Le Bon’dan Bugüne Kitle Psikolojisine Tarihsel Bir Bakış


                                                                                                                                           Mete Sefa Uysal



19. ve 20. yüzyıldan itibaren kitleler, toplumsal düzeyde değişimin baş aktörleri olmuşlar ama aynı zamanda, politika, medya ve bilim iktidarlarının gözünde patolojik, şiddetten gözü dönmüş ve sınır tanımaz bir biçimde her şeyi yakıp yıkan insan güruhları olarak resmedilmişlerdir. Dolayısıyla, bu bakış açısından hareketle kitleler ve kitle hareketleri uzun süreler -ve belki bugün de- toplumsal düzene ve bu düzenin yerleşik değerlerine bir tehdit olarak görülmüş, siyasal anlamda olduğu kadar bilimsel anlamda da bu bakış açısından doğan bir karşı savunuculuk ile muamele görmüşlerdir. Toplum ve birey arasındaki gerilimin hem epistemolojik hem yöntemsel hem de kuramsal anlamda kendini en derinden hissettirdiği alanlardan olan sosyal psikoloji disiplininin, toplum ve birey arasındaki gerilimin en temel pratik çıktılarından olan kitle davranışları ve kolektif eylemleri kendisine nesne edinmesi elbette şaşılacak bir durum değildir. Buna rağmen, sosyal psikoloji disiplinini kitle davranışı ve kolektif eylem söz konusu olduğunda bazı temel noktalardan eleştirmek kaçınılmazdır. Öncelikle sosyal psikoloji için etki alanı bu kadar geniş bir araştırma nesnesine yönelik -bir miktar bilinçli- ilgisizlik sorunsallaştırılması gereken konuların başında yer almaktadır. Bu ilgisizliği açıklayabilecek pek çok olası sebep sayılabilir. Genelde psikoloji özelde sosyal psikolojinin kendisini bireysel ve deneysel bir paradigmayla sınırlaması, yöntemsel anlamda bu sebeplerden biri olarak görülebilir. Ancak söz konusu ilgisizliğin kuramsal kökleri, bu ilgisizliği açıklamada daha fazla öne çıkmaktadır. Başka bir deyişle, tercih edilen kuramsal paradigma sebebiyle çağın toplumsal sorunları yerine içerik olarak daha steril konulara yönelim olmuştur. İlgisizliğin yanında, yakın döneme kadarki sınırlı sayıdaki kitleye dair sosyal psikolojik analizdeki yanlılığın sebebi de yine tercih edilen bu bilimsel paradigma olarak görülebilir. Bu analizlerde, sosyal psikoloji kendisine nesne olarak seçtiği kitleyi oluşturan bireylerin davranışlarını açıklarken, ne bu nesneyi oluşturan bireylerin bakış açılarıyla ne de tarafsız bir izleyicinin (bystanders) bakış açısıyla konuyu ele almıştır. Kitle davranışını, söz konusu kitle hareketlerini kontrol altında tutma, düzenleme ve önleme gibi misyonları olan kurumsal güçlerin bakış açılarıyla ele alan sosyal psikoloji disiplini, yıllarca niyetli veya niyetsiz, patolojik kitle görüşüne bilimsel bir temel oluşturmaktan öte bir işlev görmemiştir. Aşağıda genişçe yer vereceğimiz tarihsel sürece bakıldığında, bazen tuhaf, bazen korkutucu, bazen patolojik görülen kitle davranışları, tüm bunlara rağmen her zaman ilgi çekici olmuş ve bu yönüyle sosyal psikoloji de “fil adam” metaforuyla anılmıştır (Reicher, 2001). 


Sosyal psikolojide kitle söz konusu olduğunda, görüşler uzun süreler iki temel kuramsal yaklaşımdan beslenmiştir: Birisi, McDougall’ın “grup zihni” tezini (1908) kitle davranışını yorumlamakta kullanan Le Bon’un görüşlerini temel alan yaklaşım iken; diğeri Allport’un (1924) öncülük ettiği “bireyselci” psikoloji geleneğidir. 



Le Bon’un Kitle Kuramı ve Geleneksel Kitle Yaklaşımlarına Etkileri


Gustave Le Bon (1895/1947), grup davranışını sosyal davranışın ilkel ve akıl dışı bir biçimi olarak ele almıştır. Le Bon, bu düşüncelerini yaşadığı dönemde Fransa’da gerçekleşen sendikal hareketleri gözlemleyerek oluşturmuş ve en temel örneklerini de genellikle Fransız Devrimi sırasında basit, dürüst ve kendi halinde bir Fransız köylüsünün eylemler sırasında nasıl vahşileştiği üzerine kurmuştur. Le Bon’a göre kitleyi oluşturan bireylerin yaşayışları, karakterleri, zekâları ne kadar benzer veya farklı olursa olsun, kitleleşmenin ve ‘grup zihni’nin bir sonucu olarak bireyler, tek başınayken düşüneceğinden, hissedeceğinden ve davranacağından daha farklı düşünür, hisseder ve davranır. Bireylerin kitle içerisinde değişmesinin üç temel sebebi vardır: anonimlik, bulaşma ve telkin. Kitle içindeki bireyler anonimliğin getirdiği tespit edilme, sorumlu olma ve cezalandırılma güçlüğü sayesinde akıldışı ve primitif bilinçdışılarını daha rahat bir biçimde ortaya çıkarırlar. Bulaşma kavramı ile ise kitle içerisinde her tür duygu ve davranışın kolayca yayılabileceği hipnotik bir durumun varlığına işaret edilmektedir. Son olarak telkine yatkınlık, bireylerin kitle içerisinde, birey bilincini yitirmelerinin bir sonucu olarak sosyal etkiye fazlaca açık olma durumunu ifade eder.


Eserlerinde, devrimlerden ve bilhassa Fransız Devrimi’nden hoşlanmadığını sıklıkla dile getiren Le Bon, kitlelerin birer insan yığını ve kalabalıktan ibaret olduğunu ileri sürmektedir. Le Bon’un kitlelere yönelik en temel çekincelerinden birisi de kitleleri değişken olarak tanımlıyor olmasıdır. Çünkü kitleler ilkel yaratıklardır; “kasırganın yerden kaldırdığı, her yöne savurduğu, sonra tekrar yere düşürdüğü yapraklara benzerler”. Le Bon’a göre bireyin zekâ seviyesiyle orantılı kararlar almasının önüne geçen “yığın psikolojisi” sendikaların, siyasi partilerin, hatta meclislerin çalışmalarına egemen olarak Batı uygarlığının çöküşünü hazırlamıştır. Le Bon’un bu grup davranışı tanımlaması, psikoloji alanyazınında büyük etki yaratmış, pek çok kuramcı bu görüşlerinden etkilenmiş ve onları yorumlayarak kendi kuramlarına eklemlemişlerdir. Sonuç olarak Le Bon’un görüşleri ve bu görüşleri benimseyen ardıl yaklaşımların bir sonucu olarak sosyal psikoloji alanyazınında, kitle davranışı uzun süre kötü ve istenmeyen bir sosyal davranış biçimi olarak görülmüştür. 


