Ruhsal (Psychic) Mülteci

Sophie Hoyle 
Çev. Ekin Barış Şah

Batı psikiyatrisi mültecilerin yaşadığı travmayı patolojikleştiriyor ve politik bağlamından koparıyor.[1]

Orta Doğu’daki ruh sağlığı bakımı ve altyapısı; silahlı çatışmalar, işgal, işkence ve yerinden edilme kaynaklı psikiyatrik koşullarla baş edebilecek yeterlilikte değildir. Batılı ülkeler açığı kapatmak için göstermelik çabalarda bulunuyorlar, –Orta Doğu’da sıklıklıkla çatışma sonrası kullanılmak üzere- psikiyatrik tedavi ve ilaçları dünyaya ihraç ediyorlar; ancak Batı’nın askeri müdahalesi ve bölgedeki silah ticareti, mevcut ruhsal şartları derinleştirerek tedavi sürecini baltalıyor.

Orta Doğu’daki çatışma bölgelerinden Avrupa’ya göçmen ve mülteci akını tarih boyunca olmuştur ancak psikiyatride bu meselelerin gündeme gelmesi “Avrupa göçmen krizi” olarak adlandırılan son mülteci akınının hızı ve büyüklüğü ile artan bir oranda ilintili. Batı’daki Kültürlerarası Psikiyatri’nin (Transcultural Psychiatry) -sosyokültürel normlardaki farklılıkların, psikiyatrik tanılamadaki kriterlere nasıl içkin olduğunu ve bu normların kültürel ve etnik azınlıkları nasıl marjinalize ettiğini öne çıkaran bir yaklaşım- mevcut sınırlı altyapısı, artan mülteci nüfusunun spesifik ihtiyaçlarını, hem ruhsal yardım açısından hem de dilsel ve kültürel destek açısından, karşılamakta başarısız olabilir. Her halükârda, mülteciler geliyor ve büyük çoğunluğu kısa ve uzun vadede ruhsal bakıma ihtiyaç duyuyor.

Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) mülteciler arasında özellikle yaygın bir durum. TSSB, travmatik bir hadiseyle karşı karşıya kalmanın ardından, baştaki tehdit ortadan kalktıktan sonra bile süregelen etkileri olduğunda ortaya çıkar. Semptomlar arasında dikkat artımı (hypervigilance) ve geçmişe dönüşler (flashbacks) vardır; uyarıcılara karşı biyolojik reaksiyonların değişmesiyle gündelik görsel-duyusal fenomenler bir “tehdit” olarak algılanabilir. Birçok semptom psikiyatrik durumlar arasında kesişebilir ve mülteciler aynı anda farklı psikiyatrik durumları yaşayabilir (TSSB, kaygı, depresyon, vb). Bu psikiyatrik durumlar kalıcı olmak zorunda değildir, ancak “nöroplastisite” (neuroplasticity) ve beyin esnekliği (brain flexibility) konusunda giderek artan miktardaki araştırmalardan görüldüğü üzere, insan hayatında uzun süreli veya kalıcı etkiler bırakabilir.

Psikiyatrik durumları “tanılamak” için, kişinin yaşadıklarının ve biyomedikal bilgilerinin ölçülmesi ve soyutlanması; bedenlerinin ise tıbbileştirilip ve nesneleştirilmesi gerekmektedir. Psikiyatriyi eleştirenlerin birçoğu, biyomedikal, bireysel ve ailesel ruh sağlığı modellerinden, daha geniş sosyo-politik bağlamlara; reformist adaptasyon fikrinden (örneğin, ruhsal bozukluğumuzun daha fazla “farkında olmamız” fikri), bunun olası yapısal sebeplerine odaklanmaya geçişi savunuyorlar.

