Alternatif Örgütlenmelerde Bir-Aradalığın Koşulları: Zorunluluk ve/vs Arzu


Umut Kocagöz


Dünyayı değiştirmek, yani farklı bir varoluş içerisinde olmak, işyerinde, üniversitede veya mahallede ekonomik ve sosyal hakları savunmak ve bunları geliştirmek, yeni bir dünyayı inşa etmek… Mevcut dünyamızdaki sorunları gören, araştıran ve çözmek isteyen insanlar çeşitli bir-aradalıklar inşa ediyor, alternatif örgütlenmelerde bir araya geliyorlar. Peki bu bir araya gelişlerin, alternatif örgütlenmelerde bir-aradalığın koşulları nelerdir? Birtakım somut talep ve ihtiyaçlar mı? Ortak kesen bir takım fikirler, ilkeler, ideolojiler yahut ütopyalar mı? Dünyayı değiştirme diye ifade edilen arzu mu? 

Soruyu başka türlü de sorabiliriz pekala: Bu örgütlenmeler, ne tür bir koşuldan dolayı ortaya çıkmakta? Yahut, bir-aradalığı bir koşul üzerinden düşünmek mümkün mü? Koşul kelimesini burada bir tür maddi bağlam olarak mı düşünmeli, yoksa insanların bir-aradalıklarını bir çerçeveye aldıkları birtakım normlar, duygulanımlar, arzular olarak mı tanımlamalı? Örneğin, bir arada olmak, bir arada olma zorunluluğundan mı kaynaklanmakta, yoksa bir arada olan insanların bir arada olmaya dair arzuları mı bu tür örgütlenmeleri var etmektedir? Peki ya sürdürülebilir veya “sonuç alıcı”, başka bir ifadeyle “dünyayı değiştirici / sorunlara çözüm üreten” ve aynı zamanda mevcut dünyanın var olma biçimini yeniden üretmeyen bir örgütlenme, nasıl bir bir-aradalığa, ne tür koşullara dayanabilir? Daha klasik ikilikler kullanacak olsak: Zorunluluk mu, keyfiyet mi; ihtiyaçlar mı, arzular mı? 

Soruların sayısı çoğaltılabilir elbette. Basit bir yere varmak ve bu basitlikten meseleyi kurmak da mümkün: dünyayı değiştirmek için ne tür bir-aradalıklar inşa etmeli? Bu soruya mevcutta alternatif bir-aradalık inşa etme gayretinde olan iki türde cevap verildiğini düşünüyorum. Birincisi, daha çok ihtiyaç ve talepler üzerinden bir araya gelmeleri ifade ediyor. Buna, zorunluluk temelli örgütlenmeler de diyebiliriz. İkincisi ise daha çok bir takım ortak fikirler, hisler, kimlikler yahut ütopyalar çerçevesinde bir araya gelen örgütlenmeler. Bunlara da arzu temelli örgütlenmeler diyebiliriz. Ben bu kategorileştirmeyi mevcut örgütlenme pratiklerinde gördüğüm iki eğilimi uçlaştırarak ifade ediyorum. Mevcut örgütlenme kipleri bu uçları temsil etmekte. Ancak bu zıtlığın doğru olmadığını aşağıda ifade etmeye çalışacağım.