Le Bon’un kitle konusundaki fikirlerini, görüşlerine ilk eklemleyen kuramcılardan birisi Freud olmuştur. Grup Psikolojisi ve Ego’nun Analizi (1922) isimli kitabında, Le Bon’un kitledeki bireyin hipnotik durumuna ilişkin görüşlerine dikkat çeken Freud, “hipnoz sürecini gruba uyarladığınızda, hipnotizmacının yerine kim geçecek” sorusunu sorarak hipnotik grup lideri üzerine temellenen bir kitle kuramı öne sürmüştür.


Modern sosyal psikolojide, Le Bon’un görüşlerinin en güçlü biçimde hissedildiği yaklaşım ise Festinger, Pepiton ve Newcomb’un (1952) anonimlik kavramını yeniden yorumladığı bireylik yitimi (deindividuation) yaklaşımıdır. Bu yaklaşımı takip eden en bilinen tezlerden birisi Zimbardo’nun (1969), belirli bir grup içerisindeki anonimliğin anti-sosyal davranışları arttırdığı tezidir. 



Le Bon’un Kitle Yaklaşımına ve Allport’un Bireyselci Psikolojisine Eleştiriler


1970’lerin sonu ve 80’lerin başıyla birlikte, Le Bon (1895/1947) ve Allport’unki (1924) gibi kitle davranışına yönelik klasik yaklaşımlar ciddi eleştirilere maruz kalmaya başlamıştır (Graumann ve Moscovici, 1986; Nye, 1975; Reicher, 1984, 1987; Reicher ve Potter, 1985; Turner ve Killian, 1987). Bu iki temel ve klasik yaklaşıma yönelik eleştirel yaklaşımlar, kitle psikolojisinin doğduğu politik bağlamı irdeleyerek işe başlamaktadır. Kitle psikolojisi bir disiplin olarak özellikle 19. yüzyılın sonundaki işçi sınıfındaki huzursuzluğun yarattığı dalgaya karşı bir cevap oluşturmak amacıyla ortaya çıkmıştır (Reicher, 1984). Gerçekten de kriminologlar tarafından yazılan kitle ile ilgili en eski eserler kitle hareketlerine katılanların hangi temellerle bu eylemlere katıldığını ve nasıl cezalandırılmaları gerektiğini tartışmaktadır. “Eylemlere katılan herkes suçlu mudur yoksa birkaç ‘baş suçlunun’ kışkırtmasına gelen cahiller midir” gibi soruları irdeleyen Le Bon öncesi bu nadir eserler (Tarde, 1892), kitle psikolojisinin doğuş amacı ve sonrasında yazılacaklar ile ilgili önemli şeyler söylemektedir. Kitleyle ilgili yazılmış en etkili kitaplardan olan ve yukarıda bahsettiğimiz klasik yaklaşımlardan birisini doğuran Le Bon’un ünlü Kitle: Popüler Zihin Üzerine Bir Çalışma isimli kitabı, itibarını kuramsal bir yenilikten çok, kurumlara kalabalıkları ‘zapt etme’ ve o dönemde yükselen sosyalist muhalefete karşı etkili bir baskı kurabilme yönünde tavsiyeler verme konusundaki bilinçli ve başarılı niyetinden almaktadır (Reicher, 1984). Öyle ki Hitler’in Kavgam isimli kitabını yazarken sıklıkla başvurduğu bir kaynak olmuş (Gonen, 2000) ve çabaları için Mussolini ve Goebbels’ten özellikle övgü kazanmıştır (van Ginneken, 1992). 


Yalnızca kitle psikolojisinin doğuşundaki şartları düşünmek, son yıllara gelene kadar alanda hakimiyet kuran kitleyle ilgili anaakım yaklaşımlardaki yanlılığın sebebini anlayabilmeyi mümkün kılacaktır. Çünkü bu yaklaşımlar, kitle hareketlerinin geniş ölçekli sosyal eşitsizliklere ve aktif baskılara bir tepki olduğunu kabul etmeye hazır olmadıklarından, kuramcılar bu tür eylemlerin gerçekleştiği sosyal bağlamı görmezden gelmişlerdir. Reicher’a (1984) göre bunun kuramsal ve pratik anlamda bir dizi sonucu vardır. Tanımlayıcı düzeyde, Le Bon’un kitabında, sendikalist kitlelerin belirli özellikleri sınıf mücadelesi bağlamından soyutlanmış ve kitlenin genel özelliklerine dönüştürülmüştür; şiddet, irrasyonellik ve güvenilmez bir değişkenlik. Reicher’ın (1984; 1987) teorik düzlemdeki eleştirilerinin odağı, klasik yaklaşımların kitle hareketlerini bağlamından ayırması ve bunun sonucu olarak da bu sosyal sürecin çıktılarını kitlenin sabit ve değişmez özelliklerine bağlaması olmuştur. Daha spesifik olarak, Reicher’a göre teorik düzeyde kitle davranışının sosyal nedenselliğinin reddedildiği iki yol açılmıştır. İlki daha eskiye dayansa da kitle hareketleri bağlamında Le Bon tarafından sıklıkla örneklendirilen ‘grup zihni’ kuramıdır. Bu kuramsal yol, kitle içindeki bireylerin bilinçli kişiliklerini kaybettiklerini ve eylemin barbarlığına sebep olarak gösterilen ilkel bir ırksal bilinçdışına döndüğünü iddia etmektedir. Biraz daha modern olanı ise Allport’un aşırı bireyciliğidir. Her ne kadar aralarında farklılıklar olsa da Le Bon, McDougall, Freud ve onları izleyen araştırmacıların içerisinde olduğu kampa göre grup niteliksel olarak bireyden farklı bir olgu olarak ele alınmaktadır. Buna karşılık modern sosyal psikolojinin öncülerinden kabul edilen Allport (1924) davranışçı yaklaşıma uygun olarak ‘grup zihni’ kavramını ve hatta grubun gerçekliğini reddetmiştir. Allport’a göre tek psikolojik gerçeklik bireydir ve grup bu bireysel gerçekliklerin toplamından başka bir şey değildir. Yani bireyle grup arasında niteliksel değil niceliksel bir fark vardır. 


