir; anlatı, insanlar arası etkileşimlerde kullanılan
tarzlardan sadece biridir ve günlükler, raporlar, soru ve cevaplar, argümanlar
gibi başka söylem biçimleri de vardır.
İnsan
iletişiminin olası tek biçimi olmamakla birlikte, anlatılar mitlerin,
efsanelerin, hikâyelerin, romanların, resimlerin, sinemanın, haberlerin,
konuşmaların, vb. içinde bulunurlar (Laszlo, 2008). Dahası, bütün bu
çeşitliliği ile, anlatılar her çağda, her coğrafyada ve toplumda vardırlar.
Diğer bir deyişle, “hepimiz anlatılar içerisinde ve aracılığıyla rüya görürüz,
hayal ederiz, hatırlarız, öngörüde bulunuruz, umut ederiz, umutsuzluğa düşeriz,
inanırız, şüphe ederiz, planlar yaparız, eleştiririz, inşa ederiz, dedikodu
yaparız, öğreniriz, nefret ederiz ve âşık oluruz” (Hardy, 1968, s. 5, akt.
Laszlo, 2008).
Peki,
anlatıyı diğer söylem biçimlerinden ayıran nedir? Riessman ve Quinney’in (2005)
bu soruya yanıtı ‘ardışıklık’ (sequence) ve ‘sonuç’tur (consequence); buna göre,
olaylar belirli bir dinleyici için anlamlı olacak şekilde seçilir, organize
edilir, bağlantılandırılır ve değerlendirilir. Hinchman ve Hinchman’ın (1997;
akt. Elliott, 2005) tanımı da bu bakış açısıyla aynı doğrultudadır: “Anlatılar,
olayları belirli bir dinleyici için anlamlı bir şekilde birbirine bağlayan ve
böylece dünya ve/veya deneyimlerimiz hakkında bir anlama sağlayan belirgin bir
ardışıklık içindeki söylemlerdir” (s. xvi). Elliott’a (2005) göre, bu tanım
anlatıların üç önemli yönüne vurgu yapmaktadır; birincisi kronolojiktirler
(yani ardışık olayların temsilleridirler), ikincisi anlamlıdırlar ve
üçüncüsü belirli bir dinleyici için üretildiklerinden dolayı sosyal bir
niteliğe sahiptirler.
Anlatıya
bir araştırma nesnesi olarak ilgi duyulmasıyla birlikte, ortaya giderek
genişleyen bir araştırma alanı çıkmıştır. Bu alanda yer alan yaklaşımları
kabaca geleneksel/anaakım ve eleştirel/söylemsel yaklaşımlar
olarak ikiye ayırabiliriz. Buna göre, edebiyat çalışmaları ve yapısalcılıktan
hareketle gelişen narratoloji ve kognitif etkiler taşıyan anlatı
psikolojisi geleneksel kanadı temsil ederken, sosyal inşacılık ve
postmodernizmden hareketle gelişen söylemsel psikoloji, konuşma analizi,
eleştirel anlatı analizi gibi yaklaşımlar ise eleştirel/söylemsel kanadı temsil
etmektedirler. Bununla birlikte, bu sınıflama oldukça yüzeysel ve temsilidir.
Bu sınıflandırmaya girmeyen veya bu iki kanadın arasında yer alan birçok başka
yaklaşımın olduğu unutulmamalıdır. Örneğin, anlatı psikolojisi içerisinde
sayılabilecek bazı teorisyenlerin çalışmaları eleştirel veya söylemsel etkiler
taşıyabilmekte veya tam tersi, eleştirel yaklaşımlar içinde zaman zaman
anaakımdan izler görülebilmektedir.
Sözü
edilen bu yaklaşımlara geçmeden önce, anlatıların nasıl analiz edileceğiyle
ilgilenen anlatı analizine kısaca bakmamız yararlı olacaktır.
Anlatı
Analizi (Narrative Analysis)
Benwell
ve Stokoe (2006), anlatı analizinin, en geniş anlamıyla, insanların
hayatlarının anlattıkları hikâyeler aracılığıyla bütünsel olarak incelenmesi
amacıyla tasarlanan yorumlayıcı bir araç olduğunu ifade etmektedirler. Bununla
birlikte, anlatıların analizinde kullanılacak standart bir yaklaşım veya
prosedürler listesi yoktur (Elliott, 2005). Yine de çeşitli yazarlar,
anlatıların analiziyle ilgilenen yaklaşımları sınıflandırmaya çalışmışlardır.
Laszlo
(2008) sosyal bilimlerde anlatıların analizine yönelik üç farklı yaklaşımdan
söz etmektedir. Formel-yapısal analiz, anlamların iletilmesinde dil ve
söylem yapılarının rolüne odaklanır; psikolojide hikâyelerin üretilmesi ve
idrak edilmesiyle (comprehension) ilgilenen kognitif çalışmalar alanında
yaygındır. İçerik analizi, anlatıların semantik içeriğiyle ilgilenir ve
bunu sayısallaştırmaya çalışır; psikoloji alanında da psikolojik içerikler
sınıflandırılır ve ölçülür. Hermenötik (hermeneutic) analiz ise
anlatıların sosyal, kültürel ve metinsel bağlamını dikkate alır ve yorumunu bu
çerçevede yapar; psikolojide daha çok benlikle ilişkili olarak kişisel
anlatıların yorumlanmasında kullanılır. Bu analiz biçimlerinin ilk ikisi pozitivist,
diğeri ise yorumsamacıdır ve aralarında yöntemsel bir farklılaşma
vardır. Laszlo (2008), bu iki zıt yaklaşımı uzlaştırmaya çalışanların
olduğundan söz etmekte ve Martindale’in metinlerin tematik anahatlarını
çözümlemede bilgisayar teknolojisini kullandığı nicel hermenötiğini
(quantitative hermeneutics) örnek göstermektedir.
Mishler
(1995; akt. Elliott, 2005) de Laszlo’nunkine benzer bir sınıflandırma
sunmaktadır. Ona göre anlatılar üç farklı açıdan analiz edilirler; (a) yapı,
(b) anlam ve (c) etkileşimsel bağlam. İlk yaklaşımda anlatılar
yapı ve biçim açısından analiz edilirken, ikincisinde anlatılarda aktarılan
olaylar ve deneyimler, yani anlatıların içerikleri analiz konusu
edilirler. Bu yaklaşımda, anlatı içeriğinin iki işlevi olduğu söylenir; geçmiş
olayların tanımlanması ve bu olayların anlamlarının değerlendirilmesi. Üçüncü
yaklaşımda ise, anlatıların icra edilmesi ile ilgilenilir; anlatıların
üretildiği, aktarıldığı ve tüketildiği etkileşimsel ve kurumsal bağlamlar
analiz konusu edilir.
