Yılmaz Can Derdiyok
Büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir derler. İnsan doğasının bencil olduğu iddiası da gerçekten hafife alınamayacak derecede büyük bir iddia. Çeşitli zamanlarda bu iddiayı dillendiren hatta dillendirmekle kalmayıp ciddi anlamda savunan insanlara denk gelmişizdir. Kimileri bu iddiayı daha da ileri götürüyor ve insanlığın yaşadığı bütün sıkıntıların genelde bu bencillikten kaynaklandığını ileri sürüyor: Sözgelimi; savaşlar, yıkımlar, felaketler, taciz ve tecavüzler, eşitsizlikler sözde insan bencilliğinin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor.
Yirmi birinci yüzyılı yaşıyoruz. Yakın tarihimize baktığımızda savaşları, yıkımları, çevre felaketlerini hatırlıyor olmak çok da zor olmasa gerek. Özellikle gençler arasında insanın bencilliği meselesinin oldukça kabul görüyor olduğunu gözlemlemekteyim. Bu, yalnızca bir gözlem elbette fakat araştırmaya da değer bir konu. Çünkü eğer iddia doğruysa işler kötüye gidiyor ve gidecek demektir. Şunu söylemek istiyorum, şayet insan doğası bir bütün olarak bencil ise ve iddia edildiği üzere yaşanılan bütün kötü olay ve durumlar insanın bencilliği ile ilişkili ise geleceğe dair de umutlu resimler çizmenin pek bir anlamı olmasa gerek.
Peki, nerden çıktı bu iddia ve insanların bir kısmı neden bu iddiayı öyle ya da böyle kabulleniyor? Uzatmadan ve doğrudan söyleyelim, insan doğasının bütünüyle bencil olduğu ve dolayısıyla rekabete meyilli olduğu iddiası egemen bir sınıfın, burjuvazinin, icat ettiği bir iddiadır.
Kapitalizmin gelişimi belirli bir evreye geldikten sonra (on dokuzuncu yüzyıl civarları) dolayısıyla burjuvazinin tahakkümü şu ya da bu oranda belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra dünya üzerinde kapitalizme ve egemen sınıf olan burjuvaziye karşı ciddi tepkiler ve isyan dalgaları görünmeye başladı. Burjuvazi patlak veren ve düzene karşı gelen bu isyan dalgalarını siyasal, toplumsal ve psikolojik anlamda atlatmak üzere yani iktidarını sürdürmek üzere çeşitli adımlar attı. İşte bu adımlardan biri de bir yandan kendi eliyle ilerlettiği bilimsel ve teknik devrim sürecini baltalamaktı. Daha net ifade edelim, tarihin bir döneminde kısmen de olsa ilerici bir rol üstlenen burjuvazi, iktidarını bir oranda sağlamlaştırmayı başardıktan sonra bilimsel üretimi de kendi tahakkümü altına almak istedi ve bunu büyük bir oranda başardı (bu tahakküme direnen ve gerçeğin peşinde koşan bilim insanları, sanatçılar, akademisyenler, aydınlar, vs. unutulmamalıdır).
İnsan doğasının bencil olduğu iddiasının ortaya çıkışı da tam olarak anlatmaya çalıştığımız burjuvazinin gericileşme süreci ile ele alınabilecek bir iddia. Çünkü piyasa ekonomisine dayanan ve rekabet temelinde ilerleyen kapitalist üretim biçimi ile insanın bencil ve dolayısıyla rekabetçi olduğu iddiası arasında sıkı bir ilişki var. Eğer insan bencil ve dolayısıyla rekabetçi ise kapitalizm tam olarak insana yakışan bir sistemdir! Dolayısıyla temel sorun kapitalizmin sürdürülebilirliğidir.
İnsan doğasının bencil olduğu iddiasını temellendirmek üzere çeşitli tezler ortaya atılıyor. Bu yazının amacı ortaya atılan bu tezleri birer birer inceleyip eleştirmek değildir. Yazının amacı, tarihsel materyalist bir perspektifle insan doğasının tümüyle bencil olduğu iddiasının bilimsel bir kılığa bürünmüş koca bir yalan olduğunu ortaya çıkarmaktır.
İddianın insan doğası üzerine kurulu olması iddiayı çok boyutlu bir perspektifle ele almayı gerektiriyor. Örneğin, psikoloji alanında Freud ve ardıllarının şu ya da bu şekilde insan doğasının kötü ve bencil olduğuna yönelik önermeleri gün gibi ortada (McLeod, 2017). Hatta resmi psikoloji tarih yazımı bile psikolojide hümanistik yaklaşımın, özellikle İkinci Paylaşım Savaşı sonrası, bu görüşe tepki olarak ortaya çıktığını dahi yazabiliyor. Psikolojik, sosyolojik, antropolojik ve evrimsel boyutta ele alınabilecek olan bu iddia çeşitli şekillerde çürütülebilir.