Esasen bakıldığında bu iki yaklaşım birbirlerine taban tabana zıt görünürken, önemli bir öncülde birleşmişlerdir. Her ikisi de planlı veya rasyonel davranışı yönetebilecek tek mekanizmanın egemen bir bireysel kimlik olduğunu öne sürmektedir. Bireylik yitimi teorileri (Festinger ve ark., 1952; Zimbardo, 1969) bu öncülü paylaşarak grup zihni kuramının daha modern temsillerinden öteye gitmemektedir. Buradaki fikir, yapılandırılmamış gruplardaki bireylerin benlik değerlendirmesinin durmasıdır. Bu, genellikle otomatik olmayan davranış kontrolünü zayıflatarak, kontrolsüz ve yıkıcı bir dizi davranışla sonuçlanmaktadır. Bu yaklaşımda iki temel sorun vardır. İlki bireylik yitimi kuramlarının grup içi anonimlik ile izole anonimlik ayrımını yapmada başarısız olmasıdır. Kitlelerin üyeleri sadece dışarıdan bakanlar açısından anonim olarak görünürler ve neredeyse her zaman diğer grup üyelerince bilinir ve kontrol edilir durumdadırlar (McPhail, 1971; Reicher, 1996). Ayrıca grupla özdeşleşen bireylerin her zaman bireylik bilincini yitirerek anti-sosyal davranmadığı, aksine grup normlarına uyduğu ve grup normu neyse onu yansıttığı pek çok çalışmada gözlemlenmiştir (Postmes ve Spears, 1988; Reicher, 1982, 1996; White, 1977). İkincisi ise, bireylik yitimi literatürü davranışın bağlamını Le Bon’un görüşlerinden doğan klasik kitle kuramlarının hepsinde olduğu gibi göz ardı etmektedir. Tarihsel çalışmalar, kitle olaylarının genel bir dizi davranışa indirgenemeyeceğini ve bağlamın her zaman belirleyici olduğunu göstermektedir. Bazı kitleler şiddet eğilimli ve yıkıcıyken, bazıları ciddi provokasyonlar karşısında dahi kayda değer şekilde itidal gösterebilmişlerdir (King, 1963; Moore, 1978). 



Beliren Norm Kuramı


Bugünlere yaklaştığımızda, kitleyi patolojik yaklaşımın dışında ele alan ilk kuramsal bakış açılarından biri Turner ve Killian (1972, 1987) tarafından ortaya konulan beliren norm kuramıdır (emergent norm theory). Sherif’in çalışmalarından oldukça etkilenen bu bakış açısının, alanda etkisi çok yüksek olmamışsa da kendi zamanına kadarki kitle psikolojisi kuramlarından niteliksel bir kopuşu temsil etmektedir. Kuram, kitlenin formel bir organizasyonunun olmayışı ve kitle davranışı için gereken normun önemli ölçüde duruma özgü oluşu üzerinde durmaktadır. Ayrıca kuramın temelinde, kitlenin homojenliğine yönelik algımızın bir illüzyon oluşu yatmaktadır. Söz konusu durumsal normlar, kitle içerisinde bazı bireylerin daha öne çıkması ve bu bireylerin davranışlarının daha görünür hale gelmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu kişilerin eylemleri hem içeriden hem dışarıdan norm gibi görünmeye başlar, normatif olmayan eylemlere yönelik bir baskı olur ve davranışlar öne çıkan bu bireylerin davranışları tarafından belirlenen normlar tarafından düzenlenir. Öne çıkan bireylerin sözleri ve eylemleri, daha sonra, durumu tanımlamak ve uygun eylemleri belirlemek için bir araç olarak ele alınan potansiyel normlar sunmaktadır. Daha fazla insan onları takip ettikçe, normlar daha yerleşik ve diğerleri için daha etkili hale gelir. Norm oluşum süreci kitle içerisindeki iletişimi içerir ve kişilerin duygu ve davranışları için sınırlar belirler. Haliyle kuram, kitlenin patolojikliği kadar bulaşma etkisine de itiraz etmekte ve yeni bir yaklaşım öne sürmektedir. Duygu, düşünce ve davranışlar kitle içerisinde sınırsız ve kuralsız bir şekilde bulaşmamaktadır; duruma özgü ortaya çıkan normların -ve dolaylı olarak beliren kimliğin- izin verdiği ölçüde ve şekilde paylaşılmaktadır. Yenilikçi birtakım bakış açıları sunmuş olsa da beliren norm kuramı (Turner ve Killian, 1972, 1987) gerek çağdaşı bazı eleştirel yaklaşımlar tarafından gerekse sonrasında “büyük resmi” görmedeki başarısızlığı sebebiyle eleştirilmiştir. Reicher’a (1984) göre Turner ve Killian, beliren normun doğuşunu öne çıkan birkaç kişinin eylemleri ile ilişkilendirmesi hasebiyle Allport’un aşırı bireyselciliğinin iyi niyetli ancak elitist bir yorumundan öteye geçememiş; kitle davranışını kitleyi oluşturan tüm bireylerin kişilikleri ile değil de baskın birkaç kişinin kişilik özellikleri ile açıklamışlardır. 



Sosyal Kimlik Kuramı


Tajfel ve Turner’ın (1978, 1979) Sosyal Kimlik Kuramı (SKK), uzun yıllardır grup ve gruplararası davranışı bireysel ve kişilerarası süreçlerle açıklamaya çalışan dönemin Kuzey Amerikalı anaakım sosyal psikolojisine tepki olarak ortaya çıkmış bir gruplararası ilişkiler kuramıdır. Sosyal kimlik, Tajfel (1978) tarafından “kişinin, grup üyeliğine duygusal bir önem ve değer atfının eşlik ettiği belirli bir sosyal gruba ait olmanın bilgisi” olarak tanımlanmıştır. Literatürde sıkça dile getirilen ünlü deyişle, genel olarak sosyal psikoloji, grubun içerisindeki bireye, SKK ise bireyin zihnindeki gruba odaklanmaktadır (Kayaloğlu, 2003). 


Sosyal kimlik yaklaşımının temelini grup üyeliklerinin benlik tanımlamasına çok önemli katkılar yaptığı varsayımı oluşturmaktadır. İnsanlar kendilerini yalnızca kendilerine özgü kişisel özellikler ve kişilerarası ilişkilerle (“ben”) değil, aynı zamanda kendilerini ait hissettikleri kolektif özelliklerle de (“biz”) tanımlarlar. Bu ayrımın ilk kısmı kişisel kimliği ve benliği temsil ederken, ikinci kısım sosyal kimliği ve kolektif benliği yansıtmaktadır (Brewer, 1991; Brewer ve Gardner, 1996; Hogg ve Williams, 2000: Sedikides ve Brewer, 2001). Reicher (2001) ise SKK tarafından yapılan bu ayrıma katılmakla birlikte bu ayrımın bir yanlış anlaşılma doğurduğunu iddia etmektedir. Reicher’a göre bireyin sahip olduğu tüm benlikler sosyaldir, grupla ilişkilidir. Bireysel benlik için de kişi kendini diğerlerinden farklı özellikleriyle tanımlayabileceği bir referans noktasına; bir insan grubuna ihtiyaç duyar.