Edwards
(1996) ise herhangi bir anlatı analizinin ilgilenebileceği üç tip analiz
nesnesi olduğundan söz etmektedir; “(1) anlatılan olayların doğası, (2)
kişilerin olayları algılayışı veya anlayışı ve (3) olaylara ve bunların
anlaşılmasına ilişkin söylemler” (s. 271). Edwards’a göre, 1. tip analizde
-etnografi ve tarih alanında olduğu gibi- hikâyeler, çeşitli olayların
anlatılmasının ve keşfedilmesinin yolları olarak görülürler. 2. tip analizde,
olayların kendilerinden ziyade olayları anlatanların (konuşmacıların)
psikolojik durumları ilgi konusudur ve anlatılar, kişilerin şeyleri ve olayları
nasıl gördüklerinin ifadesi olarak ele alınırlar. Kognitif psikoloji ve anlatı
psikolojisinde, daha çok bu tip bir analiz kullanıldığı söylenebilir. 3. tip
analizde ise sosyal eylemin icra edici bir alanı olarak söylemin kendisine
odaklanılır. Buna göre, söylem, yaşanmış olan olayların ve kişilerin bunları
algılayışlarının aksine analitik olarak elimizde var olan ve analize
başlayacağımız noktadır. Bu tip analiz ise daha çok söylemsel psikoloji,
konuşma analizi ve eleştirel anlatı analizi (Emerson ve Frosh, 2004)
çalışmalarında kullanılır.
Analistlerin
veri toplamada en sık kullandıkları yöntem mülakattır (interview).
Bununla birlikte, veriler gazete haberleri, yayımlanmış biyografiler, masallar,
filmler ve televizyon programları gibi kaynaklardan da elde edilebilir
(Elliott, 2005). Benwell ve Stokoe (2006), genel olarak iki çeşit mülakattan
söz etmektedirler: Birincisi, sosyal bilimsel araştırmalarda kullanılan ve
hikâye-tipi cevapların elde edilmesine yönelik olarak tasarlanmamış olan standart
mülakat; ikincisi ise anlatı mülakatıdır (narrative interview).
Anlatı
mülakatlarının amacı, kişilerin, hayatlarına ilişkin geniş anlatısal beyanlarda
bulunmalarını sağlamaktır. Örneğin, McAdams’ın (1993; akt. Benwell ve Stokoe;
2006) metodunda, katılımcılardan hayatlarını bir kitabın bölümleri olarak
düşünmeleri ve her bölüme bir başlık ve çerçeve (outline) vermeleri istenir.
Daha sonra sırasıyla hayatlarındaki kilit olayları, önemli kişileri, geleceğe
yönelik senaryolarını, yaşadıkları problem, çatışma ve çözülmemiş meseleleri,
kişisel ideolojisini ve son olarak da hayatlarının merkezi temasının ne
olduğunu anlatmaları istenir.
Yine
de bütün araştırmacılar bu tarz standartlaştırılmış anlatı mülakatlarını
kullanmazlar. Çoğu zaman, araştırmacının ilgisi temelinde belirlenmiş olan bir
takım soruların sorulduğu ve katılımcılara esnek konuşma ve ‘zengin’ cevaplar
verebilme imkânı tanıyan, açık veya yarı yapılandırılmış mülakatlar
kullanılır (Emerson ve Frosh, 2004). Burada önemli olan, araştırmacının
analitik ilgisine uygun soruları sorabilmesi ve araştırma konusunun
gerektirdiği yanıtları alabilmesini sağlamasıdır. Diğer yandan, bazı analistler
ise hikâyeleri mülakat sorularına verilen cevapların içinde aramaktan ziyade
gündelik ve kurumsal etkileşimlerde ortaya çıktığı şekliyle –yani doğal olarak
ortaya çıkan materyalleri– analiz ederler (Benwell ve Stokoe, 2006).
Narratoloji
(Narratology)
Anlatı
araştırmalarının kökleri, 1960’lardaki narratoloji (narratology)
alanındaki gelişmelere dayanmaktadır. Narratoloji, geleneksel olarak,
hikâyelerin içsel yapısını ve bileşenlerini inceler, anlatı ile diğer söylem
biçimleri arasındaki farklılıkları belirlemeye ve farklı anlatı tarzlarını
tanımlamaya çalışır (Benwell ve Stokoe, 2006; Edwards, 1997). Böylece,
narratoloji, gündelik hayatın içindeki anlatılardan ziyade anlatıların evrensel
bileşenlerinin (ya da yapısının) soyut tanımlarını yapmakla ilgilenir. Bu
açıdan, narratoloji, açık bir şekilde yapısalcıdır; ki zaten Fransız
yapısalcılığı bu alanın ana kaynağını teşkil etmektedir. Özellikle de Roland
Barthes, A. J. Greimas, Claude Bremond, Umberto Eco, Gerard Genette ve Tzvetan
Todorov’un çalışmaları alan açısından etkili olmuştur. “Narratoloji” terimini
ilk defa 1969 yılında yayınlanan “Grammar of the Decameron” adlı
kitabında, Todorov kullanmış ve “anlatı bilimi” olarak tanımlamıştır (Herman ve
Vervaeck, 2005).
Yapısalcı
narratoloji alanına dâhil edilebilecek şekilde, çeşitli araştırmacılar, anlatı
tarzlarını ve bileşenlerini tanımlamaya yönelik çalışmalar ortaya koymuşlardır.
Örneğin, alanın öncüsü sayılabilecek olan Vladimir Propp (1928/1968) daha
narratolojinin bir araştırma alanı olarak şekillenmediği bir dönemde Rus peri
masallarının yapısını analiz etmiştir (akt. Edwards, 1997). Frye (1957)
edebiyat alanındaki anlatıları incelemiş ve dörtlü bir tipoloji tanımlamıştır; komedi,
trajedi, romans ve hiciv (akt. Edwards, 1997). Ochs ve Capps (2001)
ise genel olarak anlatı bileşenlerini şöyle sıralamıştır: ortam [setting]
(zaman ve mekân bilgisi), beklenmedik bir olay (umulmadık veya sorun
yaratan bir şey), psikolojik/fiziksel tepki (duygu veya psikolojik
durumda belirtilen bir değişme), planlanmamış eylem (niyetlenilmemiş ve
hedef-yönelimli olmayan davranış), teşebbüs (sorunlu olayı çözmeye
yönelik niyetli eylem) ve sonuç (psikolojik veya fizyolojik tepkinin
sonuçları) (akt. Benwell ve Stokoe, 2006).