Elbette bu tür soruları cevaplamak için öncelikle dünyayı değiştirmek hususunda “dünya” olarak kodladığımız sisteme baktığımızda ne gördüğümüzü ve neyi değiştirmenin gerekli olduğunu tespit etmemiz gerekir. Burada açıkçası dünyayı değiştirmekten anlamamızı umduğum şey, mevcut eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, baskı ve sömürünün günümüzdeki sistematik üreticisi, yaygınlaştırıcısı, çoğaltıcısı olarak kapitalist-hiyerarşik toplumsal sistem. Dolayısıyla, dünyayı değiştirmek esas olarak kapitalist ve hiyerarşik dünyayı değiştirmek anlamına geliyor. Ancak elbette kapitalizmin binlerce farklı kavranış biçimi vardır ve aynı zamanda kapitalizm de çok katmanlı bir ilişkiler manzumesi olarak çalışmakta, farklı coğrafyalar, farklı mekanlar, farklı bedenler ve farklı zamansallıklarda farklı biçimlerde işlemektedir. Lakin buradaki temel kodlamamız, kapitalizmin bir mantık, bir rasyonalite, bir var olma biçimi, yani sistematik olarak eşitsizlik vb. ilişkileri üreten bir dünya olmasıdır. Başka bir ifadeyle, kapitalizm dünyanın var olma biçimlerinden bir tanesidir ve milyonlarca biçimi zehirleyen bir mantıkla çalışır. Dolayısıyla, dünyayı değiştirmek meselesini esas itibariyle kapitalist olmayan bir dünya (veya dünyalar) kurma mücadelesi olarak düşünmeyi öneriyorum.

Dünyayı değiştirmek hadisesine dâhil olmak, böylece, farklı biçimlerde bu dünyayı istemeyen kişilerin başka dünyayı/dünyaları istemesi ile mevcut dünyanın kendi var oluşlarını yok ettiğini deneyimlemesi üzerinden kendilerini bu mevcut dünyayı değiştirmek zorunda hissetmesi gibi farklı bir takım duygulanımların harekete geçmesine bağlıdır. Yani ortada, o veya bu sebeple mevcut dünyada yaşayamama, onun dışına taşma durumu söz konusu.

Farklı politik yaklaşımlar, dünyayı değiştirecek özneyi tarif etmek konusunda tartışmalar içerisine girmektedir. Bu yaklaşımlar, dolayısıyla, farklı özne kategorilerini dünyayı değiştirecek aktör olarak tarif etmek ve bu öznenin örgütlenmesini dünyayı değiştirmenin esası olarak tarif etmek durumundadır. Sahi, dünyayı değiştirme gücü kime aittir? Hangi özne bu hadiseyi hayalden gerçeğe taşıyabilir? Veya hayal etmek dünyayı değiştirmenin neresinde durur? Kim hayal eder, kim tasarlar, kim değiştirir? 

Burada, arzu ile zorunluluk arasındaki temel bağın önemini araştırmak için bir kapı aralandığını düşünüyorum. Mevcut dünyanın egemenleri dışında kalan bütün ezilenleri/dezavantajlıları/mülksüzleri aslında zorunlu olarak bu dünyayı değiştirmelidir. Halbuki bu kesimlerin içlerinde dünyayı değiştirmeyi hayal eden insanların sayısı marjinal denecek kadar azdır ve elbette mülksüzler de katmanlara ayrılır; ezilenler, ezilenlerin ezilenleri ve sonrasında bu belki de sayısız katmana daha bölünür. Bu farklılaşma içerisinde ne tür bir-aradalıklar inşa edileceği ve egemenlik kiplerine karşı alternatifler oluşturulacağı böylece hayati bir anlam kazanır. Homojen olmayan milyarlarca insanın, kendi farklılaşmaları ve çatışmaları içerisinde, bir araya gelerek kendi kaderlerini değiştirmeleri hızlı, basit ve çatışmasız olamaz.

Böylesi bir maddi gerçeklik içerisinde alternatif bir-aradalıklar genellikle bir takım arzuların kışkırtılması, hayallerin ortaklaştırılması (ütopya), çeşitli kimliklere bağlı bir-aradalıkların inşa edilmesi, ilkeler etrafında çerçevelenmesi vb. suretiyle inşa edebilmektedir. Zorunluluk temeli aşınan bu tür bir-aradalıkların ise zamanla çeşitli sorunlara yol açtığını gözlemleyebiliriz. Ortak arzuların, ideallerin, ütopyaların paylaşıldığı bu tür örgütlenme pratiklerinin ise yeterince kapsayıcı olmadığını, özellikle günümüz dünyasında içine kapalı topluluklara dönüştüğünü gözlemleyebiliriz.