Grupların hiyerarşik yapı içerisindeki konumları hem gruplararası ilişkileri hem de grup-birey etkileşimini belirlemektedir. SKK, toplumu oluşturan sosyal grupların, güç ve statü bakımından farklılaştıklarına vurgu yapmaktadır. Ancak, toplumun bu hiyerarşik yapısı durağan ve değişmez bir yapı değildir. Tarihi, siyasi ve ekonomik birçok farklı değişimle birlikte zaman içerisinde bazı gruplar düşük sosyal statülerden yüksek sosyal statülere geçebilirken, yüksek statüdeki gruplar da avantajlı konumlarını kaybedebilmektedir. SKK’na göre kolektif eylemler ve kitle hareketleri gibi toplumun tamamını ilgilendiren grup davranışlarının anlaşılması ancak gruplararası hiyerarşik yapıyı yönlendiren makro-sosyal süreçlerin anlaşılmasıyla mümkündür (Hogg ve Abrams, 1988; Tajfel, 1978; Tajfel ve Turner, 1979). 


SKK’na göre grup üyeleri olumlu bir benlik imajı oluşturabilmek adına kendi gruplarını diğer grupların üyelerinden daha üstün görme eğilimindedirler. Hiyerarşik olarak üst konumda olan gruplar, üyelerine olumlu benlik imajı için gerekli olan kaynağı sağlayabilirken, daha düşük statülü gruplar olumlu benlik imajı için gerekli kaynağı sağlamakta sıkıntılar yaşamaktadır. Bu durumda düşük statülü grubun üyeleri, çeşitli stratejiler kullanarak olumlu benlik imajı için kaynak sağlamaya çalışırlar (Hogg ve Abrams, 1988). Tajfel ve Turner (1979), bireylerin toplumun hiyerarşik yapısına dair öznel inanç sistemlerine sahip olduklarını belirtmektedir. Bu görüşe göre bireyler, mevcut toplumsal hiyerarşik yapıyı geçirgenlik (permeability), meşruluk (legitimacy) ve değişmezlik (stability) özelliklerine göre değerlendirmektedirler. Gruplar arasında geçişin mümkün olduğu hiyerarşik toplumsal yapılar geçirgen olarak tanımlanmaktadır. Var olan hiyerarşik toplumsal yapının adil bir biçimde oluşturulduğuna yönelik inanç, toplumsal yapının meşru olarak algılanmasına; hiyerarşik yapının meşru olmadığına yönelik inanç ise toplumsal yapının haksız algılanmasına sebep olmaktadır. Hiyerarşik toplumsal yapının varlığını grupların konumu arasında herhangi bir değişme olmaksızın koruyacağına dair inanç ise toplumsal yapının değişmez olarak algılanmasına sebep olacaktır. Bu inançlara göre şekillenen toplumsal yapıya ilişkin öznel inanç sistemleri, bireyin toplumsal düzenin devamlılığını sağlamaya ya da değişmesine yönelik faaliyetlerde bulunmasına neden olmaktadır. SKK’na göre temel olarak iki farklı öznel inanç sistemi bulunmaktadır. Bunlar sosyal hareketlilik ve sosyal değişim inanç sistemleridir.


Bireylerin, gruplararası sınırları geçirgen, toplumsal sistemi değişmez ve meşru algıladıkları öznel inanç sistemi sosyal hareketlilik sistemidir. Bu inanç sisteminde birey, dezavantajlı statüdeki grubundan olumlu benlik imajı elde edemediği durumda, bireysel olarak konumunu değiştirmeyi hedeflemektedir. Bireye göre var olan hiyerarşik toplumsal sistem değişmez ve meşrudur ancak aynı zamanda bireyin kendi grubundan ayrılarak daha avantajlı bir konumdaki gruba geçmesine de olanak sağlamaktadır. Bu gibi durumlarda birey, kendi grubunu terk ederek avantajlı konumdaki grubun üyesi olmaya çalışarak olumlu benlik imajı edinmeyi hedeflemektedir (Tajfel, 1979; Hogg ve Abrams, 1988). 


Toplumsal hiyerarşik yapı dezavantajlı konumdaki grubun üyelerinin avantajlı konumdaki gruba geçişine izin vermediği durumlarda sosyal değişim inancı oluşmaktadır. Bu inanç sisteminde bireyin, bireysel olarak daha avantajlı bir grubun üyesi olması mümkün olmadığı için olumlu bir benlik imajına ulaşabilmek için grubun konumunu bir bütün olarak yukarıya taşıması gerekmektedir. Bu durumda da toplumsal hiyerarşik yapının değişmezliğini ve meşruiyetini değerlendirmesi sonucunda iki farklı olası strateji ortaya çıkmaktadır. Birey var olan durumu değişmez ve meşru olarak algılıyorsa, duruma bilişsel bir alternatif üretememekte ve sosyal yaratıcılık stratejisine başvurmaktadır. Sosyal değişim inancı kapsamında gerçekleştirilebilecek ikinci strateji sosyal rekabettir. Bireyler var olan hiyerarşik toplumsal sistemin haksız ve değişebilir olduğuna inanıyorlarsa, var olan sisteme alternatif bir sistemin varlığını bilişsel olarak üretebilmektedirler. Bu bilişsel alternatifin üretilebilmesi sonucunda ise bireyler var olan toplumsal hiyerarşik sistemi değiştirerek kendi dezavantajlı konumlarına bir son vermek adına başta kitle hareketleri olmak üzere kolektif stratejiler kullanırlar.



Kitleye İlişkin Geliştirilmiş Sosyal Kimlik Modeli 


Geleneksel görüşler karşısında güçlü konumuna rağmen SKK’nın da her kuram gibi eleştiriye açık ve zayıf yönleri vardır. Bu zayıflıkların üstesinden gelebilmek için Reicher ve arkadaşları (Drury ve Reicher, 1999, 2000, 2005; Reicher, 1996; Stott ve Reicher, 1998) Geliştirilmiş Sosyal Kimlik Modelini (Elaborated Social Identity Model - ESIM) öne sürmüşlerdir. SKK’da verili sosyal gerçekliğin ürünü olarak konumlandırılan benlik kategorileri, ESIM’de yeni sosyal gerçeklikleri üreten yapı ve süreçler olarak tanımlanmıştır. Yani, benlik kategorileri ve kimliğin, sosyal gerçekliğin dışında ve üzerinde yapılar olarak görülmesinden doğacak tehlikeleri bertaraf etmek ve kitle hareketleri ile kimliğin ve ilişkili sosyal gerçekliğin tekrar tekrar inşa edildiğini göstermek amaçlanmıştır (Drury ve Reicher, 2000). 