Labov’un
anlatı bileşenlerini tanımladığı çalışması ise muhtemelen bu konuda en popüler
olanıdır; ona göre, anlatılar formel yapısal özelliklere sahiptir ve
anlatılarda tekrarlanan örüntüler tanımlanabilir ve beyanların öğelerini analiz
etmek üzere kullanılabilirler (Elliott, 2005; Taylor, 2010). Çok sayıda
görüşmelerden elde edilen verilere dayanarak Labov (1972; Labov ve Waletzky,
1967), bir konuşma veya metin parçasının anlatı olabilmesi için en azından zamansal
bağlantısı olan iki cümlecik içermesi gerektiğini ortaya koymuştur (akt.
Labov, 1997). Dahası, Labov incelediği anlatılarda ortak olan bileşenleri de
tanımlamış ve böylece standart bir anlatı yapısına ulaşmıştır. Buna göre, ‘tam
olarak şekillenmiş’ bir anlatının altı farklı bileşeni vardır (Labov, 1997;
Eliot, 2005; Benwell ve Stokoe, 2006); özet (hikâyenin temel meselesinin
özeti), oryantasyon (hikâyedeki zaman, mekân, durum ve kişilerle ilgili
bilgiyi içerir), karmaşıklaştırıcı eylem (kronolojik olarak neler olup
bittiğinin anlatılması), değerlendirme (olayların anlatıcı için ne
anlama geldiği), çözüm (olay nasıl sonuçlandı) ve bitiş
(yaşanılan ana dönüş).
Görüldüğü
gibi, Labov ve Waletzky, bir konuşma veya metnin ‘anlatı’ olarak kabul
edilebilmesi için gerekli olan bileşenleri tanımlamış ve anlatı için evrensel
bir yapı sunmuşlardır. Bu çerçevede, her anlatının bir anlatıcı (narrator),
karakterler, ortam, zamansal bir şekilde gelişen olaylar, kriz ve çözümleri
içeren temel yapısal bileşenlere sahip olması gerekmektedir. Böylece
tanımladıkları bileşenler, analiste neyin tam olarak anlatı sayılacağına ve
konuşma içerisinde hâlihazırda var olan anlatıların belirlenmesine imkân
sağlayan bir liste sunar (Taylor, 2010).
Ancak,
Labov’a ve genel olarak yapısalcı narratolojiye yöneltilen eleştiriler söz
konusudur (Benwell ve Stokoe, 2006; Edwards, 1997). Birinci problem, evrensel
olarak tanımlanan anlatı yapısı ve bileşenleriyle ilgilidir; buna göre, çoğu
anlatı, tanımlanan anlatı yapısına tam olarak uymamaktadır. Dahası, tanımlanan
bu yapılara uygunluğun ise oldukça keyfi (arbitrary) olduğu ifade
edilmektedir. Labov’un ve diğerlerinin tanımladığı bileşenler anlatılar içinde
görülmekle birlikte, çoğu zaman bunların idealize edilmiş ve zorlama oldukları
ve anlatıda olanı değil de olması gerekeni tanımladıkları
söylenmektedir. Bu yönüyle, Labov’un modeli, anlatıların belirli etkileşimsel
bağlamlardaki ifade ediliş biçimlerini ve o esnadaki işlevlerini göz ardı
etmekte, sadece tanımlanan yapıya uyup uymadıklarına odaklanmaktadır. Elliott
(2005) ise bu yapısal modelin görüşmelerden elde edilen anlatıların analizinde
kullanılmasında da sıkıntıların olduğunu aktarmaktadır; görüşmelerde,
katılımcıların beyanları sıkı sıkıya kronolojik bir sıra izlemeyebilir,
kurdukları cümleler zamansal bağlantı içermeyebilir ve birbirinden farklı
anlatılar iç içe geçmiş ve böylece bileşenleri belirsizleşmiş olabilir.
Anlatı
Psikolojisi (Narrative Psychology)
Narratolojinin
ve bir araştırma alanı olarak anlatı araştırmalarının gelişmesi ile birlikte,
anlatının, birçok başka disiplinde olduğu gibi psikoloji içinden de ilgi
görmesi şaşırtıcı değildir. Özellikle meslekleri gereği, psikoterapistler,
sürekli olarak danışanların hikâyeleri ve bu hikâyelerin içerdiği anlamlarla
(veya anlam yitimleriyle) karşılaşmakta ve çoğu zaman bu hikâyelerin kendileri,
terapinin inceleme konusu olmaktadır. Bu durum ise psikoterapistler arasında
danışanların hikâyelerini anlamaya yönelik bir ilginin ve buna uygun
yaklaşımlara ilişkin bir arayışın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Örneğin,
1976’da, Hollandalı bir psikanalist olan Piet Kuiper, psikoterapi için insanı
biyolojik bir mekanizmadan ibaret gören mekanistik bilimsel yaklaşımdan farklı
bir anlayış geliştirmeye ve bu çerçevede anlatı ile ilgilenmeye başlamıştır.
O’na göre, insanlar hayatlarını kendi hayat hikâyelerine göre yaşarlar
ve insanın bu anlatısal karakteri ise ancak ‘anlatı’yı dikkate alan bir
yaklaşımla anlaşılabilecektir (Belzen, 1996).
Belzen
(1996) öncelikle klinik psikoloji ve psikoterapi alanında başlayan bu ilginin
giderek psikolojinin diğer alt alanlarına da yayıldığını ifade etmektedir.
Günümüzde psikanaliz, kişilik psikolojisi, gelişim psikolojisi,
psikolinguistik, kognitif psikoloji ve uygulamalı psikoloji gibi disiplinler
içerisinde anlatıya ve uygulamalarına yönelik geniş bir ilgi söz
konusudur.