Özellikle ülkemizde bir arada olmanın, kolektif çalışmalar yapmanın kültürel pratiğinin çok zayıf olduğu düşünüldüğünde, ısrarla bir arada kalmanın, kolektif çalışmalar içerisinde yer almanın, dünyayı değiştirme faaliyetinin önemli bir girdisi olduğunu ifade edebiliriz. Ancak mevcut ısrarın aynı zamanda sayısız bölünme, ayrılma, kopma, düşme, kavga, gerilim vb. olgu ve hisleri de beraberinde getirmiş olduğunu, buna bağlı olarak sayısız insanın dünyayı değiştirme ihtiyaç ve arzusundan vazgeçerek “kendi” bireysel hayatlarına döndüğünü hatırlamamız da gerekir. Dolayısıyla, arzu, ihtiyaç ve zorunluluklar arasındaki gerilimleri, kişilerin “kendi” toplumsal varoluşları ile inşa ettikleri veya içerisinde yer aldıkları bir-aradalıklar bağlamında ele almak, alternatif örgütlenmelerin önüne sıkça çıkan ve kişileri bu örgütlenmelerden uzaklaştıran çeşitli “keyfi” ve “kişisel” yansımaları eleştirel bir şekilde çözümlemek açısından çok önemli görünmektedir.

Bu bağlamda yine ele alınması gereken önemli bir sorunsal da bir-aradalık geriliminde ortaya çıkan, bir olmak ve arada olmak, yani özdeşlik ile oluş arasındaki çatışmada gözlemlenebilir. İnsanların beraber eyleyerek dönüştükleri ve inşa ettikleri “ara” deneyimlerde “oldukları” birtakım örgütlenme pratikleri, zaman zaman aradalık deneyimini “bir” içinde “özdeş olma” gibi kimlik kuran örgütlenmelere dönüştürebilmektedir. Böylesi durumlar içerisinde olan örgütlenme deneyimlerinin, dünyayı değiştirmek iddiasının yarattığı basıncı ve verilmiş emeği de hesaba kattığımızda birtakım baskılayıcı ve dışlayıcı pratikler üretmesini nasıl anlamak gerekir? Mevcut deneyimde (yani dünyayı değiştirme zorunluluğu ve arzusunun “bir olma” ve kimlik üretme gerilimine taşındığı bir yerde) ortaya çıkan birtakım kolektif arızalarda, “bir” olma halini aşmak için neler yapılabilir? Bazı durumlarda son derece yatay, ağsal ve gevşek ilişkilerde kuruluyor gibi görünen bu deneyimlerin bir tür “hayali cemaat” üreterek mevcut örgütlenme arzusunu mülkleştirdiği, somut ve gerçekçi örgütlenme biçimlerinin bu bağlamda sorunları çözmek için daha işlevsel olabileceği iddia edilebilir mi?

Bir-aradalık deneyimlerinin bu tür özdeşlik üreten kimliklerde, fikirsel ve ilkesel ortaklıklarda, yahut arzunun ve ütopyanın paylaşılması bağlamında ortaya çıkmasındaki temel sorun, elbette bu paylaşılan fikir, ilke veya ütopyaların sorunlu olmasından kaynaklanmıyor. Sorun, dünyayı değiştirme arzusunun bu örgütlenme deneyimlerinde mülkleştirilmesinden ve bir topluluk için çitlenmesinden kaynaklanıyor.

