Aydın Bayad ve
Büşra Alparslan
E
|
kim
devriminin yüzüncü yılını arkamızda bırakırken hem siyasal ve sosyolojik hem de
kuramsal ve epistemolojik bir sıkışmanın eşiğindeyiz. Egemen güçlerin taraf
olduğu dolaylı savaşlarla sürdürülen krizler ve muazzam nüfus hareketleriyle
birlikte birçok ulus-devletin sınırları aşınmakta, birçok sınır ihlal
edilmektedir. Buna karşın yükselmekte olan sağ popülizm ise ulusal sınırların
fiziksel sınırlara dönüşmesine, yeni toplumsal yarılmalara ve kültürel bir
karşı-devrime işaret ediyor (Inglehart, 2008; Inglehart ve Norris, 2016). Ancak
günümüz ulus aşırı (transnational) toplumsallığı birçok açıdan yenidir
ve bu yeni duruma karşılık gelecek kavram repertuvarı oluşturmak, sosyal
bilimler açısından olay ve olguları anlamamız için çözülmesi gereken birincil
problemdir. Geçen yüzyıldan kalan kavramlarla günümüzü anlamaya çalışmak, o
yüzyılda yaşanan olayların neden olduğu entelektüel birikimi evrenselleştirmek
demektir. Zira yirminci yüzyılın ilk yarısındaki paylaşım savaşlarıyla
şekillenen modern toplum, siyasal veya coğrafi değişikliklerin yanında insana
dair bilgilerimizde de değişliklere neden olmuştur.
Sosyal
bilimler, rasyonel-pozitivist paradigma eşliğinde 20. yüzyıl boyunca yaşanan
sosyo-politik gelişmelerin etkisinde şekillenmiş ve günümüzde disiplinlere
dayalı bilim anlayışı egemen olmuştur. Genelde modern bilim, özelde ise sosyal
bilim alanında son üç yüz yılda yaşanan teknik ve pratik gelişmelerin ivmesiyle
disiplinlerin sayısı ve ortaya çıkan akademik ürün miktarı da artmıştır. Ancak
aynı zamanda yoruma dayalı (idiyografik) ve deneye dayalı (nomotetik) bilimler
ayrımı şeklinde tezahür eden uzmanlaşma pratiği de bu çağın ürünüdür (bkz.
Wallerstein, 2016). Bilimde yaşanan uzmanlaşma ve buna bağlı yeni disiplinlerin
ortaya çıkması belirli bir merkezden yöneltilen bir süreç olmamasına rağmen;
kapitalist modernleşme içinde kurumsallaşan ve işlevsel bir biçimde yaygınlaşan
bir süreçtir. Ancak bir zamanlar bilimsel bilginin üst amacı olarak
tanımlanabilecek ortak fayda (common interest) ilkesi, yerini net
kazanç (net profit) ilkesine ve performatif akademiye bırakmaya yüz
tutmuştur.
Sosyal
bilimlerin yaşadığı bu dönüşüm, içinde yaşadığımız politik sistemin taşıyıcı
çerçevesi olan ulus-devlet mekaniğinden ayrı ele alınamaz. Nitekim yirminci
yüzyılda hızla artan uluslaşma pratikleri ve milliyetçilik ideolojisinin nasıl
bir toplumsal inşayla ortaya çıktığı sorusu ve kimlik kategorisinin yükselişi
bu konudaki akademik üretime de yansımıştır (Brubaker ve Cooper, 2000). Ancak,
bu genel tartışma elinizdeki metnin kapsamının çok ötesindedir. Bu
değerlendirme yazısı, mevcut bilim anlayışını etkileyen ulusa dayalı iktidar
yapılarının psikoloji bilgisi ve kavramları üzerindeki etkilerini, öznellik
deneyimlerini tanımlamak için kullanılan kavramlar üzerinden irdelemeyi ve bu
iktidar anlayışının dışında kalan erken dönem Sovyet deneyiminin ortaya koyduğu
alternatifin potansiyelini tartışmayı amaçlıyor.
Ulus Çağı ve Birey
Türkçe’ye
hem millet hem de ulus olarak çevrilebilecek ‘Nation’[1]
kavramı tarih çalışmalarında imparatorluklar çağının sonunu getiren kitlesel
hareketlerin tetikleyicisi olarak ele alınmaktadır (Bell, 2009; Bickford,
2014). Buna göre insanlar arasında ortaklık kurmak için kullanılan geleneksel
kavram ve yapılar işlevlerini yitirirken alternatif bir dünyayı muştulayan
ulus, burjuva devrimiyle Fransa’dan başlayarak dünyaya yayılmış ve günümüz
uluslararası evrensel düzenine kavuşmuştur (Waltz, 1979; eleştirel bir okuma
için bkz. Giddens, 1985). Hâlbuki makro boyuttaki bu toplumsal dönüşüm lineer
ve merkezi olmamasına rağmen, aşamalı bir biçimde ulusal homojenlik esasına
dayandırılmış yani ulus devletler bu toplumsal hareketlerin sonucunu
oluşturmuştur. Yirminci yüzyılda doruk noktasına ulaşan şiddet, paylaşım
savaşlarıyla küresel bir uluslararası sisteme dönüşmüş ve sınırlar, pasaport
uygulamaları, tehcir, etnik temizlik, soykırım gibi birçok formel ve informel
toplum mühendisliği uygulamalarını beraberinde getirmiştir.