Diğer
yandan, anlatı psikolojisinin ayrı bir alan olarak ortaya çıkışı daha
sonralara, 20. yüzyılın son çeyreğine rastlar. Anlatı Psikolojisi
(Narrative Psychology) terimi ilk defa Theodor Sarbin tarafından 1986 yılında
yayımladığı kitabında kullanılmıştır ve Sarbin daha önceki bilgisayar
metaforunun yerine anlatıyı psikolojinin “ana metaforu” olarak
tanımlamıştır (Laszlo, 2008; Belzen, 1996). Yine aynı yıl yayımlanan kitabında
Jerome Bruner ise, anlatıyı daha empirisist bir şekilde ele aldığı bir yaklaşım
ortaya koymuştur. Aynı dönemlerde, Dan McAdams hayat hikâyelerinin (life
narratives) yorumlanmasına yönelik bir teorik çerçeve ve kodlama sistemi
geliştirmiş; anaakım bilimsel psikoloji içerisinden bir grup araştırmacı
hikâyelerin üretilmesi ve idrak edilmesiyle ilgilenmeye başlamış; James
Pennebaker ise anlatıların linguistik özelliklerini incelemiştir (Laszlo,
2008).
Belzen’e
(1996) göre, anlatı psikolojisi, biyolojiyi değil de kültürü vurgulamasıyla kültürel
psikolojiye yakın durmaktadır. Anlatı psikolojisi, anlatıyı deneyimlerimizi
anlamlı kılan birincil biçim olarak ele alır; anlatılar kişinin hayatının
geçmiş olaylarını anlamlandırması ve sonraki eylemlerini planlaması için bir
çerçeve sağlarlar. Böylece insan psikolojisinin anlatılar aracılığıyla
anlaşılabileceğini savunan anlatı psikologları (Laszlo, 2008), insanların nasıl
anlatı yapıları üzerinden eylediklerini, düşündüklerini, algıladıklarını ve
deneyimlediklerini incelerler.
Sarbin
(1986; akt. Crossley, 2002), daha önce de söylendiği gibi, psikoloji için
anlatı metaforunu öne sürmüş ve insanların anlatı yapıları aracılığıyla
düşündüklerini, algıladıklarını, hayal ettiklerini ve ahlaki seçimler
yaptıklarını söylemiştir. Sarbin, anlatıyı, insan eyleminin organize edici
ilkesi olarak görür; bu ilke, hikâye anlatıcısı olan bir benlik ve başka
aktörlerle diyalog içinde olan ve eyleyen aktörler üzerine vurgu yapar.
Sarbin’le benzer şekilde, Hermans ve Kempen (1993; akt. Belzen, 1996) sadece
belirli insan işlevlerinin değil insan benliğinin kendisinin de anlatısal bir
perspektiften anlaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Jerome
Bruner (1990; akt. Edwards, 1996) anlatıyı sadece bir söylem biçimi olarak
görmez, ona göre anlatılar kognitif temsillerle ilişkili olarak
tanımlanabilecek olan düşünce ve eylem modlarıdır. Anlatılar, insanların,
içerisinde deneyimlerini, anılarını, bilgilerini ve sosyal dünyayla olan
etkileşimlerini organize ettikleri araçlardır. Laszlo (2008), Bruner’in
düşünmenin iki doğal biçimi arasında yaptığı ayrımdan söz etmektedir; bu iki
kognitif mod, deneyimlerimizi organize eder ve gerçekliği farklı şekillerde
yorumlamamızı sağlar. Bunlardan biri, soyut kavramlarla iş gören, gerçekliği
ampirik kanıtlar ve mantık metodlarıyla yorumlayan ve bunu yaparken evrensel
düzeyde nedensel ilişkiler arayan paradigmatik veya mantıksal-bilimsel moddur.
Diğeri ise daha ‘sıradan’ olan, insan niyet ve eylemlerinin yanı sıra
hikâyeleri ve bunlarla ilişkili sonuçları araştıran anlatı modudur
(narrative mode). Bruner’e göre, anlatısal düşünme, gerçeklikten ziyade
yaşamın gerçekçi bir temsilini yaratmakla, anlam üretimiyle ve tutarlılığın
sağlanmasıyla ilgilenir.
Bununla
birlikte, Taylor (2010), Bruner’in kültür, sembolizm ve paylaşılan anlamlara
vurgu yaptığını ve anlatıları kültürün bir parçası olarak gördüğünü ifade eder.
Ona göre, anlatıların birikmesi ile ‘kültür’, ‘gelenek’ veya ‘tarih’ dediği şey
ortaya çıkmaktadır ve bir kültür içindeki normal veya kabul edilmiş
anlatıları/hikâyeleri ifade etmek üzere ‘kanonik anlatılar’ (canonical
narratives) terimini kullanmaktadır. Bu anlatılar, aynı kültürü paylaşan
insanlar arasında yaygın olan ve dünyayı ve kendi benliklerini anlamlandırmada
kullanılan kaynaklar olarak görülebilir. Ayrıca, Bruner, Gergen'in bakış
açısına benzer şekilde, anlatıların yerel, bağımlı ve anlık duruma göre
üretildiklerinden de söz eder; her anlatı bir taslak (plot), ardışıklık ve
olaylar gibi bileşenler içerir. Ona göre, bir anlatı, anlatıcı için kültürün
kanonik/yerleşik anlatılarından sapmaları ya da farklılaşmaları açıklama işlevi
görür ve bunu konuşmacının ne istediğinin, neye inandığının veya
niyetlendiğinin açıklanmasıyla yapar. Bu yönleriyle, Bruner’in yaklaşımının,
hem Labov’un yapısalcı narratolojisi ve kognitif psikolojiyle hem de sosyal
inşacılığın bazı argümanlarıyla kesiştiği noktalar olduğu söylenebilir (Taylor,
2010).
Belzen’e
(1996) göre, anlatı psikolojisi, sosyal inşacı gelenekten de etkilenmiştir. Bu
gelenek, anlamların dil aracılığıyla kültür içerisinde inşa edildiğini söyler
ve bu inşanın nasıl ortaya çıktığıyla ilgilenir. Bu çerçevede, anlatı
psikolojisi içerisinde de bu inşa sürecinde hikâyelerin ve anlatıların nasıl
bir yeri olduğuna yönelik giderek artan bir ilginin olduğunu söylemektedir.
Anlatı psikolojisi içerisinde yer alan çalışmaların büyük bir kısmı kognitif
psikolojinin etkilerini taşımakla birlikte, sosyal inşacılığın psikoloji
içerisinde yer bulmaya başlamasıyla birlikte anlatı çalışmaları içinde de bu
geleneğin etkileri görülmeye başlanmıştır.