Ancak, tanılama süreci bireyin psikiyatrik sağlık hizmetlerine erişebilmesini gerektiriyor; örneğin, Birleşik Krallık’ta, pratisyen hekimler daha özelleştirilmiş ruh sağlığı bakımı için kapı bekçisi görevi görüyor. Pratisyen hekimler kaygı ve depresyon için genellikle bireylerin kendilerinin doldurması gereken anketler sunuyorlar ve bu anketler hastaların duygusal tecrübelerini tanımlayabilme ve dile getirebilme yeteneklerine ve bunların tanısal kriterlere tercüme edilebilirliğine bağlı. Bu sonuçlar sosyal yardımları ve istihdamı etkiliyor, çünkü devlet “işe uygunluklarını” ve “üretkenliklerini” ölçüyor, test ediyor ve kontrol etmeye çalışıyor; ruhsal hastalık bireyin biyopolitik kontrolü için bir alan haline geliyor. Öte yandan, kemer sıkma politikaları yüzünden, kendini-düzenleme (self-regulation) giderek artan şekilde bireylerin sorumluluğu haline dönüşüyor.

Londra’daki psikiyatrik servislerden yararlanan biri olarak, şehrin farklı bölgelerindeki hizmet ve kaynakları arasında büyük bir eşitsizlik, bununla birlikte her doktorun yaklaşımında ve tanılarında bir o kadar derin farklılaşmalar olduğunu gördüm. Ruhsal sağlık bakımına erişim çifte açmaz içinde gerçekleşiyor: Eğer kişinin kuvvetten düşüren (sosyal kaygı, agorafobi, katatonik depresyon gibi kişiyi evden çıkmaktan alıkoyan) bir hastalığı varsa, ilaç ve tedavi veya engelli yardımları gibi hak edilmiş kamu hizmetlerine erişim için pratisyen hekimle veya psikiyatristle olan randevularına katılması pek muhtemel değildir. 2010 yılında muhazafakâr hükümet, düşük gelirlilere ve engellilere yönelik sosyal yardımları azaltan politikaları uygulayarak, Şubat 2012 ile 21 Ekim 2014 arasında doğrudan bu yardımlara erişimin engellenmesi sebebiyle tahminen 60 insanın ölümüne yol açtı. Black Triangle[2] (Siyah Üçgen) isimli engelli hakları grubunun bildirdiği verilere göre, bu insanların üçte birinin önceden ruh sağlığı problemleri vardı ve üçte ikisi intihara sürüklenmişti. Black Triangle’ın “Birleşik Krallık Refah Reformu Ölümleri” isimli çalışması, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın iç soruşturmasıyla aynı döneme denk geldi ve Birleşik Krallığın engelli haklarına yönelik sorumluluklarını ihmal ettiği iddiasıyla BM soruşturması[3] açılmasına sebep oldu.

Anaakım İngiliz medyasında, kişinin psikoz, mani veya “anormal” davranışın diğer tanımlanmış formlarının akut epizodunu yaşadığı durumlar dışında kalan psikiyatrik durumlar, çoğu zaman “görünmez hastalık” olarak düşünülmüştür. Bu göreceli bir ayrıcalık (başarı açısından ayrıcalık) olarak görülebilir çünkü bireyler kendilerini çeşitli bağlamlardan dışarı atmakta göreceli olarak söz sahibidirler; ancak ruhsal rahatsızlığı olan insanlar genellikle marjinalize edilir, yaşadıkları ayrımcılık ve eşitsizlik deneyimleri “başarma” becerileri üzerinden merkezsizleştirilir ve meşruiyeti ortadan kaldırılır. Böylece sağlık hizmetine erişimde gelire bağlı kutuplaşma ve iş yerinde ayrımcılık sürdürülür. Mevzubahis azınlık gruplar ve mülteciler olduğunda, bu farklı muamele ve kapı bekçiliği problemleri kültürel farklılıklarla, dil bariyerleri ve ırkçılıkla daha da derinleşir.