Ulus/uluslaşma,
psikolojik kavrayışın çok ötesinde hem sosyoloji hem de tarih alanında önemli
çalışmalara konu olmuş ve bu kavrama çeşitli açıklamalar getirilmiştir. Örneğin
Anderson’un (1995) öne sürdüğü model, tarihsel bir gelişim çizgisi içerisinde
dini örgütlenmelerin sağladığı paylaşılan kültürel değer sisteminin, çeşitli
teknik ilerlemelerle günümüzdeki anlamda ulus bilincine dönüştüğünü savunur.
Anderson’a göre insanların kolektif aidiyetlerinin gelişebilmesi için gereken
asgari zihinsel bağlantıların oluşması ve ancak bundan sonra politik bir amaç
için bir araya gelmesi mümkün olabilir. Yani ulus fikri bu anlamıyla
sosyo-kognitif bir yapıdır (Cerulo, 1997). Geleneksel toplumlarda sözlü tarih
sayesinde hatırlanabilecek olaylar ve aktarılabilecek bilgi sınırlı olduğu için
zaman, homojen ve akışkan değildi. Anderson’a (1995) göre birbirini hiç
tanımayan ve tanıma ihtimali olmayan binlerce insanın bizimle aynı zamansal
süreçlerden geçtiği fikri ancak basılı yayınların, örneğin gazete ve romanların,
ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur. Her sabah seninle aynı dili konuşan
insanlarla aynı gazeteyi okumak Hegel’in deyişiyle modern insanın sabah
duasıdır. Dua edilen şey ise tanrı değil ‘biz’ bilincidir. Yüz yüze ilişkilerin
dışında soyut bir anlamla yaratılan biz fikri, dini cemaatlerin inananları
arasında var olan bir zihinsel şemadır. Rönesans ve reform hareketleri sonucu,
hanedanlık gelenekleri aşınıp politik gücünü kaybedince, ulusalcılık kendini
kültürel bir form olarak söz konusu cemaat bilinci üzerinden yeniden inşa
etmiştir. Bu anlamıyla Anderson’a (1995) göre kapitalizmin gelişim sürecinde
belirli bir cemaat duygusu üzerine şekillenen ve kültürel olarak içeriği
belirlenmiş milli bir tahayyülün, belirli bir politik amaç doğrultusunda
kurgulanması yani hayal edilmesi söz konusu olmuştur. Ancak aynı zamanda bu
cemaat anlatısı, heterojen insan gruplarını kontrol ederek politik olarak özerk
ve bağımsız kültürel birimlerin önünde de engel oluşturmaktadır (Akarlı, 1993).
Ulusalcılık,
modern çağa özgü bir örgütlenme modeli olarak tarif edilir, ancak Gellner
(1992), Anderson’ın odaklandığı paylaşılan kültürel değerlere değil; modern
öncesi dönem ile modern dönem arasındaki ekonomik ilişkilerin değişmesiyle
ortaya çıkan toplumsal örgütlenme farkına bakmaktadır (Guibernau ve Rex, 2010).
Gellner’in yaklaşımının kilit kavramı olan endüstrileşme, tarım
toplumunun temel dinamiklerini parçalayarak sistemin yapısal değişimler
geçirmesine neden olmuştur. Sanayileşmenin getirdiği sosyal ve kültürel
hareketlilik, yeni politik meşruiyet alanlarının açılmasına neden olmuş,
kültürel ve politik alan arasındaki etkileşimler sonucu ise ulusalcılık mümkün
hâle gelmiştir. Gellner’e göre sanayi toplumunda üretici olan tabakalar ile
üretim faaliyetleri arasındaki zaruri ilişki hem iş bölümü ve uzmanlaşmayı
gerektirmiş hem de sürekli bir araya gelme pratikleri sonucu kültürel yapılar
arasında iletişimsizliğe dayalı toplumsal yapı -tarım toplumu- aşınmıştır.
Artık eşitsizler arasındaki toplumsal ilişki biçimi, üretici birimlerin eşitliği
üzerine kurulmak zorundadır. Buradan da modern toplumların eşit bireyler
fikrine dayalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu eşitlik fikri geleneksel toplumun
tabakalarını yok ederken, yeni politik meşruiyet alanları ortaya çıkarır.
Hareket hâlindeki eşitlerin üretim ilişkileri içerisinde karşılaşmaları sonucu
ortak dil ve üzerinde anlaşılan işaretlere ihtiyaç vardır. Bu yüzden Gellner’e
göre modern devlet, eğitim politikasıyla farklılıklarla dolu toplumsal
tabakaları aynı eğitimden geçirerek ortak değerler sistemine sahip eşit
vatandaşlara dönüştürmek zorundadır. Bu formülasyona göre ulusalcılığın ve
nihayetinde ulus-devletin mekanik bir işleyişle üretim ilişkilerini sürdürmek
için ancak modern toplumsal örüntüde ortaya çıkabileceği gösterilmiş olur.