Reicher (1984, 1987), 1980’de meydana gelen St. Paul direnişine ilişkin yaptığı araştırma ve analizlerde, sosyal kimlik ile uyumlu eylemlerin kitle üyeleri tarafından onaylanıp genele yayıldığı, uyumsuz olanların ise reddedilip aktif olarak durdurulduğunu göstermişti. Ancak Reicher (1996), ESIM’in temellerini öne sürdüğü “Westminster Savaşı” olarak anılan isyanlara ilişkin analizlerinde, St. Paul direnişine yönelik çalışmalarını ve SKK’yı eleştirir. Bu eleştirilerin temelini statik bir sosyal kimlik fikri oluşturmaktadır. Reicher’a (1996) göre, statik bir sosyal kimlik fikri, gruplararası ilişkilerin yalnızca bir aşamasına bakmaktan kaynaklanmaktadır. Bu eksik bakış, kategori değişimini yani üst sosyal kimliğin kitle hareketleri esnasında durumsal kimliğe dönüşümünü anlamanın önündeki temel engellerdendir. Bu engeli aşmanın yolu da gruplararası ilişkilerin gelişimi bağlamında grup içi süreçlere bakmaktan geçmektedir. Tıpkı Reicher’ın St. Paul İsyanı analizinde yaptığını kabul ettiği gibi, kitle davranışı ve kolektif eylemlere ilişkin yapılan araştırmalardaki en temel hatalardan birisi kitle veya eylem sürecindeki çatışmaya odaklanırken, o çatışmanın nasıl tırmandığı ve yayıldığının unutulmasıdır. Yaşananlar kitlenin yaşadıkları olarak ele alınırken, kitle psikolojisinde yaşananların çoğunlukla kitleler arası doğal bir ilişkinin sonucu değil, iki spesifik grup arasındaki tarihsel ve ideolojik çatışmanın bir sonucu olduğu unutulmaktadır. 


Bazı ampirik çalışmalar, sosyal kimliği kolektif eyleme sebep olan önceden tanımlanmış ve verili yapılar olarak ele almaktadır. Ancak SKK, kolektif eylemlerin ve kitlenin sosyal ve psikolojik değişim gücü dışlandığında, eleştirdiği pek çok kuram gibi sosyal belirlenimci bir hâle gelir. ESIM bu tehlikenin üstesinden gelebilmek adına grup içindeki kimliğin gruplararası dinamiklerin bir fonksiyonu olarak nasıl gelişip değişebileceğini inceleyerek işe başlamaktadır. Reicher ve arkadaşları (Drury ve Reicher, 1999, 2000; Reicher, 1996, 1997; Stott ve Reicher, 1998), eski zayıflıkların ve söz konusu risklerin üstesinden gelmek ve daha güçlü ve kapsayıcı bir kitle modeli oluşturmak adına, SKK’nın bazı temel kavramsal parçalarının gözden geçirilmesi ve derinlemesine incelenmesi gerektiğini savunmaktadır. Bunlar sırası ile sosyal kimliğin (yeniden) tanımlanmasını, bağlamın (yeniden) tanımlanmasını ve kimlik, niyet ve sonuç arasındaki ilişkinin gözden geçirilmesini kapsamaktadır. 


Sosyal kimliği, bu yeni, sosyal belirlenimcilikten uzak, süreç temelli anlayışa uygun hâle getirebilmek adına, öncelikle sosyal kimliklere bir tür atıflar listesi veya özellikler kataloğu gibi yaklaşan anlayışın bertaraf edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle sosyal kimlik, bir kişinin sosyal ilişkiler ağı içerisindeki konumunun uygun ve meşru gördüğü eylemler seti içerisindeki pozisyonu olarak ele alınması gereken bir modeldir (Drury ve Reicher, 2000). Buradan hareketle sosyal kimlik, özellikler ve atıflardan çok eylemlere bağlı olarak anlaşılmalıdır. Bu yüzdendir ki değişime tâbi olan eylemler gibi, sosyal ilişkiler ve kimlikler de değişime tâbidir.


Bağlam kavramının (yeniden) tanımlanmasına geldiğimizde ise bağlam; kimliğin ve eylemin dışsal belirleyicisi olarak görülmemelidir. Daha ziyade ESIM herhangi bir grubun eylediği bağlamın, tamamen değilse de kısmen diğer gruplar tarafından oluşturulduğunu işaret etmektedir. Kitle hareketleri içerisinde bu durum sıklıkla gözlenebilmektedir. Bir grubun eylemleri ve anlayışı, grubun karşı karşıya olduğu diğer grubun eylemleri ve anlayışını çerçeveleyen sosyal gerçekliği oluşturur ve bu da ilk grup için bağlam demektir (Drury ve Reicher, 2000; Reicher, 1996). Sonuç olarak kategorizasyon ve bağlam arasındaki ilişki iki farklı ve ayrık fenomen arasındaki ilişki değildir. Daha ziyade kolektif nesnelerin tarihsel olarak gelişen etkileşimleridir ve bu şekilde analiz edildiği takdirde belirlenimcilik tehdidi aşılabilir.


Üçüncü ve son olarak kimlik, niyet ve sonuç arasındaki ilişki ele alındığında aslında sosyal kimlik geleneğinde bu konuda çok az şey söylenir ve kimlik süreçlerinin otomatik olarak örneklenen niyetleri yarattığı ima edilir (Drury ve Reicher, 2000). Kitle olaylarını gruplararası etkileşimler açısından analiz ederek, ESIM bu zinciri bozmaktadır. Bir grubun niyetleri ne olursa olsun, eylemleri diğer grup tarafından yeniden yorumlanabilir ve bu da beklenmedik şekillerde tepkiler göstererek orijinal grubun daha sonra eyleyeceği yeni bağlamları yaratır. Eylemler niyetli olabilir, ancak ayrışmış bir sosyal dünyada niyetler her zaman gerçekleşmez ve eylemlerin çoğu zaman niyetlenmeyen sonuçları vardır. 