Siyahi azınlıkların orantısızca yüksek bir fakirlik içinde yaşadığı Londra’da psikoz ve şizofreni de bu azınlıklar arasında orantısızca yaygın[4]. Buna rağmen, azınlık topluluklara yönelik psikiyatrik araştırma göreceli olarak kısıtlı, olan yerlerde ise bunun uzun süreli bir hükümet politikasına evrilmesi olasılığı düşük; etnik azınlıklar için özel ruh sağlığı bakımı, genellikle kısa ve orta vadeli araştırma projeleri ve dernekler aracılığıyla, yalnızca belirli bir nüfus eşiğinin aşıldığı bölgelerde sağlanıyor. Yoksulluk ve ırkçılık gibi hayat şartlarının kişide yarattığı sıkıntıların belirtilerinin, özellikle sıkıntıların ifade edilmesindeki kültürel farklılıklardan dolayı, yanlış bir şekilde psikoz veya şizofreni olarak tanılanması (misdiagnose) gibi bir eğilim var. Daha geniş bir bilimsel araştırma alanının bir bileşeni olarak psikiyatrik araştırma, evrensel bilimsel yasaların olduğunu ve kültürler arasında ortak bir dil olduğunu varsaymaktadır. Azınlık gruplarına yönelik araştırmalarda linguistik çevirmenler yer alsa da bu kültürel farklılığın “çevrildiği” anlamına gelmiyor; örneğin bazı kültürlerde insanlar bireysel duygularını tanımlamayabilirler, onun yerine kendilerini topluluğun, ailenin veya sosyal duyguların parçası olarak tanımlayabilirler, ki bu durum psikiyatrik tanılarla uyumlu değildir.

1961 yılında Fransız sömürgesi olan Cezayir’de psikiyatrist olarak çalışırken Frantz Fanon, sömürgeleştirilmiş öznelliğin (colonized subjecthood) içselleştirilmesinin, insanların ruh sağlığını da etkileyecek şekilde, insandışılaştırıcı etkiler yarattığını fark etti. Roland Littlewood marjinalize edilen gruplarda yüksek oranda şizofreni vakasıyla karşılaştığını ve bunun dünya genelinde sömürgeleştirme şartları altında bir eğilim olduğunu vurguladı; Birleşik Krallık’taki birçok azınlık grup, memleketleri İngiliz sömürgesine girdikten sonra oluştu ve bu tarihten sonra göçmen ve mülteci akını devam etti. Littlewood, baskın sömürgeci dil kullanımında “bireyin kendisini nesneleştirdiği” ve “kendi düşünce işleyişine yabancılaştırdığı”, belirli bir nöropsikolojik ilişkinin olduğunu; bunun davranış ve ifadelerin psikopatoloji olarak algılanmasına yol açabileceğini öne sürüyor. Fanon modern ulus devlet içerisinde ve post-kolonyal ideolojinin başlangıç dönemlerinde psikiyatri hakkında yazıyordu; o günden bugüne ruhsal bakım küreselleşen, pazarlamacı bir aşamaya evrildi.

Batı toplumlarındaki beyaz olmayan azınlıkların ruhsal durumuna yönelik çalışmalar az; ama muhtemelen Orta Doğu’da ikamet eden Arap nüfusunda görülen travma ve TSSB üzerine çalışmalar daha da az, özellikle bölgenin bir kısmında son dönemlerdeki ve devam eden çatışmaların oranını düşündüğümüz zaman. Psikiyatride TSSB üzerine çalışma genellikle özel sektör ve devlet araştırma fonlarına bağlıdır ve bu yüzden Batı ve İsrail ordularındaki insansız hava aracı pilotlarına yöneliktir. Araştırma fonları açısından, Ortadoğu’da yöntem ve bakım hala devlet tabanlı. Sınırların yeniden çizildiği, rekabet içindeki ve nüfusun çatışmalardan dolayı göç ettiği bu bölgede, bu gruplara yönelik bakım hizmetlerini yönetmek daha da zor olabilir. Çatışma döneminde, sağlık hizmetleri ve psikiyatri Birleşmiş Milletler tarafından tek tek devletlerin meselesi olmaktan ziyade dünya genelinde insani meseleler olarak düşünülmektedir; ancak bu durumun sonucu daha uzun vadeli sistematik müdahaleler yerine genellikle bir dizi geçici çözüm olmaktadır. TSSB’ye yönelik tedavide, kısa dönemli sağlık hizmetlerinin sağlanmasında veya kamu politikasında hesaba katılmayan birçok karmaşık durum söz konusudur; örneğin hastalıkların başlangıcıyla tedavinin başlangıcı arasında gecikme olması, doğrudan travma ya da çocukların televizyonda bazı olaylara şahit olması, yetişkinlerden cinayet hikâyeleri duyması gibi dolaylı travma vakaları. Travmanın etkileri hayat boyu veya nesiller boyu sürebilir, bu tür mevzuların ele alınmasında daha uzun süreli araştırma ve sağlık hizmetleri planlamasına ihtiyaç duyulmaktadır.