Bu
kapsamda, ismi zikredilebilecek en önemli kişi, sosyal inşacı bir psikolog olan
Kenneth Gergen’dir. Gergen (1994; akt. Taylor, 2010) anlatının bağımlı yapısına
vurgu yapar; ona göre, her anlatı konuşmacı tarafından belirli bir bağlam için
üretilir ve bir hikâye olarak organize edilir ve şekillendirilir. Gergen,
‘benlik-anlatısı’ndan (self-narrative) söz eder; benlik-anlatısı, bireyin zaman
içinde gerçekleşen benlikle-ilişkili olaylar arasındaki ilişkiye yönelik
beyanıdır. Buna göre, hepimiz bir benlik-anlatısı geliştiririz ve bunu
deneyimlediğimiz hayat olayları arasında tutarlı bağlantılar kurarak yaparız.
Diğer bir deyişle, benlik-anlatıları, sosyal beyanat (social accounting)
veya kamusal söylem (public discourse) biçimleri olarak anlaşılabilir
(Edwards, 1996). Gergen, anlatının birey/konuşmacı tarafından üretildiğini
söylemekle birlikte, anlatının organizasyonunun ve şekillendirilmesinin sosyal
bir niteliğe sahip olduğu vurgular; çünkü konuşma sosyal eylemin bir biçimidir
ve konuşmanın anlaşılabilirliği konuşmacıların aynı kültürel zemini
paylaşmalarına dayanır (Taylor, 2010).
Böylece,
Gergen’in yaklaşımı, sosyal inşacı ve söylem-yönelimli içeriği sayesinde anlatı
psikolojisindeki kognitif ve yapısal etkileri önemli ölçüde ortadan kaldırır.
Ancak Edwards (1996), Gergen’in yaklaşımını bu sosyal inşacı niteliğine rağmen,
anlatıyı özel bir hikâyesel biçim olarak görmesi ve tam olarak şekillenmiş
(well-formed) bir anlatının tanımlanmasına yönelik standart bir kriterler seti belirlemesi
nedeniyle, anlatı psikolojisi geleneği içine yerleştirir. O hâlde, anlatıların
kavramsallaştırılmasında kognitif psikolojinin ve yapısalcı narratolojinin
etkisinin, ancak eleştirel ve söylemsel yaklaşımlar içerisinde tam olarak
ortadan kalktığını söyleyebiliriz.
Anlatıya Eleştirel ve Söylemsel Yaklaşımlar
Şimdiye
kadar sözünü ettiğimiz geleneksel yaklaşımların hepsinde, anlatı, ayrı bir
konuşma veya söylem formu olarak kavramsallaştırılmıştır. Oysa doğal olarak
ortaya çıkan ve etkileşim-içindeki-konuşmaları inceleyen söylemsel psikoloji
ve konuşma analizi yaklaşımlarında, anlatı,
konuşmanın veya söylemin özel bir biçimi olarak görülmez. Edwards’a (1996)
göre, konuşmanın özel bir hikâyesel tarzı yoktur, aksine sözü edilen bu
tarz da gündelik söylemin rutin bir parçasıdır. Böylece, söylemsel psikoloji,
hikâyeleri ve hikâyeleştirilmiş anıları söylemsel fenomenler olarak inceler. Bu
nedenle de anlatıya yönelik özel bir teori ve metoda gerek olmadığı ve
söylemsel fenomenlerin tümüne uygulanan yaklaşımın yeterli olduğu ifade edilir.
Genel
olarak bakıldığında, anlatıyı ele alış biçimi açısından kognitif ve söylemsel
yaklaşımlar arasındaki temel farklılık, kognitif temelli yaklaşımların anlatıyı
insanların şeyleri nasıl anladıklarının bir ifadesi olarak görürken, söylemsel
yaklaşımın hikâyeleri etkileşim-yönelimli üretimler olarak ele
almasıdır. Edwards (1996), gerek narratolojide gerekse anlatı psikolojisinde
yapılan çalışmaların çoğunlukla insanların hikâyelerini anlatırken yaptıkları etkileşimsel
işi (business) görmezden geldiklerini söyler. Bunun nedeni olarak, kısmen
alanın kökeninde edebi çalışmaların ve yapısalcılığın etkisinin olması ve
kısmen de dilin bir sosyal eylem olarak değil de zihinsel temsil olarak
kavramlaştırıldığı kognitif psikolojinin etkisi gösterilebilir. Böylece, bu iki
çalışma alanı, konuşma anlarında ve konuşma için üretilen belirli anlatı
içeriklerinin anlatıldıkları esnada (in-the-telling) belirli sosyal
eylemleri nasıl icra ettikleri incelemek yerine, anlatı yapılarının
genelleştirilmiş biçim ve kategorileriyle meşgul olur.
Eğer
hikâye anlatma, “söylemsel bir iş gören söylemsel bir eylem” (Edwards, 1996, s.
277) ise, o hâlde bir hikâyeyi incelerken şu tür sorular sorabiliriz: Bu hikâye
kime, kim için, ne için ve hangi bağlamda anlatıldı? Hangi karşı veya
destekleyici anlatılar ortaya çıktı? Hikâyenin anlatılmasının o anki
etkileşimsel işlevi nedir? Ancak Edwards’a göre bu tür sorulara cevap
verebilmek ve hikâyelerin etkileşimsel doğasını anlayabilmek için, analizlerde
mülakatlardan elde edilen veriler yerine doğal konuşmaların kullanılması
gerekir. Bunlar gündelik hayatta gerçekleşen her tür doğal konuşma olabilir;
aile veya arkadaş konuşmaları, kurumsal konuşmalar, doktor-hasta konuşmaları,
terapi veya mahkeme kayıtları, meclis tutanakları, vb.
Konuşma
analizinde, hikâyeler insanların konuşma esnasındaki uzun
sıra alışları olarak görülür. Konuşma analizinin ilgisi, öncelikle, hikâyelerin
sıra alış sistemi içerisinde nasıl organize edildiğine ve nasıl kesintiye
uğramadan anlatıldığına yöneliktir; hikâyelerin nasıl başladığı ve bittiği ve
konuşmadaki normal sıra alış biçiminin nasıl bu uzun sıra alışlara uygun bir
şekil aldığı incelenir (Benwell ve Stokoe, 2006; Edwards, 1996). Örneğin, Sacks
(1992; akt. Benwell ve Stokoe, 2006) hikâyelerin davet edilebileceğini (“Anlat
bakalım…”), anlatılacağına dair sinyallerin verilebileceğini (“Tahmin
et ne oldu…”) veya doğrudan anlatılabileceğini (“Onun hakkında sana
anlatmam gereken bir şey var…”) söyler. Ona göre, bu tür tekliflerin
işlevi, dinleyiciye bir cümleden daha fazla konuşacağımızı ve bu konuşmayı
dinlemeye devam etmesi gerektiğini ifade etmektir.