Bu
konuda yapılan diğer çalışmalar da ulus-devletin modern bir kurgu olduğunu
farklı yaklaşımlarla ortaya koymaktadır (Billig, 2002; Eriksen, 2004; Hobsbawm
ve Ranger, 2006). Bu modern kurgunun nedenlerini açıklamak için girişilen
çabanın yanında sonuçları da sosyal bilimler için önemlidir. Örneğin, makro
düzeyde yaşanan bu değişimler öncesinde yazılan insan psikolojisi ve ruhsallığı
konusundaki temel metinlerde (bkz. William James, 1890) insanın biyolojik ve
sosyolojik ontolojisi göz ardı edilmeden bilimsel epistemoloji konusunda
arayışlar söz konusudur. Ancak savaş ve çatışma süreçleri kadar, ortaya çıkan
kalabalık nüfusla birlikte açığa çıkan yeni kültürel/ideolojik karşılaşma
alanları da yeni kavramların yükselişine neden olmuştur. 19. yüzyılın sonunda
gerçekleştirilen birçok çalışma, zamanın ruhuyla (zeitgeist) kesişerek
büyük bir sinerji yaratmıştır. Örneğin, erken dönem psikoloji çalışmalarındaki
‘karakter’ kavramının yükselişiyle sosyal çevremizi belirleyen temel dinamiğin ulusal
karakter (national character) olduğu iddiası ayrı düşünülemez. Gustave Le
Bon’un (1895) The Psychological Laws of the
Evolution of People (Les Lois psychologiques de l'évolution des peuples) adlı çalışması ile temelleri atılan ulusal
karakter kavramı, toplumsal eğilimlerin sosyal dünyadansa doğamıza gömük olduğu
fikrini yirminci yüzyılın ilk yarısına kadar tartışmasız olarak ulaştırmıştır.
Sosyal antropoloji ve sosyolojide 1930’lu yılların ortalarına kadar toplumların
temel sosyal normunun -karakterinin- ne olduğuna duyulan merak (örn. Galton,
1869; Hall, 1904; Binet ve Simon, 1905), erken dönem psikanaliz yaklaşımındaki kişilik
(personality) ile örtüşmüş ve kişilik, kültürün dışa vurumu olarak tıpkı sanat,
ritüel ve diğer göstergeler gibi antropolojik veri kaynağı olarak kullanılmıştır
(Inkeles, 2014). Freud ile popülerleşen kişilik kavramı ile sosyal
antropolojinin karakter kavramı arasındaki bu analojik bağ; bireye benlik
bütünlüğü, topluma da ulusal homojenlik vadeden dönemin ana akımı hâline
gelmiştir.
Gleason
(1983) benlik bütünlüğünün geleneksel Hristiyan düşüncesindeki ruh (soul)
kavramı egemenken bir problem olarak ele alınmadığını; rönesans ve reform
hareketleriyle insanın tanrıdan aldığı kutsallığı aşınırken, bu kavramın yerine
benlik (self) kavramının ikame edildiğini ve sonuç olarak seküler
anlamda insanın idealleştirildiğini söylemektedir. Bu idealleştirilen insan,
Avrupa’daki devrimlerin yarattığı olumlu atmosferin etkisiyle evrensel insanı
işaret ediyor gibi gözükse de uygulamada “Batılı uygar insan” anlamında
kategorileşmiş ve sosyal bilimlerde 19. yüzyıl sonlarında yükselen Sosyal
Darwinizm akımıyla buluşmuştur. Böylelikle coğrafi keşifler ile kültür
üzerinden yapılan karşılaştırma ve hiyerarşik bakış açısı en üst basamağa
Hristiyan dünya görüşünü koyarken, difüzyonizm yaklaşımını temsil eden
antropologlar atomik bireylerden oluştuğu varsayılan Batı toplumunu uygarlık
(civilization) kavramıyla en üst basamağa yerleştirmiştir (Bilgin, 2007).
Sonradan özcülük (fundamentalism) olarak tarif edilen bu bakış açısına
göre insanların aidiyet geliştirdikleri grupların sahip oldukları özellikler
doğal, doğuştan ve değişmez olarak tarif edilmektedir. Birey ve ulus arasında
kurulan bu nedensel ilişki, modern ideolojiler tarafından farklı yollardan
meşrulaştırılmıştır. Ancak modern toplum mühendisliğinin sonunu haber veren
ikinci paylaşım savaşından sonra bireyin failliği ve ulusun karakteri yerine,
bürokratik işleyiş ve yönetim biçimlerinin insan üzerindeki etkisi tartışmaya
açılmıştır (Arendt, 1951/2017).
Kimliğin Yükselişi
İkinci
paylaşım savaşı sonrasında ortaya çıkan sosyal sefalet ve dehşet verici
manzara, Batılı sosyal bilimcilerin ürettikleri bilgilerin sosyal sorunlar
karşısındaki etkisizliği konusunda özeleştiri yapmasını zorunlu kılmıştır
(Riecken, 1969). Örneğin, ulusal karakter kavramıyla ilgili yıllardır biriken
literatüre rağmen Nazi Almanyası’nda toplum mühendisliğiyle yaratılan Alman
‘ulus’u hızlı bir biçimde değişmiştir. Bu ve benzeri gelişme ve tartışmalar ile
birlikte sosyal bilimlerde araştırma nesnesi olarak ulusa olan vurgu
azalmıştır. Psikolojide ise Gordon Allport’un (1954) klasik eseri Önyargının
Doğası (The Nature of Prejudice) ile birlikte grupların birbirleri hakkında
sahip oldukları bilgilerin, birbirlerine yükledikleri atıfların abartılması ile
ortaya çıkan kalıpyargılar olduğu iddia edilmiştir. Bu dönüşüm yalnızca
kavramsal değildir; aynı zamanda analiz düzeyinde durumsal özelliklerin
betimlenmesinden bilişsel mekanizmaların açıklanmasına doğru bir kaymayı da
temsil etmektedir (Bayad, 2016). Psikolojinin kalıpyargıları çalışmaya
başlamasından sonra kalıpyargıların içeriğinin incelendiği ilk dönemleri,
bilişsel yanlılık, zihinsel kestirme yöntemleri gibi sosyal gerçeklikten uzak
mekanizmalara dayalı açıklamalar izlemiştir (Poppe ve Linssen, 1999).