Bununla birlikte, askeri çatışma bağlamında, travmayı bir hastalık ya da bireysel patoloji olarak değil de tümüyle sosyo-politik bağlama karşı makul bir tepki olarak görebilir miyiz?

• • •
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) göre 2015 yılında dünya genelinde toplam iltica başvurusu son 20 yılın en yüksek seviyesindeydi. UNHCR 2014 verilerine göre sanayileşmiş ülkelere iltica başvurularında Suriye, Irak ve Afganistan en yüksek orana sahip; bu yazı ise Suriyeli mültecilere odaklanacak. Altını çizmek gerekir ki, mülteci kriziyle ilgili haberler Avrupa’ya gidenlere odaklansa da, ne zaman Orta Doğu’da bir çatışma olsa mültecilerin çoğunluğu bölgede kalıyor. 2015 Ağustos’unda UNHCR 2014 verilerine göre; tahmini 119.981 Suriyeli AB ülkelerine (28 ülke) ve 146.373’ü geniş Avrupa’ya (38 ülke) başvuruda bulundu. Öte yandan, komşu ülkelerde 4 milyon kayıtlı Suriyeli bulunmaktadır; bunların 1,94 milyonu Türkiye’de, 1,1 milyonu Lübnan’da (1951 Mülteci Anlaşması’na taraf olmadığı halde), 629.266’sı Ürdün’de ve 249,463’ü Irak’ta bulunmaktadır. Bütün bu ülkelerin GSYİH rakamları Batı Avrupa’dan daha düşüktür. Bu durum Avrupa’nın göze çarpan altyapı kapasitesi “kriz”ini iyice belirginleştirmektedir.

Sanayileşmiş ülkelere iltica başvurusunda bulunan toplam mülteci sayısı arttı; ancak bu artışa yönelik tepkiler, konunun milli politika söyleminde nasıl şekillendiği ile ilişkilidir. 1990’lardan bugüne, 11 Eylül sonrasında daha yoğun olarak, hükümet ve sivil toplum örgütlerinin dili ve yaygınlaşması daha çok güvenlik üzerinden oldu; bu durum iltica ve göçe yönelik tutumda da kendisini gösterdi. Göç, artan bir oranda, kontrol edilmesi gereken bir süreç olarak görülmeye başlandı, siyasal partiler korku politikasını harekete geçirdiler, ulusötesi bağların küreselleşme yoluyla hızlandırılmasına ve derinleştirilmesine rağmen göçmen ve mülteciler ulus-devlete dışarıdan bir tehdit olarak konumlandırdı. Bu durum, siyasal partiler tarafından küreselleşen sermayeye yönelik kaygıları göçmen gruplara yönlendirmek için alevlendirildi.

İnsanların dolaşımı problematiği, popüler görüşler ve medya tarafından yasallık ve kriz üzerinden kuruldu — siyasal retoriğe hem karşılık hem de malumat veren bir şekilde. Bu yasa dışılık inşası kriz fikrini idame ettirmektedir, oysa yasa dışı sığınmacı ve mülteci diye bir şey yoktur; çünkü bu gruplar uluslararası hukuk tarafından güvence altındadır.