Değişmeyen Hiçbir Şey Yoktur
İddianın sorunlu taraflarından birisi insan doğasını tek ve değişmez bir biçimde ele almasıdır. Yani iddiaya göre insan, tarihsel süreçte hiç değişmeyen kötü ve rekabetçi doğasıyla var olmuş dolayısıyla bundan sonra da öyle olmaya devam edecektir. Olaya metafizik idealizm boyutu ile bakılacak olursa ortada garipsenecek bir durum yoktur. Fakat bilimsel bir dünya görüşü olan diyalektik bakışa göre değişmeyen hiçbir şey yoktur. Değişim süreklidir ve hareket daima vardır. Kökleri Herakleitos’a kadar uzanan ve on dokuzuncu yüzyılda materyalizm ile eklemlenerek bilimsel bir dünya görüşü haline gelen diyalektik bu iddiayı açıkça çürütmektedir.
İnsan Doğasına Dair Verili Kanıtlar İddianın Tam Aksini Söylemekte
İnsan doğası derken tam olarak neyi vurguluyoruz? Modern insan olarak adlandırılan Homo Sapiens türü ortalama bir ifade ile 400.000 yıllık bir geçmişe sahip (yeni bulguların daha da geriye gittiği verisi bir yana). Fakat biz bu tarihin geneline ne kadar hakimiz, hiç düşünüyor muyuz? İnsan adına sosyolojik, psikolojik tespitler yaparken bu koskoca tarihi göz ardı ediyor olabilir miyiz?
İşin aslı, genel olarak ve kasıtlı olarak tam da bu yapılmaya çalışılıyor. Şunun şurasında sınıflı toplumların tarihini yaklaşık olarak büyük sulama tarımının gerçekleştiği Mezopotamya’da MÖ 10.000 yılına tarihleyebiliyoruz (Belek, 2017). Peki ya öncesi?
Pozitivist tarih yazını insanın geçirdiği tarihsel dönemleri sıraya koyarken büyük bir yanılgının içine düşüyor ve tam da bahsettiğim iddiayı şu ya da bu şekilde destekler nitelikte hareket ediyor. Oysaki insanlığın tarihinde sınıflı toplumlardan önce yaşanmış ve ilkel komünal toplum olarak adlandırılan bir dönem de söz konusu. Üstelik bu döneme dair yapılan arkeolojik ve antropolojik çalışmalar insanlar arasındaki eşitsizliğin sandığımız gibi olmadığını gösteriyor (Faulkner, 2012). Tarih, doğrusal ilerleyen bir süreç değildir. İnsan doğasına dair söylenecek pek çok şey de bu durum dikkate alınarak yapılmalıdır. Bir bütün olarak bakıldığında arkeolojik, antropolojik, vs. pek çok bulgu bizlere insan doğasının bencilliği konusunda burjuvazinin söylediğinin tam da karşıtını göstermektedir.
İnsan Yalnızca Bireysel Olarak Ele Alınamaz
İddiayı biraz kurcalayacak olursak insanın doğasına dair daha pek çok saçma önermeyi bünyesinde barındırdığını görmemiz zor olmayacaktır. İddia, derininde, insanı yalnızca bireysel bir varlık olarak ele almakta ve bütün toplumsal süreçlerden soyutlamaktadır. Oysaki insan, önce toplumsal olarak vardır. Toplumsal olarak var olmadan bireysel olarak var olamaz. Bireysel varoluş ile toplumsal varoluş arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Siz insanı bütün toplumsal süreçlerden koparacaksınız ve kendi düzeninize uygun bir biçimde doğasına dair birtakım önermelerde bulunacaksınız! Nerede bilimsellik?
Umutsuzluk Değil Umut Var!
Bir bütün olarak bakıldığında insan doğası bencil ve rekabetçi değil aksine toplumcu ve paylaşımcıdır. Eğer böyle olmasaydı insanlığın bugünlere gelmesi de olanaksız olurdu. Geçelim evrimsel indirgemeci yaklaşımları ve tahrif edilmiş tarihsel ‘gerçek’leri…
Umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor!
İleri Okumalar
Belek, İ. (2017). Din Bilim Felsefe: Aklın Dogmayla Savaşı. İstanbul: Yazılama Yayınevi.
Faulkner, N. (2012). Marksist Dünya Tarihi: Neandertallerden Neoliberallere. (T. Öncel, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.
Harman, C. (2019). Halkların Dünya Tarihi:Taş Devri’nden Yeni Binyıla. (U. Kocabaşoğlu, Çev.) İstanbul: Yordam Kitap.
McLeod, S. (2017). Psychodynamic Approach. Ocak 2, 2021 tarihinde Simply Pyschology: https://www.simplypsychology.org/psychodynamic.html adresinden alındı.
Özbudun, S., & Uysal, G. (2019). 50 Soruda Antropoloji. İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı.
Tanilli, S. (2018). Yüzyılların Gerçeği ve Mirası (Cilt 1). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.