Bilişsel
açıklamalar ile kimlik etiketini neyle dolduracağımızdan bağımsız olarak
(biyolojik özellikler, etnik miras, kültürel örüntü, vs.) değişebilen ve
uzlaşmaya açık bir mekanizmanın var olabileceği fikri yeni dönemin ana akımı
hâline gelmiştir. Erikson (1968/1994) her bireyin özünde yatan (located in
the core of individual) bir süreç olarak kimlik ediniminin aşamalı bir
biçimde geliştiğini ortaya atarak, kimlik sahibi olmayı evrenselleştirmiş ve
uzun yıllar sürecek bir tartışma başlatmıştır. Freudyen bir kavram olan özdeşleşme
(identification), dışsal kişi ve nesnelerin içselleştirilmesine karşılık
gelirken, Erikson kimlik edinimini (identification) dışsal sosyal
sistemlerin içeri alınmasıyla açıklamaktadır (Gleason, 1983). Çünkü ona göre
kimlik, kitle toplumundaki birey için yaşamsaldır. Kitle toplumu diye tarif
edilen ‘uluslararası’ devletler sisteminin içinde yer almasına rağmen ‘ulus’un
bir problem olarak göz ardı edilmesi bir tesadüfle değil ideolojik bir tercihle
açıklanabilir. Nitekim Billig (2002) banal milliyetçiliğin günlük hayatımıza
gömük bir ideoloji olarak bizi çevrelediğini ve bu ideolojik kabulün düşünce
biçimimizi belirlediğini öne sürmektedir. Ancak ona göre, bu ideolojik tercih,
bağımsız bireyler olarak bağımsız uluslardan oluşan bir sistemde var
olabilmemizi sağlamaktadır. Bir bilim dalı olarak kurumsallaşmak isteyen
pozitivist psikoloji geleneği, bireyi anlamaya çalışırken insan davranışına
yönelik tam bir açıklama iddiasıyla duygu, biliş ve davranışı merkeze almış
ancak insan üzerinde makro ve mikro düzeyde etkili olan sosyal yapıları
bilinçli olarak göz ardı etmiştir (Uluğ ve Çoymak, 2017). Üstelik,
kimliklerimizi belirleyen sosyal etkileşimin önemine ve sosyal sisteme yapılan
vurgu yirminci yüzyıl başından itibaren Freud’un tam karşısında konumlanan
kuramcılar (bkz. Charles Cooley, Erving Goffman) tarafından dile
getirilmekteydi. Örneğin, sembolik etkileşimciliğin kurucusu sayılan George
Herbert Mead (1913) benliği, insanların rol alma sürecinde kendilerini
ötekilerin gözünden görebilmesi diye tanımlayabileceğimiz sübjektiflik
üzerinden açıklarken; Cooley başvurulan bilişsel yapının ötesinde benliğin
sosyal ve psikolojik bir süreç olarak ilk adımının kendini izleme (self-monitoring)
olduğunu varsaymıştır (akt. Farberman, 1985). Goffman (1967) günlük yaşamı
organize eden sistemi tanımlarken birey üstü/dışı bir yapı kurarak, ötekilerle
sosyal olarak örülen ve çeşitli uzlaşma aşamalarına göre belirlenen bir
kurallar dizisi tanımlamıştır. Ancak ABD’de insana dair daha sosyal
kavrayışlara sahip sembolik etkileşimcilik ve dramaturjik yaklaşım gibi ekoller
bireyselci psikoloji tarafından izole edilmiş ve uzmanlaşma alanlarına
sıkıştırılmıştır (Farr, 1993).
Ancak
nihayet sosyal psikoloji içerisinde 70’li yıllarla birlikte yükselişe geçen
Sosyal Kimlik Kuramı’nda (Tajfel, 1978) grup kavramı Emerson’ın (1962)
ulus kavramsallaştırmasından alınmış, bireye sosyal bir perspektifle bakan bir
çalışma alanı ortaya çıkmış ve son yıllarda popülerliği artmıştır. Literatürde
daha çok ayrımcılık ve kayırmacılık gibi konularda çalışılan bu teori,
gruplararası süreçleri sosyal psikolojinin merkezine almayı amaçlamaktadır.
Kendisi de öğrenciyken işçilik yaparak okuyan John Turner’ın gruplararası
statülerin yapısı ve işleyişini kurama dahil etmesiyle Sosyal Kimlik Yaklaşımı’na
(Tajfel ve Turner, 1979) dönüşen teori, topluma dair gerçek kategorileri
öncelemeyi kolaylaştırmış ve ulusal kimlikler gibi büyük grup kimliklerinin
çalışılmasını mümkün hâle gelmiştir (Haslam, Reicher ve Reynolds, 2012). Devam
eden yıllarda ideolojik ve tarihsel arka planların benlik tanımlamaları ve
sosyal kimlikler üzerindeki etkileri çalışılmaya başlanmış (Reicher, 1984) ve
nihayet 2000’li yıllarda benlik ve ulus arasındaki bağlantıya dair eleştirel
okumalar psikoloji içerisinde de yer almaya başlamıştır (Reicher ve Hopkins,
2001).