Bu kriz ve aciliyet söylemine rağmen, Suriye’deki askeri çatışmaların 2011 yılından beri devam ettiği ve Britanya’nın doğrudan askeri müdahaleyi savunduğu düşünüldüğünde, Birleşik Krallık hükümetinin duruma müdahalesi görece kısıtlı olmuştur. Birleşik Krallık aşikar cömertliği ile yakın zamanda Suriyeli mülteci almaya karar verdiğinde -yazımına katkıda bulundukları ve imzaladıkları 1951 BM Anlaşması gereği yasal olarak yapmak zorunda oldukları şey tam da bu- önceki göçmen akımlarına yönelik kolektif bir unutkanlık gerçekleşmiştir; örneğin 1990’lı yıllardaki Balkan göçleri, 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonrası mülteci halkların seçici bir cömertlikle kabul edilmesi. Mülteciler iltica hakkına kavuştuktan sonra bile, bu kısıtlıdır; örneğin Birleşik Krallık çocuk mültecileri kabul etmektedir ancak bu çocuklar 18 yaşını geçtikten sonra ülkeyi terk etmek veya İçişleri Bakanlığı’na, mahkemede, Birleşik Krallık’la azımsanmayacak bağları bulunduğunu kanıtlamak zorundadır. Hükümet yakın bir zamanda Suriyeli göçmenlerin ev sahibi yapılmalarına yönelik yatırım yapılacağını resmi bir politika olarak duyursa da, genel kemer sıkma önlemleri çerçevesinde uzunca bir süredir sığınmacı ve mültecilere hizmetler sunan, gayriresmi sivil toplum örgütlerinin kapasitesini düşürdü. Örneğin, İçişleri Bakanlığı sığınmacılara yönelik hizmetleri Göçmen Yardım derneğine transfer ettiği için, Londra’da bulunan, sığınmacılara yardımcı olan Lambeth ve Southwark Mülteci Konseyi 1 Nisan 2014 tarihinde kapandı.

Hükümet bu mülteci akımının üstesinden gelecek kaynakları olmadığını iddia ediyor; ancak Birleşik Krallık hükümetinin Suriye, Irak, Afganistan’a askeri müdahalelerde bulunmak için ne kadar para harcadığı incelendiği zaman, hükümetin bunu kolaylıkla karşılayabileceği görülmektedir. Birleşik Krallık’ın 2003-2009 yılları arasında Irak savaşına 8.4 milyon sterlin ve 2001-2013 yılları arasında Afganistan’da en az 37 milyar sterlin harcadığı tahmin edilmektedir. Savunma Bakanlığı 25 milyar sterlin gibi daha düşük bir tahmini rakam veriyor; ancak bu hesabın içinde, dönen askerler arasında fiziksel olarak yaralanan ve TSSB’si olanların uzun dönemli bakım maliyetleri yer almıyor. Suriye iç savaşına Birleşik Krallık’ın harcadığı miktar şu ana kadar yaklaşık 79 milyon sterlin ve görünen o ki 2003 yılında Irak’ın işgali IŞİD’in kurulmasını sağlamıştır, bu örgüt mülteci hareketinin başlıca sebebidir.

2012’den beri, Birleşik Krallık; BM temsilcilikleri, sivil toplum örgütleri ve Kızıl Haç dahil olmak üzere partner organizasyonlara 1 milyar dolar tahsis etti. Ayrıca Orta Doğu’daki mülteci kamplarına bağışlarda bulundu ve ülkeye giriş yapan mültecilerin konaklama ve yaşam giderleri için 1 milyar sterlinlik harcama yapacak, ancak bu harcama sadece mültecilerin ülkeye yerleştikten sonraki ilk yılı için geçerlidir. Birleşik Krallık’ın bölgedeki mevcut toplam askeri harcamaları ve planlanan askeri müdahalenin maliyetiyle karşılaştırıldığında bu harcama minimal düzeydedir. Mevzubahis doğal kaynaklara erişim ve jeopolitik güç olunca, muhteşem bir yatırım ve diplomasi söz konusudur, ancak askeri müdahalenin geride bıraktığı insanların önceliği daha düşüktür.