Ama
konuşma analizinin hikâyelere yönelik ilgisi sadece sıra alış prosedürleriyle
sınırlı değildir. Konuşmadaki sıra alışlar olan hikâyeler, konuşmacıların kendi
söylem kategorileri olarak analiz edilir; belirli hikâye içeriklerinin o anki
etkileşimsel meselelere nasıl uyarlandığına bakılır; ve hikâyelerin bağlamsal
olarak nasıl durum içinde konumlandırıldığı ve anlaşıldığı incelenir (Edwards, 1996).
Tabii ki, tüm bu analitik ilgiler –söylemsel psikolojide olduğu gibi– ancak
etkileşim içindeki doğal konuşmaların incelenmesiyle mümkün hâle gelir. Bu tür
doğal veriler, hikâyelerin nasıl katılımcılar tarafından ortak bir şekilde
anlatıldığını ve ne anlatıldığına dair bir anlamanın nasıl birbirini takip eden
sıra alışlarda sergilendiğini açıkça görebilmemize imkân sağlarlar (Benwell ve
Stokoe, 2006).
Stephanie
Taylor (2010) hem söylemsel yaklaşımdan hem de anlatı psikolojisinden hareketle
oluşturduğu ve anlatı-söylem (narrative-discourse) yaklaşımı adını
verdiği bir model önermektedir. Örneğin, Taylor, anlatıların sosyal olduklarını
söylerken, bir yandan Bruner’in paylaşılan kültürün bir parçası olarak anlatı
fikrinden, diğer yandan ise söylemsel psikolojinin konuşmayı (ve dolayısıyla
hikâyeleri de) bir sosyal eylem ve anlam-üretme biçimi olarak ele alışından
hareket eder. Böylece, Taylor’un yaklaşımında, anlatı hem konuşma için bir
kültürel kaynak (resource) olarak hem de konuşma esnasında üretilen bir inşa
(construction) olarak görülür. Burada da hem Bruner’in hem de söylemsel
yaklaşımın etkisi söz konusudur. Taylor, anlatıları kültürel kaynaklar olarak
kavramlaştırırken, Bruner’in kanonik (canonical) anlatılar kavramından
yararlanır; kültür veya toplum içerisinde paylaşılan yerleşik anlatılar,
konuşmacıların kendi yaşamlarına ilişkin hikâyelerin inşasında kaynak görevi
görürler. Burada mesele, konuşmacıların hikâyelerinin zorunlu olarak söz konusu
yerleşik anlatılarla aynı doğrultuda olması değil, paylaşılan bu anlatıların
her hâlükârda anlatılan hikâyeler için bir çerçeve sağlıyor olmasıdır. Örneğin,
Taylor, bu tür bir yerleşik anlatı olan ‘çift olma (coupledom)
anlatısı’ndan söz eder ve bu anlatının kendi hayat hikâyelerini tam da bunun karşısında
konumlandıran bekâr kadınların konuşmalarında nasıl bir kaynak teşkil ettiğini
gösterir.
Taylor’ın
ortaya koyduğu model söylemsel yaklaşımın etkilerini taşımakla birlikte,
modelin ondan farklılaştığı çeşitli noktalar vardır. Öncelikle, Taylor’ın esas
ilgisi –konuşma analizi ve söylemsel psikolojide yapıldığı gibi– konuşmacının
konuşma esnasındaki yönelimi üzerine değildir; o daha çok konuşmacılar için
ulaşılabilir olan ve kullanılan söylemsel kaynaklarla ve bu kaynakların olası
veya zorunlu kıldığı kimlik oluşumlarıyla ilgilenir. İkinci olarak, söylemsel
psikolojide konuşmanın her zaman bağlam tarafından şekillendirildiği düşünülür
ve bu yüzden konuşma bağlamının tanımlanmasına önem gösterilir. Oysa Taylor,
anlık etkileşimin bağlamına söylemsel yaklaşımda olduğu kadar ilgi göstermez;
bunun yerine, hayat hikâyelerinin, konuşmacının idrak ettikleri ve
beklentileriyle olduğu kadar sunduğu önceki versiyonlar tarafından da
şekillenen, bununla birlikte her yeni konuşma durumu için yeni versiyonlarının
üretildiği inşalar olduğunu söyler. Ve son olarak, anlatıların toplanmasında
–söylemsel psikolojinin aksine– mülakat yöntemini kullanmakta bir sakınca
görmez. Dahası, mülakatların, konuşmacıların deneyimlerine ilişkin beyanlarını
ve konuşma esnasındaki anlam üretimlerini anlamaya muktedir olduğunu ifade
eder.
Konumlandırma
teorisi (positioning theory), hikâye anlatma ile yaygın
kültürel anlatılar arasındaki ilişkiyle ve hikâyelerin anlatılışı esnasında
konuşmacı ile dinleyicinin kimlik üretimindeki ortak rolüyle ilgilenen bir
başka yaklaşımdır (Benwell ve Stokoe, 2006). Konumlandırma, söylemler
veya baskın anlatılar içerisinde ulaşılabilir olan özne pozisyonlarının
konuşmacılar tarafından önerilmesini, kabul edilmesini ve/veya karşı
çıkılmasını ifade eder. İnsanlar, kendilerini ve diğerlerini konumlandırma
kapasiteleri, istekleri ve niyetleri açısından farklılaşırlar. Dahası, bir
konuşma esnasında veya aynı hikâye içinde birbirinden farklı nitelikte
pozisyonların sunulması mümkündür. Davies ve Harré (1990; akt. Benwell ve Stokoe,
2006) örnek olarak yabancı bir ülkedeki bir kadın ve erkeğin konuşmasını
aktarırlar; kadın hasta olmuştur ve ikisi birlikte bir eczane aramaktadırlar.
Erkek “hasta olduğu hâlde bütün bu yolu ona yürüttüğü için” kadından özür
diler, kadın ise “onu adamın yürütmediğini, gelmeyi kendisinin seçtiğini”
söyler. Buna göre, söz konusu durumda, erkeğin kendisini hasta olan
kadına bakım vermek isteyen biri olarak konumlandırdığı, kadının ise,
kendisine önerilen bu hasta pozisyonunu kabul etmediği ve onun yerine
kendilerini yabancı bir ülkede gezinen kişiler olarak konumlandırmaya çalıştığı
söylenebilir.