Hayatımızı
anlamlandırmak için başvurduğumuz öznellik deneyimlerinin geçen yüzyılda modern
ideolojik atmosfer içerisinde nasıl şekillendiğini ve anaakım bir bilgi kaynağı
olarak kullanıldığını ortaya koymaya çalıştık. Şimdi de uluslararası devletler
sisteminin ihtiyacı olan bireyi ve bireyin mobilizasyonu için gereken kültürel,
etnik, cinsel, vs. kimliklerin psikoloji bilgisi içerisindeki
meşrulaştırılmasını anlamak için ulusa dayalı iktidar biçimlerinin yaşanmadığı
coğrafyalardaki farklı bireylik ve psişe anlayışlarıyla karşılaştırma yapmak
gerekir.
Sosyalist Deneyim ve Farklı Öznellik
Tahayyülleri
Batıda
siyasal bir sistem olarak ulus-devlet 19. yüzyılın sonundan itibaren işlemeye;
siyasal, sosyal ve kamusal alanlarda aynılaşmaya-merkezîleşmeye devam ederken
Rusya’da yaşanan proleter devrim yıllar süren ateşli tartışmalara ve
düzensizliklere sahne olmuş, “içinde sayısız eğilimi barındırmış, yeni
çelişkilerin üstesinden gelmiş, entelektüellerden fabrika işçilerine, Sibirya’nın
en uzak köşelerindeki köylülere kadar birbirinden son derece farklı insanı
birlik beraberlik içinde bir araya getirmiştir” (Badiou, 2017:14). Bu toplumsal
dönüşüm sonucunda ortaya çıkan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)
totaliter bir bütünlüğü temsil etmediği gibi her türlü toplumsal farklılığın
bir aradalığına dair dünyada eşi benzeri görülmemiş bir tartışma zemini
sağlamıştır. SSCB’nin “sürekli devrim” fikrinden uzaklaşarak devleti ele
geçirme siyasetine savrulması sonucu başarısızlığa uğradığını söyleyebiliriz,
nitekim tarihin gördüğü en totaliter yönetim anlayışlarından birine dönüşmesi
uzun sürmemiştir (bkz. Alpman, 2017). Ancak bu kısımda tarihsel açıdan kısa
süren bir zihinsel karnaval aralığından sızan alternatif insan kavrayışlarının potansiyellerine
odaklanacağız.
Rusya’da
yaşanan proleter devrim özellikle davranışa ve bireye odaklanan dönemin anaakım
psikoloji yaklaşımlarını sonradan sarsacak çalışmalar ortaya koyan
araştırmacıların yetiştiği bir atmosfer yaratmıştır. Bu dönemde Kültürel–Tarihsel
Psikoloji adıyla, içinde yetiştiğimiz sosyal-kültürel çevrenin insan
gelişimine etkisini ortaya koyan Lev Vygotsky ve Alexandre Luria gibi
psikologlar ve dil felsefesi alanında ideolojinin toplumsal işleyiş üzerindeki
etkisine dair çalışmalarıyla Valentin N. Voloşinov ve Mikhail Bakhtin gibi
felsefeciler öne çıkan isimlerdendir.
Bakhtin
(1895-1975) çevresi ve Vygotsky (1896-1934) çevresi olarak bilinen Sovyet
araştırmacıları, alternatif öznellik deneyimlerine görece erken dönemlerde
işaret etmişlerdir. Maalesef her iki araştırmacı da ancak 1960’lı yıllarda
İngilizce çevirilerle keşfedilebilmişlerdir. İnsan gelişimini biyolojik
özelliklerimizden ibaret sayan ve insanı bireye içkin bilişsel mekanizmaların
olgunlaşmasıyla açığa çıkan kapasitelerin toplamı olarak gören Batılı
yaklaşımlara karşılık; Vygotsky çevresi, yakınsal gelişim alanı (Zone of
Proximal Development) kavramıyla, insan yavrusunun içine doğduğu tarihsel ve
kültürel arka plandan oluşan sosyal çevrenin insan gelişimi ve eğitimi için hayati
öneme sahip olduğunu göstermiştir. Kültürel ve tarihsel referansların insan
gelişimi alanına taşınması, insanı biyolojik ve tutarlı bir özne
sınırlamasından kurtararak toplumsal çeşitliliğe göre farklılaşan, etkileşimli
özne pozisyonları alabilen bir fail olarak görmek demektir. Burada bireylik,
toplumsal standartları olan başarılı gelişimsel bir sonuç değil, belirli
kültürel ve tarihsel potansiyeller kapsamında ele alınabilecek bir
sürekliliktir.