Sonuç olarak bu üç kavramsal gözden geçirme çerçevesinde ESIM sıklıkla kolektif eylemlerin sosyal ve psikolojik değişim gücüne odaklanmış, sosyal kimliklerin kitle olayları sırasında nasıl değiştiği konusunda da güzel örnekler sunmuş bir gelenektir. Sosyal kimliği bir atıflar ve kategoriler listesi olarak tanımlamak yerine, sosyal ilişkiler ağı içerisindeki eylemler seti ile kendini gösteren bir “sosyal yer” olarak tanımlamak sosyal kimliğin değişimi ve psikolojik değişimi açıklamakta önümüzü açmaktadır. Bulundukları sosyal bölgenin getirdiği anlayış temelinde hareket eden kitle üyeleri kendilerini farklı bir sosyal bölgede bulabilirler ve bu doğrultuda hareket ederek kimliklerini dönüştürebilirler. Değişim temelde iç grup ile dış grup arasındaki bakış açısı asimetrisinden kaynaklanmaktadır (Drury ve Reicher, 1999, 2000; Drury, Reicher ve Stott, 2003; Reicher, 1996). 


Drury ve Reicher (2000, 2005) Britanya’da gerçekleşen ve “Yol İsyanları” ismi verilen çoklu kitlesel çevre protestolarına ilişkin çalışmalarında bu asimetriyi örneklendirmişlerdir. İsyanlara katılan öğrenciler, ilk başta kendilerini polis ile nötr ilişkiler içerisinde olan vatandaşlar olarak konumlandırırken, polisin onları güvenilmez bir grup protestocu olarak konumlandırması antagonisttik bir ilişki meydana getirmiştir. Asimetri olmazsa değişim de gerçekleşemez. Drury ve Reicher, kimlik değişiminin gruplararası dinamiklerine yönelik yaklaşımlarını şu şekilde özetlemektedir:


  1. Kitle üyeleri sosyal kimliğe göre hareket ederler, yani sosyal konumlarına yönelik anlayışları, sosyal konumlarının uygun gördüğü eylemlerle uyumlu sosyal ilişkiler ağı içerisinde temellenir. 

  2. Kitle olayları gruplararası karşılaşmalardır. Dış grup üyeleri, kitle üyelerinin kimlik ve eylemlerini, kitle üyelerinin kendi algıladıkları biçimden farklı şekillerde algılarlar. 

  3. Kitle üyelerinin kendilerini gördükleri sosyal konum ile dış grup üyelerinin kitle üyelerini gördükleri sosyal konum arasında asimetri olmasından; dış grubun (polisin) kitle üyeleri direniş gösterse dahi kendi anlayışlarını ortaya koyma gücü olması ve kitle meşru görmediği halde bu gücü uygulamayı meşru görmelerinden dolayı kitle üyelerinin sosyal konumu olaylar sürecinde değişecektir. Bu süreç çoğunlukla nötr kitle üyelerinin radikalleşmesi süreci şeklinde gerçekleşir. 

  4. Dolayısıyla, müteakip etkileşimlere giren kolektiflerin niteliği ilkinden farklı olacaktır ve bu aşamaların analizinde bu iki grubun farklı olduğu dikkate alınmalıdır. 


Drury ve arkadaşları (Drury ve Reicher, 1999, 2000, 2005; Drury, Reicher ve Stott, 2003), ESIM’in temel sayıltılarını eylemci ve polis karşılaşmalarına uyarlayarak özellikle bu spesifik gruplararası karşılaşmanın dinamikleri üzerine çalışmalar yaptılar. Drury ve Reicher’a (2000) göre, bazı polislerin eylemleri bir bütün olarak polis temsilini, bu da tüm sosyal güçlerin kitle üyelerindeki temsilini değiştirmektedir; ki bu da kimlik değişimi sürecinin altında yatan temellerdendir. Polis çoğu zaman bir bütün olarak sistemin bir temsilcisi olarak görülebilmektedir ve polisin eylemlerinin gayri-meşru görülmesi sistemi de gayri-meşru görmeye itecektir. Polisin varlığı ve gayri-meşru görülen eylemleri, çoğu zaman, kitle içerisindeki ortalama bireyleri politik olarak daha radikal bireyleri dinlemeye iten bir etmendir; ki bu süreç sonunda kitle genel olarak radikalleşme eğiliminde olacaktır. Bu anlamda, Drury ve arkadaşlarının (Drury ve Reicher, 1999, 2000, 2005; Drury, Reicher ve Stott, 2003; Stott ve Drury, 1999) kitle eylemleri sırasında kimlik değişimine ve psikolojik değişime yönelik bulguları, azınlık etkisi ve grup polarizasyonu literatürü ile de yakından ilişkilidir. Polis kitlenin tamamına radikallere davrandığı gibi davrandığında, bu radikal eylemlerin meşru ve olağan görülebileceği yeni bir bağlam ve sosyal ilişki ağı yaratmaktadır. Polis çoğunluğun değil azınlığın beklentilerini ihlal etmiş olsaydı, böyle bir radikalleşme çok mümkün olmazdı. Böyle bir radikalleşme, eylemcinin kendisini daha farklı bir muhalif grupla özdeşleştirmesi anlamına gelebilmektedir. Kişinin sosyal ilişkiler ağını anlamlandırma biçimi ve kendini o ağ içerisinde konumlandırdığı yer değişir ve o eylemlerin muhalefet ettiği şeyin dışında daha geniş bir anlamda muhalif gruplara yakınlık hissedebilir. Böylece grup sınırlarını genişleterek çok daha kapsayıcı bir üst kimlik edinebilir. Grup sınırlarındaki bu değişiklik “güçlenme” (empowerment) kavramı ile ilişkilendirilmiştir, çünkü kişi artık çok daha fazla ve farklı gruplarla ortak bir kader hissi yaşayabilmektedir. Bu artan radikalleşme ve/veya grup sınırlarını büyütme süreci ve dayanışma ile protestocuların polise ve diğer yetkililere baş kaldırma gücünün arttığı da bulgulanmıştır (Drury ve Reicher, 1999; Stott ve Drury, 1999).    


Bu eleştiriler ve anti-tezler ışığında düşünüldüğünde, kolektif kimliklerdeki dönüşümler daha pek çok boyutta analiz edilebilir. Ancak özellikle grup sınırları boyutunda yapılacak analizler, özellikle de güçlenme kavramı ile ilişkilendirildiğinde, kitle hareketleri literatürü için oldukça önemlidir. Kolektif benliğin tanımındaki daha büyük bir kapsayıcılık, dünyayı dönüştürme gücünü arttırır. Bu nedenle, örneğin, devrimci stratejilere ilişkin temel bir tartışma konusu işçi sınıfının içerdiği sınırların genişlemesidir (Cleaver, 1979). Bu bizi süreç ile ilgili şu soruya götürmektedir: Kolektif eylemlere katılmak, kolektif kimliğin sınırlarını nasıl değiştirebilir? Bazı yaklaşımlar içgrup ile polis gibi dışsal kuvvetlerin arasındaki ilişkinin önemini vurgulamaktadır (della Porta, 1998, 1999; Drury ve Reicher, 2000, 2005; Drury, Reicher ve Stott, 2003). Bu doğrultuda ESIM’e göre kimlik, kişinin sosyal ilişkiler ağı içerisindeki konumuna yönelik anlayışı olarak tanımlandığından, bu tarz dışsal güçlerle girilen etkileşim kişinin o sosyal ilişkiler ağındaki konumunu değiştirecektir, hâliyle de kimlik değişimi mümkün olacaktır. Spesifik olarak ESIM, kolektif eylem olaylarında değişimin gerçekleşmesi için gerekli olan iki kitle-polis etkileşimi özelliği öne sürmüştür. 