Konumlandırma
teorisyenleri, Taylor’ın yaklaşımına benzer şekilde, makro düzeydeki baskın
anlatıların konuşmacıların hikâyelerinde sunulan özne pozisyonlarıyla ilişkili
olduklarını ifade ederler. Konuşmacılar, konuşma esnasında diğerlerine
sundukları ve kendilerine sunulan pozisyonlar aracılığıyla, baskın anlatılarla
karşı karşıya gelir ve bunları kabul veya reddederek kendi hayat hikâyelerinin
ve kimlik projelerinin üretilmesinde kullanırlar (Benwell ve Stokoe, 2006). Az
önceki örneğimize dönersek, ‘güçlü erkek ve zayıf kadın’ şeklindeki baskın
anlatının o anki etkileşim üzerinde etkisinin olduğu ve adama verdiği cevapla kadının
kendisini bu anlatının içerdiği pozisyonun dışında tutmaya çalıştığı
söylenebilir.
Söylemsel
psikoloji ile konuşma analizinin ‘mikro’, Taylor’ın yaklaşımı ile konumlandırma
teorisini ise daha ‘makro’ yaklaşımlar olduklarını söyleyebiliriz. Diğer yandan,
Benwell ve Stokoe (2006) mikro ve makro analizi bir arada kullanmayı amaçlayan
yaklaşımlardan da söz etmektedirler. Örneğin Kiesling (2006) Amerikan
kolejlerindeki kardeşlik (fraternity) kulüplerinin üyeleriyle mülakatlar
gerçekleştirdiği ve hegemonik maskülenliğe ilişkin anlatıları incelediği
çalışmasında mikro ve makro yaklaşımları bütünleştirmeye çalışmıştır. Kiesling,
anlatıları söylem birimleri olarak tanımlamakta ve anlamlarının konuşma
bağlamıyla ilişkili bir şekilde anlaşılabilmesi için mikro ve makro düzeylerin
her ikisinin de dikkate alınması gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre, bir
hikâye her zaman anlık etkileşim içerisindeki konuşmacı ve dinleyici düzeyinde
belirli bir anlama sahiptir; bununla birlikte, yaygın sosyal ilişkiler ve söylemlerle
olan ilişkisi de önemlidir, çünkü hikâyeler çoğu zaman kültürel anlatıları ve
söylemleri örneklemek veya onlarla mücadele etmek için kullanılırlar. Böylece,
Kiesling, görüştüğü kişilerin hikâyelerini analiz ederken, öncelikle konuşma
esnasında hegemonik maskülenliği nasıl icra ettiklerine bakmıştır. Ancak, ona
göre bu tür bir mikro yaklaşım analiz için yeterli değildir, bu nedenle
hikâyelerdeki maskülenlik öğelerinin dayanağını/kaynağını oluşturan yaygın
kültürel söylem ve anlatıların rolü üzerine de odaklanmıştır.
Emerson
ve Frosh’un (2004) ortaya koydukları eleştirel anlatı analizi
(critical narrative analysis) yaklaşımı da anlatıya yönelik geleneksel
yaklaşımlardan farklılaşır. Onlara göre, tek bir ‘iyi’ yaklaşım yoktur ve
önemli olan hem anlatıların nasıl işlediğini hem de yaptıkları etkileşimsel işi
derinlemesine anlamaya olanak sağlayacak kapsayıcı bir yaklaşım
geliştirebilmektir. Bu nedenle, onların eleştirel anlatı analizi, bütünlüklü
bir kavrayış sağlama amacıyla anlatıların birçok yönüne birden odaklanır;
geleneksel anlatı çalışmalarında yapıldığı gibi anlatının yapısı ve içeriğiyle
ilgilenmekle kalmaz, aynı zamanda sosyal bilimlerdeki eleştirel yaklaşım
ve pratiklerden hareketle anlatıların bağlamına ve bağlamsal/etkileşimsel
işlevlerine de ilgi gösterir. Bu kapsamda, geleneksel yaklaşımlarda göz ardı
edilen, anlatıların ve söylemlerin inşasına ve konumlandırma meselelerine özel
bir önem atfeder. Yine de Emerson ve Frosh, eleştirel anlatı analizi için
belirli bir yöntem önermediklerini, bundan ziyade anlatıya yönelik olarak
–eleştirel yöntem ve pratiklerden beslenen– kapsayıcı ve yeni düşünme
biçimlerinin geliştirilmesini amaçladıklarını ifade etmektedirler.
Son
olarak, Sosulski, Buchanan ve Donnell (2010), zihinsel hastalığı olan Siyah
kadınların hayat hikâyelerini inceledikleri çalışmalarında, feminist anlatı
analizinden (feminist narrative analysis) bahsetmektedirler. Onlara göre,
kişisel hayat anlatıları, insanların gündelik deneyimlerini ve çoklu
kimliklerini anlamada önemli bir yere sahiptir ve feminist anlatı analizi ise kadınların
hayat hikâyelerinin incelenmesinde özellikle kullanışlıdır. Feminist anlatı
analizi, feminist epistemolojiden hareketle, özellikle marjinalleştirilmiş
(Siyah, zihinsel hastalığı olan, vb.) kadınlara yönelik çalışmalar yapar ve
kadınların kendi hayatlarına ilişkin kendi yorumlarını merkeze alır. Buna göre,
kadınların hayat hikâyeleri, kendi sosyo-kültürel tarihçeleri ve hayat
deneyimleri ile birlikte ırk, toplumsal cinsiyet ve sosyal sınıf gibi
faktörlerle ilişkisi içerisinde şekillenen bir gerçekliğin ifadesi olarak
görülür.
Sosulski,
Buchanan ve Donnell (2010), bu çerçevede, görüştükleri kadınların anlatılarına
onların perspektifiyle yaklaşmaya çalışırlar; bu kadınlar, kendi hayatlarında
ne yaşadıklarıyla, neye ihtiyaçları olduğuyla ve ne tür çözümlerin onların
işine yarayacağıyla ilgili ‘otorite’ olarak görülürler. Bu nedenle, anlatılan
hikâyelerin analizinde araştırmacılar öncelikle kendi yorumlarıyla değil,
bizatihi bunları anlatan kadınların yorumlarıyla meşgul olurlar. Sonrasında
ise, araştırmacılar hikâye metinleri üzerinde üç düzeyde analiz yaparlar; (1)
sözel anlamlara –yani kadınların olayları tarif ederken kullandıkları
sözcüklerin anlamlarına– bakılır, (2) sembolik anlamlara veya belirli olayların
neden onların başlarına geldiğine dair inançlarına bakılır ve (3) hikâyelerde
anlatılan temalarla ilgili sosyo-kültürel bağlama ilişkin araştırmacıların
kendi anlamaları tartışılır. En sonunda ise, katılımcılar, –geleneksel
yaklaşımlarda olmayan bir şekilde– araştırmacıların kendi anlattıklarına
ilişkin yorumlarını ve analiz bulgularını inceleyip yorumlarda bulunabilirler.