Benzer
dönemlerde yaşamış ve aynı toplumsal dönüşümün rüzgarından etkilenmiş Bakhtin
ve çevresi ise dil felsefesi ile Marksizmi buluşturarak ideolojinin toplumsal
alanda işgal ettiği paralel dünyaya işaret etmiştir. Fiziksel gerçekliğin
yanında gösterge ve işaretlerden oluşan ideolojik gerçekliğin keşfi sayılabilecek
bu bakış açısı, anlam dünyamızı oluşturan kavramların bizim bilincimizde değil
ideolojik işleyişte olduğunu iddia etmektedir. Diğer bir deyişle bilinç
dediğimiz psikolojik olgu, ancak belirli anlamları paylaşan diğer bilinçlerin
etkileşimiyle mümkün olabilir. Bu da bilinci bireysel bir alandan sosyal bir
alana çıkarmak demektir. Bu anlamıyla, modern psikolojide kerameti kendinden
menkul birey, sahip olduğu benlik-öznellik kavrayışına da aslında toplumsal
uzlaşı ve müzakerelerle ulaşmaktadır.
Batılı
sosyal bilimlerdekinden oldukça farklı olan bu öznellik tahayyülü, Voloşinov
tarafından detaylı olarak irdelenmiştir. Ona göre toplumsal olanın illa ki
çoğul olduğunu düşünmek ya da bireyin toplumsallıktan ayrı var olabileceğini
düşünmek hatadır (Voloşinov, 1929/2001). Birey, kendi bilincindeki düşüncelerin
yaratıcısıdır ancak bu duygu ve düşüncelerden müteşekkil birey yalın değildir;
sosyo-ideolojik bir fenomendir. İşte tam da bu sebepten birey toplumdan ayrı
düşünülemez; toplum olmadan birey, birey olmaz, sadece biyolojik bir varlık
olur. Birey en az ideolojinin kendisi kadar toplumsaldır ve ideolojik
fenomenler de psikolojik fenomenler gibi bireyseldir. Her ideolojik içerik,
yaratıcısının izlerini taşır. Sonuç olarak, bireysel ve toplumsal aslında birbirinden
o kadar da uzak değildir. Voloşinov, failliği, orijinal bir yazarın (author)
var olmasının mümkün olmadığını iddia eden Foucault’nun yaptığı gibi keskin
biçimde reddetmese bile ideolojinin bireye olan etkilerine yaptığı vurgu
Foucault’dan çok önce olmasına rağmen paraleldir.
Voloşinov’a
(1929/2001) göre idealizm de modern psikoloji de göstergeleri anlamanın ancak
başka göstergelerle kurulan ilişkilerle mümkün olabileceğini atlar.
Göstergeler, bireysel bir bilincin başka bir bilinçle etkileşim süreci içinde
ortaya çıkar ki göstergenin toplumsallığından kasıt budur. Voloşinov, bireysel
bilincin de toplumsal bir olgu olduğunu anlatmaya çabalar; çünkü bilinç,
bireysel psişeye sıkıştırılamaz. İnsanın “içinde” yaşayan bir olgu değildir.
Bilinç, ideolojik iletişimin, bir toplumsal grubun göstergesel etkileşiminin
içindedir. Dolayısıyla, Voloşinov’a göre psikoloji ideolojiyle ilişkisi göz
önünde tutularak çalışılmalıdır.
Genel
olarak modern sosyal psikolojinin çalışma yöntemi, yukarıda da bahsettiğimiz
gibi, içsel gerçeklikleri aramak yönünde olmuştur. Voloşinov ise toplumsal
edimin ve etkileşimin incelenmesi taraftarıdır ki ona göre sosyal psikoloji,
dilsel iletişimin ta kendisi üzerinden incelenebilir. Voloşinov, sosyal hayatın
insan hayatındaki ideolojik biçimi etkilediğinden hatta her grubun kendine özgü
bir söylem biçimleri repertuvarı olduğundan; ideolojik fenomenler anlaşılmak
istendiğinde ise bakılacak ilk yerin dil olduğundan bahseder, zira toplumsal
iletişimin göstergesel niteliği kendini dil içinde açık seçik görünür kılar. Bu
da kendinden sonraki dönemde ortaya çıkacak olan sosyal inşacılığın açıklayıcı
repertuvar olarak adlandırdığı olguya (bkz. Tuffin, 2005; Hepburn, 2002)
denk düşer.
Voloşinov’un
dil felsefesinin, Bakhtin’in diyalojik benlik ve Vygostky’nin iç
konuşma kavramlarıyla ne kadar örtüştüğü açıktır. Bu isimler Wittgenstein
ile birlikte, kendi dönemleri içerisinde dilin, dil felsefesinin, ideolojinin
ve kültürün içinde sözün değerini ifade etmişlerdir. Psişeyi
toplumsallıktan uzaklaştıran, ideolojiden yalıtan ve insanın içine
yerleştirerek dış çevresinden uzak bir gerçekliği olduğu fikrini doğuran
anaakım psikolojiyi eleştirerek, ideolojiden ve toplumsallıktan uzakta duran
psikolojinin insanı kavrayamayacağını göstermişlerdir. Bunun dışında bu erken
dönem tartışmalar özellikle psikoloji alanında 1970’lerde yükselmeye başlayan
sosyal inşacılık, söylemsel psikoloji ve eleştirel söylem analizinin üzerinde
yükseldiği zemini hazırlamışlardır. Bu çabalar sonucunda psikolojinin dikkatini
günlük hayatımıza ve yaşarken gerçekliği bir yandan da inşa ettiğimiz fikrine
doğru çekmeyi başarmıştır (Shotter, 2001).