Birincisi, katılımcılar ve polis gibi dışgrup üyelerinin kategorik temsilleri arasında bir asimetrinin olması gerekmektedir. İkincisi ise, güç ilişkileri arasında bir asimetrinin gerekliliğidir. Buradaki kilit nokta, polisin, yalnızca katılımcıların kendilerini algıladıkları şekilden farklı olarak kitlenin sosyal konumunu algılaması değil, aynı zamanda uygulamada katılımcıları yeniden konumlandırabilmeleridir. Sonuç olarak, güç ilişkileri ve kategorilerdeki asimetrinin iki önemli sonucu vardır. Bunlardan ilki polisin bakış açısının kendini doğrulayan kehanete dönüşmesidir. Grup, polise karşıt ve/veya radikal algılanıp o şekilde müdahale görürse, sonunda kendilerini polise karşıt ve radikal algılayıp o yönde eylemlerde bulunmaya başlayacaktır. İkincisi ise, özellikle polis kitle üyelerini radikal algılayıp müdahale ettiğinde, başlarda polisle karşı karşıya gelmeyi savunan radikal grupların söyledikleri artık radikal algılanmayacak ve o kişiler kitle içerisinde diğerleri olarak görülmeyecektir. Böylece buu süreç, daha kapsayıcı ve daha politik bir benlik kategorizasyonu ile sonuçlanacaktır. 



Sonuç Yerine 


Gustave Le Bon’un pek çok sosyal bilimciye göre kitle kuramlarının başlangıcı sayılan Kitle: Popüler Zihin Üzerine Bir Çalışma isimli eserinin üzerinden 125 yıl geçti. Elbette bu 125 yılın önemli bir kısmı, kitle psikolojisi açısından boşluklarla geçti. Bu bir asırdan uzun sürede yalnızca neler yapıldığına değil, boşlukların kitle psikolojisine dair yaklaşımlar hakkında neler söylediğine de odaklanmaya çalıştım. Elbette bunu yaparken en önemli zorluklardan birisi, ele almayı planladığım yaklaşımların, politik psikolojinin iki önemli araştırma hattı olan kitle psikolojisi ve kolektif eylem literatürleri arasındaki muğlak sınırın ne tarafına düştüğünü kestirmekti. Bu anlamda neden bazı yaklaşımlara yer verirken bazılarına yer vermediğimi, kitle psikolojisi ve kolektif eylem literatürleri arasındaki kuramsal ve metodolojik farklar üzerinden açıklamanın önemli olduğuna inanıyorum. 


Bu kadar tartışma yaratan kolektif eylemlerin ve kitle davranışının literatürde nasıl tanımlandığına baktığımızda çok farklı tanımlamalara rastlamak mümkündür. Bu tanımlamalar arasında bir konsensüs olmamakla birlikte literatürdeki tartışmalar kolektif eylemlerin tanımlanmasından çok sebeplerinin ve daha dar bir küme de olsa sonuçlarının neler olduğu üzerine yoğunlaşmaktadır. Kolektif eylemler, insanların kendi gruplarının konumunu yükseltmek ve/veya ortak bir hedefe ulaşmak için grup olarak birlikte hareket etmeleri sonucu oluşan kitlesel eylemler olarak tanımlanmaktadır (Dowding, 2011). Kolektif eylemler, sokak gösterilerinden grevlere, imza kampanyalarından boykotlara kadar çeşitlilik gösteren çok sayıda eylemi kapsamaktadır. Kitle psikolojisini ise özelleşmiş bir kolektif eylem biçimi olarak ele almak mümkündür. Kolektif eylemlerin daha geniş bir odağı varken kitle davranışı denildiğinde akla temel olarak protestolar ve isyanlar gelmektedir. Ayrıca önemli bir fark da kolektif eylem ile kitle davranışı literatürlerinin zamansal ve mekânsal odağıdır. Kitle davranışı literatürü, sıklıkla sokağı ve protestoların “o” anını yani şimdiyi ve dünü çalışmaktadır. Kolektif eylemler literatürü ise genellikle kişileri sokağa getiren etmenleri, propagandayı, daha tarihsel gruplararası ilişkileri yani sokağın öncesini çalışmaktadır. Bu farklılıklar neticesinde kitle araştırmaları ile kolektif eylem araştırmaları büyük ölçüde ayrı literatürler olarak kalmaya devam etmektedir. Bu iki ayrık ama benzer literatür arasında köprüler kurmanın iki literatürde de önemli boşlukları doldurabileceğini görmek için iki literatürün kuramsal ortaklıklarına bakmanın yeteceği kanısındayım. Nihayetinde kolektif eylemler literatürüyle dirsek temasını korusa da bu yazıda kitle hareketlerine yönelik tarihsel bir izlek sunmayı amaç edindim. Bu doğrultuda Le Bon’dan başlayarak, kitleye patolojik atıflar yapan yaklaşımları takiben sosyal kimlik yaklaşımını temel alan eleştirel görüşleri aktardım. Tüm bu tarihsel seyir kitle psikolojisi araştırmalarına yönelik görmezden gelişin noktalandığını gösterse de halen literatür tümüyle tartışmalı kalmayı sürdürmektedir. 





KAYNAKÇA

Allport, F. H. (1924). Social psychology. Boston: Houghton Mifflin Company.

Brewer, M. B. (1991). The social self: On being the same and different at the same time. Personality and Social Psychology Bulletin, 17(5): 475-482. https://doi.org/10.1177/0146167291175001

Brewer, M. B. ve Gardner, W. (1996). Who is this “we”?: Levels of collective identity and self representations. Journal of Personality and Social Psychology. 71(1): 83-93. https://doi.org/10.1037/0022-3514.71.1.83

Cleaver, H. (1979). Reading ‘Capital’ politically. Brighton: Harvester Press.

della Porta, D. (1998). Police knowledge and protest policing: Some reflections on the Italian case. D. della Porta ve H. Reiter (Ed.), Policing protest: The control of mass demonstrations in western democracies (ss. 228-252). Minneapolis: University of Minnesota Press.

della Porta, D. (1999). Protest, protesters and protest policing: Public discourses in Italy and Germany from the 1960s to the 1980s. M. Giugni, D. McAdam ve C. Tilly (Ed.), How social movements matter (ss. 67-96). Minneapolis: University of Minnesota Press.