Sonuç
Görüldüğü
gibi, hemen hemen 50 yıllık kısa bir tarihe sahip olmakla birlikte, anlatı
çerçevesinde gelişen çalışma alanı, birçok disiplin içinde kendine yer bulmuş,
gerek anaakım gerek eleştirel yaklaşımların ilgisini çekmiş ve sonuçta geniş
bir araştırma külliyatı ortaya çıkmıştır. Böyle bir ilginin, anlatıların veya
hikâyelerin insanlar arası etkileşimde ve dahası, tüm bir insan tarihi
içerisinde temel bir iletişim veya söylem biçimi olarak var oluşundan
kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Böylece, ister özel bir söylem
birimi olarak isterse de gündelik konuşmanın rutin bir parçası olarak görülsün,
her hâlükâda anlatı, araştırmacılar için göz ardı edilemeyecek bir
fenomen olarak karşılarında durmaktadır.
O
halde, esas mesele anlatının nasıl ele alınacağı olmaktadır. Buraya
kadar anlatıldığı gibi, her araştırmacı kendi teorik ve analitik ilgileri
çerçevesinde anlatıların doğasını ve nasıl incelenebileceğini anlamaya
çalışmıştır. Birbirinden farklı yaklaşımlar, anlatıların veya hikâyelerin
birbirinden farklı yönlerini ve işlevlerini anlamaya yönelik teorik ve
yöntemsel fikirler geliştirmişlerdir. Böylece, anlatıların/hikâyelerin
bileşenleri, yapıları, içerikleri, anlamları, etkileşimsel ve bağlamsal
işlevleri, kültürle ve benlikle ilişkisi, vb. birçok mesele analiz konusu
edilmiştir.
Sözü
edilen tüm bu çalışmaların, alanın gelişmesi ve anlatıların doğasının
anlaşılması açısından sahip oldukları değeri göz ardı etmemekle birlikte, bana
göre anlatılar öncelikle anlık etkileşim için bağlamsal olarak inşa edilen
söylemler olarak anlaşılmalıdır. Bu açıdan, anlatıların/hikâyelerin
kavramlaştırılmasında yapısalcı ve kognitif yaklaşımlardan ziyade söylemsel
perspektiften yana olduğum söylenebilir. Bu perspektif içerisinde ise öncelikle
Taylor’ın (2010) anlatı-söylem yaklaşımının, anlatıların ve hikâyelerin
incelenmesi için iyi bir çerçeve sağladığını düşünüyorum. Buna göre, her
anlatı, konuşmacının o anki etkileşim bağlamı için inşa ettiği veya revize
ettiği söylemler olarak ortaya çıkar ve bu inşa kültür içindeki baskın/yerleşik
anlatılar çerçevesinde şekillenir. Yine de bu şekilde bir kavramsallaştırma,
benim için mutlak olmaktan ziyade belirli bir çerçeve sağlamaya yöneliktir.
Analitik ve teorik ilgiyi kesin bir şekilde sınırlamak yerine, Taylor’ın yanı
sıra söylemsel psikoloji, konuşma analizi, eleştirel anlatı analizi ve
mikro-makro yöntemleri bütünleştirmeye çalışan Kiesling’in (2006) yaklaşımı
gibi söylemsel perspektife sahip çeşitli yaklaşımların, yerine göre gerek
analitik gerek teorik olarak oldukça faydalı ve kullanışlı olacağını söylemek
yanlış olmayacaktır.
Diğer
yandan, Emerson ve Frosh’un (2004) da ifade ettiği gibi, eleştirel bir
perspektifin tek bir bakış açısına veya metoda bağlı kalmaması ve incelenen
fenomenlere ilişkin daha iyi ve bütünlüklü bir anlayışa ulaşabilmek için yeni
düşünme biçimleri geliştirmeye çalışılması önemlidir. Aynı şey, anlatıları veya
hikâyeleri geleneksel olmayan veya eleştirel bir şekilde incelemeyi amaçlayan
yaklaşımlar için de geçerlidir. Burada belki de önemli olan araştırmacının
kendisini sürekli şekilde eleştirel kalmaya sevk edecek bir düşünme ve eyleme
pratiğini hayata geçirebilmesidir.
Kaynaklar
Belzen, J. A. (1996). Beyond a classic?
Hjalmar Sunden’s role theory and contemporary narrative psychology. The
International Journal For The Psychology of Religion, 6(3), 181-199.
Benwell, B. ve Stokoe, E. (2006). Discourse
and identity. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Crossley, M. L. (2002). Introducing
narrative psychology. Narrative, memory and life transitions içinde
(1-13). Huddersfield: University of Huddersfield.
Edwards, D. (1997). Discourse and
cognition. London: Sage.
Elliott, J. (2005). Using narrative in
social research: Qualitative and quantitative approaches. London: Sage.
Emerson, P. ve Frosh,
S. (2004). Critical narrative analysis in psychology: A guide to practice.
Springer.
Herman, L. ve Vervaeck, B. (2005). Handbook
of narrative analysis. Lincoln: University of Nebraska Press.
Kiesling, S. F. (2006). Hegemonic
identity-making in narrative. A. De Fina, D. Schiffrin ve M. Bamberg (Ed.), Discourse
and identity içinde (261-287). Cambridge: Cambridge University Press.
Labov, W. (1997). Some further steps in
narrative analysis. The Journal of Narrative and Life History, special
issue.
Laszlo, J. (2008). The science of
stories: An introduction to narrative psychology. London: Routledge.
Riessman, C. K. ve Quinney, L. (2005).
Narrative in social work: A critical review. Qualitative Social Work, 4(3),
391-412.
Sosulski, M. R., Buchanan, N. T. ve
Donnell, C. M. (2010). Life history and narrative analysis: Feminist
methodologies contextualizing Black women’s experiences with severe mental
illness. Journal of Sociology and Social Welfare, 37(3), 29-57.
Taylor, S. (2010). Narratives of
identity and place. London: Routledge.