Gellner’in
(1992) ekonomik ilişkileri analizi sonucu, nasıl yeni politik meşruiyet
alanları ortaya çıktığını, üretim biçimlerinin değişmesiyle modern toplumdaki
bireylerin eşitliği kavramını doğurduğundan bahsetmiştik. Bir adım öteye giden
Voloşinov, üretim ilişkilerini kontrol eden sosyopolitik gerçeklik olarak
ideolojinin, insanların dilsel etkileşimini ve bu etkileşimdeki öznellik
olanaklarını belirlediğini ifade etmiştir (1929/2001). Tıpkı ekonomide bir
ekmeğin ederinin aslında sadece bir ekmek olmasına rağmen bir para miktarı ile
denk olması gibi, her varlığın temsil ettiği bir anlam yani gösterge
değeri vardır. Ancak kendi başına herhangi bir nesne gösterge olamaz; her şeyin
göstergeliği toplumsallığından doğar. İdeolojik dünyada altyapı (fiziksel
gerçeklik, ekonomik ilişkiler, gündelik ilişkiler, vb.) ve üstyapı (organik
toplumsal etkileşim ve ortaya çıkan ideoloji) birbiri içine geçmekte ve hepsi
birbirini etkilemektedir. Bu bağlamda hem birey hem de kimlik, dildeki ve
kültürdeki her şey gibi toplumsaldır ve bir göstergedir.
Sonuç Yerine
Modern
psikolojinin erken dönemlerinde egemen olan toplumsal düzeni temsilen
ulus-devlet mekaniği, insana ve insanın failliğine dair belirli bir kavramsal
çerçeve sunmuştur. Bu kavram setinin geçen yüzyıldaki seyahatine bakıldığında
bütün evrensellik iddiasına rağmen sınırlı bir bölge ve zamanı temsil eden
birey ve kimlik kurgularının aslında ideolojik yapıyla paralel yürüyen işlevsel
öznellikleri tanımlamak için kullanılageldiği görünmektedir. Buna karşın,
devletli sistemlerin eleştirisi üzerine inşa edilen ve toplumsal bir değişimi
temsil eden erken dönem Sovyet deneyimi, köklü bir toplumsal değişim yaratarak
propagandalarla çevrili aşırı ideolojik bir sosyal evren tasarlamıştır. Bu
değişim dönemine tanıklık eden sosyal bilimcilerin ideolojinin genelde
toplumsal işleyişteki, özelde ise insan bilinç ve öznelliğindeki gücünü fark
edebilmek konusunda Batılı muadillerine göre çok daha erken yol aldıklarını
söylemek yanlış olmayacaktır.
Günümüzde
gelinen noktada bireyler, gruplarının sınırlarını kategorik ayrımların
dayattığı ulusal, etnik, dini, vb. kimlikler ile belirlemekte ve toplumsal
çatışma alanları bu noktalarda kronikleşmektedir. Hâlbuki, iktidar biçimlerinin
ve temsil ettikleri ideolojilerin yarattığı etiketler olarak kimlikler ve bu
etiketleri yeniden yaratan bireyler, törpülenmesi gereken sivrilikler olarak
değil aksine ideolojinin anlam üretme sürecinin parçası olarak görülerek sosyal
etkileşim farklı analiz düzeylerine dahil edildiğinde, psikolojinin hem
konusunun hem de bireyi ele alış biçiminin nasıl değiştiği -bu makale özelinde-
erken Sovyet deneyimindeki sosyal bilimciler üzerinden örneklenmiştir.
Belli başlı dilbilgisel kuralları çalışmanın organik bir dili anlamaya
yetmemesi gibi, belli başlı bireysel fenomenleri çalışmak da insanı anlamaya
yetmeyecektir. İnsanların, ayrıksı ve yalın özneler olarak değil makro
yapıların taşıyıcısı olan ideolojik uzantılar olarak ele alınması, çatışmaların
çözümünü bireysel düzeyde ele alan sağaltıcı bir psikoloji yerine, eleştirisini
toplumsal düzeyde tutan ve ortak faydayı hedefleyen bir psikoloji geleneği
yaratma potansiyelini hâlâ taşımaktadır.
Kaynaklar
Akarlı,
A., O. (1993). Milliyetçilik sorununa çağdaş yaklaşımlar [Hayalî Cemaatler,
Anderson; Uluslar ve Ulusçuluk, Gellner; 1780’den Günümüze Milletler ve
Milliyetçilik, Hobsbawm]. Toplum ve Bilim, 62, 156-170.
Allport,
F. H. (1924) Social psychology. New York: Houghton Mifflin.
Alpman,
A. (2017) Sovyetler: Devletli düzenin eleştirisi. Birikim, 342-343,
50-56.
Anderson,
B. (1995). Hayali cemaatler. (İ.
Savaşır, Çev.) Metis
Yayınları, İstanbul.
Badiou,
A. (2017). On the Russian October Revolution of 1917.
Crisis&Critique, 4(2), 12-23.
Bayad,
A. (2016). St. Andrews postülaları: Ulus ve psikoloji. Onto Online Psikoloji
Dergisi, 11, 5-10.
Bell,
D. A. (2009). The cult of the nation in France: Inventing nationalism,
1680-1800. Harvard University Press.
Bickford,
K. (2014). Nationalism in the French Revolution of 1789. Honors College. Paper
147.
Billig,
M. (2002). Banal milliyetçilik. (C. Şişkolar, Çev.) İstanbul: Gelenek
Yayıncılık.
Binet, A. ve Simon, T. (1905). New methods for the diagnosis of the
intellectual level of subnormals. L’annee
Psychologique, 12, 191-244.