• • •
Çatışmadan kaçan mültecilere gelince, büyük bir kısmının çatışma sürecindeki deneyimlerden veya Avrupa’ya yol alırken şahit oldukları insan ölümlerinden kaynaklı psikiyatrik rahatsızlıklar yaşaması muhtemeldir. Mültecilerin son durağı belli olmadığı için birçok hükümet bu gruplara yönelik orta ve uzun vadeli psikiyatrik sağlık hizmeti planlayamamaktadır ve geçici olmasını tercih ettikleri, çalışanların kısa dönemli sözleşmelerle çalıştırıldığı bu mülteci kamplarına kayda değer bir yatırım yapmak istememektedir. Mülteciler, kamplar arasında geçiş yapıp hedef ülkelere ilerlerken, geçici veya sürdürülebilir sağlık bakımı kısıtlı olmaktadır. Mülteci kamplarında yaşamın kendisinin, izolasyon halinin, dış dünyayla ve önceki destek ağlarıyla eksik veya seyrek etkileşimin psikolojik etkileri vardır; ilticaya başvurunun bürokratik süreçleri aylar alabilmektedir, belirsizlik halindeki bu süreç apati ve klinik depresyona sebep olabilir.

Lübnan’da Filistinli mültecilerin yaşadığı mülteci kamplarında psikiyatrik rahatsızlıkları olanların oranının yüksek olduğu ve bu sayının, çoğunluğu genç ve TSSB mağduru olan Suriyeli mültecilerin akınıyla büyük oranda arttığı tahmin edilmektedir. Bölgedeki Suriyeli mültecilerin yalnızca %12’si resmi mülteci kamplarında yaşamakta ve bu sayede düzgün psikiyatrik sağlık hizmetine erişebilmektedir. Irak’taki mülteci kamplarında doktorlar yalnızca psikiyatrik rahatsızlıklarda değil daha kompleks reaksiyonlarda ve semptomlarda ve şizofreni gibi ekstrem rahatsızlıkların oranında da artış gözlemliyor. Suriye’deki Filistinli mülteciler de, artan bir oranla, yerlerinden edildi ya da ülkede mahsur kaldı; çünkü Ürdün çatışmaların başlangıcında 2011 yılında ve Lübnan Mayıs 2014’te Filistinli mültecilere kapılarını kapadı.

Mülteci kamplarındaki psikiyatrik tedaviyle ilgili problemler genellikle mülteci kamplarındaki daha geniş kaynak probleminin bir yansıması. Charles Watters’a göre, “SSTB” terimi sıklıkla travmaya karşı çeşitli türdeki tepkileri tek bir kapsayıcı kategoride toplamak için kullanılıyor. Yine de bu terimin kullanımı fon almak için etkili ve mülteci kamplarında SSTB oranı pragmatik sebeplerle, sıklıkla olduğundan fazla gösteriliyor. Bu psikiyatrik bağlamda sığınmacı ve mültecilerin “patolojik” bireyler olarak sosyal inşası, onların kendilik algısını etkileyebilir; çoğunlukla pasif mağdurlar olarak muamele görüyorlar, kendi ihtiyaçlarını izah edebilecek ve tedavi için kendi seçimlerini yapabilecek bireyler olarak değil.

Mülteci kamplarındaki psikiyatrik hizmet, ancak daha geniş bütünsel bir bakımın parçası olduğunda fayda sağlayabilir; mültecilere neyin onlara yardımcı olabileceğini soran aşağıdan yukarıya bir yaklaşımın sergilendiği birkaç tane kamp bulunmaktadır. Mülteciler bu sorulara cevap verdiklerinde, genellikle psikoterapi ihtiyacından ziyade sosyoekonomik faktörlere işaret ediyorlar; oysa bu ikisi birbirine oldukça bağlı. Mültecilerin ruh sağlığı, kendi kültürel kimliklerine ve destek ağlarına sahip olmalarına izin verilen ortamlarda daha iyidir. Ruhsal dayanıklılıklarını inşa etme, yeni koşullara adapte olma becerisi, şu anki veya önceki mültecilerin hizmetlere erişimde kendilerine yardımcı olması da, kendine yardım (self-help) ve topluluk desteği anlamında faydalıdır. Resmi psikiyatrik hizmetin olmadığı yerlerde, dernekler ve STK’lar bünyesinde taban örgütlenmeleri oluşturulabilir, kendini güçlendirme ve eylemlilik bilinci oluşturulabilir. Ancak mülteci kamplarındaki kısıtlı yemek tedariği fiziksel ve zihinsel tükenmişliğe sebep olmaktadır ve bu durum sürdürülebilir bir destek ağının gelişmesini engellemektedir ve her an taşınma durumunun belirsizliği altında insanlar kendilerini kamplara bağlayacak bir yatırım yapmak istemeyebilirler.