Dowding, K. (2011). Encyclopedia of power. Thousand Oaks, California: SAGE Publications.

Drury, J. ve Reicher, S. (1999). The intergroup dynamics of collective empowerment: Substantiating the social identity model of crowd behavior. Group Processes & Intergroup Relations, 2(4), 381-402.  DOI: 10.1177/1368430299024005.

Drury, J. ve Reicher, S. (2000). Collective action and psychological change: The emergence of new social identities. British Journal of Social Psychology, 39, 579–604. doi:10.1348/014466600164642 

Drury, J. ve Reicher, S. (2005). Explaining enduring empowerment: A comparative study of collective action and psychological outcomes. European Journal of Social Psychology. 35(1): 35-58. DOI: 10.1002/ejsp.231

Drury, J., Reicher, S. ve Stott, C. (2003). Transforming the boundaries of collective identity: from the ‘local’ anti-road campaign to ‘global’ resistance? Social Movement Studies, 2(2): 191-212. https://doi.org/10.1080/1474283032000139779

Festinger, L., Pepitone, A. ve Newcomb, T. (1952). Some consequences of de-individuation in a group. Journal of Abnormal and Social Psychology. 47(2): 382-389 https://doi.org/10.1037/h0057906

Freud, S. (1922). Group psychology and the analysis of the ego. New York: Boni and Liveright

Gonen, J. Y. (2000). The roots of the Nazi psychology: Hitler’s utopian barbarism. Kentucky: University Press of Kentucky 

Graumann, C. F. ve Moscovici, S. (1986). Changing conceptions of crowd mind and behaviour. New York: Springer Verlag.

Hogg, M. A. ve Abrams, D. (1988). Social identifications: A social psychology of intergroup relations and group processes. Florence, KY, US: Taylor & Frances/Routledge.

Hogg, M. A. ve Williams, K. D. (2000). From I to we: Social identity and the collective self. Group Dynamics:Theory, Research and Practice, 4(1): 81-97. https://doi.org/10.1037/1089-2699.4.1.81

King, M. L. (1963). Why we can’t wait. New York: Mentor.

Le Bon, G. (1895/1947). The crowd: A study of the popular mind. London, UK: Ernest Benn.

McDougall, W. (1908). An introduction to social psychology. New York, NY, US: Methuen.

McPhail, C. (1971). The assembling process: a theoretical and empirical examination. American Sociological Review, 38: 721-735.

Moore, B. (1978). The social buses crf obedience and revolt. London: Macmillan.

Nye, R. A. (1975). The origins of crowd psychology. London: Sage.

Postmes, T. ve Spears, R. (1998) Deindividuation and anti-normative behavior: A meta-analysis. Psychological Bulletin, 123, 238-259. https://doi.org/10.1037/0033-2909.123.3.238

Reicher, S. (1982) The determination of collective behaviour. H. Tajfel (Ed.) Social identity and intergroup relations (ss. 41-84). Cambridge: Cambridge University Press,

Reicher, S. (1997) Social identity and social change: rethinking the context of social psychology. W.P. Robinson (Ed.) Social groups and identities: Developing the legacy of Henri Tajfel (ss. 317-336). London: Butterworth. 

Reicher, S. (2001). The psychology of crowd dynamics. M. A. Hogg ve R. S. Tindale (Ed.), Blackwell handbook of social psychology: Group processes (ss. 182-208). Malden, Massachusetts: Blackwell Publishers.

Reicher, S. D. (1984). The St. Pauls’ riot: An explanation of the limits of crowd action in terms of a social identity model. European Journal of Social Psychology, 14(1): 1-21. https://doi.org/10.1002/ejsp.2420140102

Reicher, S. D. (1996). ‘The Battle of Westminster’: developing the social identity model of crowd behaviour in order to explain the initiation and development of collective conflict. Europaen Journal of Social Psychology, 26(1), 115-134. https://doi.org/10.1002/(SICI)1099-0992(199601)26:1%3C115::AID-EJSP740%3E3.0.CO;2-Z 

Reicher, S. D. ve Potter, J. (1985). Psychological theory as intergroup perspective: A comparative analysis of “scientific” and “lay” accounts of crowd events. Human Relations, 38(2): 167-189. https://doi.org/10.1177%2F001872678503800206

Reicher, S.D. (1987). Crowd behaviour as social action. J. C. Turner, M. A. Hogg, P. J. Oakes, S. D. Reicher ve M. S. Wetherell (Ed.), Rediscovering the social group: A self-categorization theory (ss. 171-202). Oxford: Blackwell. 

Sedikides, C. ve Brewer, M. B. (2001). Individual self, relational self, and collective self. New York, NY, US: Psychology Press

Stott, C. J. ve Reicher, S. (1998) Crowd action as intergroup process: Introducing the police perspective. European Journal of Social Psychology, 26(4), 509-29. https://doi.org/10.1002/(SICI)1099-0992(199807/08)28:4%3C509::AID-EJSP877%3E3.0.CO;2-C

Stott, C. ve Drury, J. (1999). The intergroup dynamics of empowerment: A social identity model. P. Bagguley ve J. Hearn (Ed.), Transforming politics: Power and resistance. (ss. 32–45). London: Macmillan. 

Tajfel, H. (1978). Differentiation between social groups: Studies in the social psychology of intergroup relations. Salt Lake City: Academic Press.

Tajfel, H. ve Turner, J. C. (1979). An integrative theory of intergroup conflict. W. G. Austin ve S. Worchel (Ed.), The social psychology of intergroup relations (ss. 33-47). Monterey, CA: Brooks, Cole Pub.

Tarde, G. (1892). The crimes of crowds. Chicago: University of Chicago Press

Turner, R. H., ve Killian, L. M. (1972). Collective behavior (2nd eds). Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, Inc.

Turner, R. H., ve Killian, L. M. (1987). Collective behavior (3rd eds.). Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, Inc.

van Ginneken, J. (1992). Cambridge studies in the history of psychology. Crowds, psychology, and politics, 1871–1899. New York, NY, US: Cambridge University Press.

White, M. J. (1977). ‘Counternormative behaviour as influenced by de-individuating conditions and reference group thesis’, Journal of Social Psychology, 13: 75-90. https://doi.org/10.1080/00224545.1977.9713298


Zimbardo, P. G. (1969). ‘The human choice: individuation reason and order versus deindividuation impulse and chaos’. J. Arnold ve D. Levine. (Ed.) Nebraska Symposium on Motivation: Vol. 17 (ss. 237-307). Lincoln: University of Nebraska Press.