Brubaker,
R., ve Cooper, F. (2000). Beyond “identity”. Theory and society, 29(1),
1-47.
Emerson,
R. (1962). From empire to nation: The rise to self-assertion of Asian and
African peoples. Beacon Press.
Eriksen,
T. H. (2004). Etnisite ve milliyetçilik: Antropolojik bir bakış. (E. Uşaklı, Çev.) Diyarbakır: Avesta Basın Yayın.
Farberman,
H. A. (1985). The foundations of symbolic interaction: James, Cooley, and
Mead. Studies in Symbolic Interaction, Suppl 1, 13-27.
Farr, R. (1993). The theory of social representations: whence and whither?.
Papers on Social Representations, 2(3), 130-138.
Galton, F. (1869). Hereditary
genius: An inquiry into its laws and consequences (Vol. 27). Macmillan. http://galton.org/books/hereditary-genius/text/pdf/galton-1869-genius-v3.pdf
Gellner,
E. (1992). Ulus ve Ulusçuluk. (G. Göksu Ozdoğan ve B. Ersanlı Bahar,
Çev.) İstanbul: İnsan Yay.
Giddens, A. (1985). The nation-state and violence (Vol. 2). Univ of
California Press.
Goffman,
E. (1967). On face-work: An analysis of ritual elements in social interaction. Reflections,
4(3),7-13.
Guibernau,
M., ve Rex, J. (2010). Weber, Smith, Eriksen, Anderson, Hobsbawm, Gellner. The
ethnicity reader: Nationalism, multiculturalism and migration. (s.15-80)
içinde. Polity Press.
Hall,
G. S. (1904). Adolescence: Its psychology and its relations to physiology,
anthropology, sociology, sex, crime, religion, and education (Vols. I &
II). New York: D. Appleton & Co.
Haslam, S. A., Reicher, S. D., ve Reynolds, K. J.
(2012). Identity, influence, and change: Rediscovering John Turner's vision for
social psychology. British
Journal of Social Psychology, 51(2), 201-218.
Hepburn,
A. (2002). An introduction to critical social psychology. London:
Sage.
Hobsbawm,
E., ve Ranger, T. (2006). Geleneğin icadı. (M. M. Şahin, Çev.) İstanbul:
Agora Yayınları.
Inglehart,
R. F. (2008). Changing values among western publics from 1970 to 2006. West
European Politics, 31(1-2), 130-146.
Inglehart,
R. F., ve Norris, P. (2016). Trump, Brexit, and the rise of Populism:
Economic have-nots and cultural backlash. Harvard University, John F.
Kennedy School of Government.
Inkeles,
A. (2014). National character: A psycho-social perspective. Transaction
Publishers.
James, W. (1890). The principles of
psychology. In Classics in the History of Psychology. http://psychclassics.yorku.ca/James/Principles/prin10.htm
Le Bon, G. (1895). Les Lois psychologiques de l'évolution des peuples [The
Psychological Laws of the Evolution of Peoples]. Paris: Felix Alcan.
Mead, G. H. (1913). The social self. The
Journal of Philosophy, Psychology and Scientific Methods, 10(14), 374-380.
Reicher,
S. D. (1984). The St Paul’s ‘riot’: An explanation of the limits of crowd
action in terms of a social identity model. European Journal of Social
Psychology, 14, 1-21.
Reicher,
S. D., ve Hopkins, N. (2001). Self and nation: Categorization, contestation
and mobilisation. London: Sage.
Riecken,
H. W. (1969). Social science and contemporary social problems. Social
Science Research Council Items, 23, 1-3.
Shotter,
J. (2001). From Within Our Lives Together: Wittgenstein, Bakhtin, and
Voloshinov, and The Shift to A Participatory Stance in Understanding. L.
Holzman, ve J. Morss (Ed.) Postmodern Psychologies, Societal Practice and
Political Life içinde. New York; Routledge.
Tajfel,
H. (1978). Differentiation between social groups: Studies in the social
psychology of intergroup relations. London: Academic Press.
Tajfel,
H. ve Turner, J.C. (1979). An integrative theory of intergroup conflict. W. G.
Austin & S. Worchel (Eds.), The Social Psychology of Intergroup
Relations (pp. 33‐47) içinde. Monterey: Brooks‐Cole.
Tuffin, K. (2005). Understanding Critical Social Psychology. London:
Sage.
Uluğ, Ö. M., ve Çoymak, A. (2017). Bir bilim alanı olarak psikoloji, sosyal
yapıyı anlamanın neresinde? İnsan davranışı ve yapı ilişkisi üzerine eleştirel
bir deneme. Praksis,
42, 657-681.
Voloşinov, V. N. (1929/2001). Marksizm ve Dil Felsefesi. (M. Küçük,
Çev.) İstanbul: Ayrıntı.
Wallerstein, I. (2016). Gulbenkian komisyonu: Sosyal bilimleri açın;
Sosyal bilimlerin yeniden yapılanması üzerine rapor. (Ş. Tekeli, Çev.). İstanbul: Metis.
Waltz,
K. (1979). Theory of international relations. Reading: Addison-Wesley,
635-650.
[1] Bu yazıda millet
kavramının Türkçe’de sebep olduğu çağrışımlar nedeniyle ulus kavramı tercih
edilmiş ve yazı boyunca ulus-devlet bağlamındaki ‘ulus’ işaret edilmiştir.