Mevcut mülteci “krizi” Orta Doğu’daki daha geniş, uzun vadeli yapısal sorunların belirtisidir. Batı müdahalesi bu sorunlarda büyük rol oynamaktadır. Orta Doğu’da bugün yaşananları yalnızca Batı müdahaleleri tarihine indirmek indirgemeci ve üst-belirlenimci olur. Ancak askeri müdahalelerin mirası, sınırların yeniden çizilmesi, ve bölge için uzun vadede istikrar sağlayacak rejimler yerine Batılı devletlerin kısa dönemli çıkarlarına hizmet eden rejimlerin desteklenmesi süregelen istikrarsızlığa katkı yapıyor. Batıdan ihraç edilen psikiyatri ile ruh sağlığı “problemlerini” tedavi etme düşüncesi büyük oranda Batı’dan kaynaklanmakta (askeri müdahaleler açısından) ve yine Batı tarafından ideolojik olarak inşa edilmektedir (bireysel patoloji açısından). Süregelen askeri müdahale, ruh sağlığı hizmetinin büyüyüp gelişeceği yerel altyapı kapasitesini düşürmektedir ve devam eden neo-sömürgeci projenin bir tarafı olması yönüyle Batı modelli ruh sağlığı hizmetinin ihracına yönelik etik şüpheler vardır.

Mevcut mülteci “krizine” katkısındaki sorumlulukları ve karşılığında orantılı bir miktarda yardım sunmadaki yetersizlikleri açısından, Batı’nın (yeni) sömürgeci şiddetinin etkilerine karşı özdüşünümselliği de yok denecek kadar az. Bu durum; sosyopolitik eşitsizlikler ve hem Birleşik Krallık’taki etnik azınlıklara, hem de daha küresel ölçekte eski kolonileştirilmiş ülkelere uygulanan sömürgeci şiddetin psikolojik hasarlarına yönelik daha geniş çaplı bir bilgi eksikliğinin parçasıdır. Kısmen, Batı merkezli, bireysel semptomlara yönelik psikiyatri hizmeti hem muğlak hem de daha geniş yapısal sorunları yeniden üretmeye elverişlidir.

Öte yandan, tüm bunlara rağmen, bu eşitsizlik ve marjinalizasyonun kesiştiği yerlerde ortaklıklar kurulabilir. Örneğin, haklar ve temsiliyet için mücadele eden, açlık grevleri organize eden ve protesto yürüyüşleri düzenleyen, öz-örgütlü mülteci hareketi Özgürlük İçin Mülteci Mücadelesi (Refugee Struggle for Freedom). Birleşik Krallık’ta mülteci mücadeleleriyle dayanışma amaçlı birçok protesto gösterisi gerçekleşmiş ve Birleşik Krallık’tan Calais’deki mülteci kamplarına erzak taşıyan Sınır Tanımayan Bisikletler (Bikes without Borders) gibi taban örgütlenmelerinin aktivist faaliyetlerinin tomurcuğu da atılmıştır. Ruhsal bozukluk deneyimleri kişiselleştirilmek ve depolitize edilmek zorunda değildir, Ruh Sağlığı Direniş Örgütü (Mental Health Resistance Network) gibi organizasyonlar psikiyatrik hizmetin daha geniş siyasal bağlamına odaklanmakta ve mültecilerin ruh sağlığı hizmetine ayrılan bütçenin hükümetçe kesilmesi sonucu oluşan açığı kapatmak için taban örgütlenmeleri oluşturmaktadır.