İşte bu gerilim, bir-aradalılık deneyiminin arzu ve zorunluluk arasındaki, farklı toplumsal kesimleri bir arada tutacak, başka dünyalar için örgütlenmeyi kışkırtacak, hayaller ve arzular içerisinden yeni bir dünyanın inşa edilmesi sürecine bağlanacak ne tür örgütlenme pratiklerinin mümkün olduğunu düşünmemizi zorunlu kılıyor. Dolayısıyla bir yandan mevcut örgütlenme pratiklerinde karşılaşacağımız gerilimleri gün yüzüne çıkarmak, bir yandan da örgütlenme pratiğinin maddi koşullarına ve bu koşulların dünyayı değiştirme konusunda zorunlu ve arzulu sebeplerine bakmak gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyayı değiştirmenin daha iyi, daha güzel, daha kalıcı ve daha efektif yöntemlerini bulabiliriz.

Mülkleşmeyen Arzu Neye Benzeyebilir?

Dünya bizlerin bir-aradalıkları ve ütopyaları ile sınırlı olmadığına göre, üretilen alternatif bir-aradalıklar her daim diğer toplumsal ilişkilerin içinde ve onlarla ilişkili olduğuna göre, dünyayı değiştirme arzusu her daim kendilik denilen hayaletin dışına taşma ihtiyacı taşır. Başka bir ifadeyle, bir arzu, ayakları somut ilişkiler etrafında yere basan ancak hayali referanslarla örülü topluluklar içerisinde mülkleştirilmeyecek ise, iç ve dış dünya gerilimleri duvarları güvenlikli ve izolasyon özelliğine sahip bir “kendilik” kavrayışının dışında algılanmalıdır. Böylece arzu kendisini gerçekleştireceği düzlemi, toplumsal ilişkilerin herhangi bir katmanında bulabilir ve uygulayabilir. Buna, kendilik örgütlenmesinden çıkmak anlamında, toplumsal örgütlenme diyebiliriz.

Bu bağlamı kabul edecek olursak, birtakım iyi ve güzel fikirlere sahip insanların arzuladığı şeyin bu arzunun mülkleştirildiği bir-aradalık deneyimlerinde gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla arzu, kendine sınırlar çizen türden bir deneyim içinde mülkleştirilerek değil her daim dışa açılan bir-aradalık deneyimlerinde özgürleşebilir. Bu özgürleşmenin kendisi başlı başına bir öğrenme ve inşa süreci olarak ele alınabilir. İnsanın içine sıkıştırıldığı kendi kendiliği, topluluk kendiliği, kimlik temelli kendiliği, kabuğu kırılması ve özgürleşmesi gereken bir süreç olarak anlam kazanır. Böylece arzu, bir-aradalık inşa etmenin bir zorunluluğu olarak kavranmaya başlanır. Toplumsal örgütlenme bu zorunluluğun ifade biçimlerinden bir tanesidir.

Dünyayı değiştirmek bu açıdan öncelikle ezilmişliğin bir tür kabulü olarak bir-aradalık imkânlarının araştırılması ve inşa edilmesidir. Bu araştırma ve inşa edilme süreci, zorunlu olarak bir-arada olmanın öğrenilmesi ve kavranmasıdır. Bir-arada olmamak hem bir lüks, keyfiyet hem de sistematik eşitsizlik olarak mevcut dünyanın yeniden üretilmesidir. Böylece arzu, zorunluluğun kabulü ile başlayan bir dışa taşma süreci; bu kabule dayanarak bir-aradalık biçimleri inşa etme süreci; bir-aradalık biçimlerini çoğaltma süreci olarak anlam kazanır. Mülkleştirilmez, kendine ait kılınmaz; özgürleştirilir, müşterekleştirilir. Kaynağı gezegen olan bu duygulanım, gezegenin daha iyi bir yer yapılması için ona geri döndürülür. 

Böylesi bir yaklaşım alternatif bir-aradalık pratiklerini ele alma ve değerlendirmede bir çerçeve olabilir. Böylece sorunların kaynakları onların maddi kaynakları ile bağlantılandırılır; kişisel ve keyfi tutumlar bir-aradalığın zorunluluk ekseninde çözümlenir. Kişilerin “kendi” düşüncesi, hayali ve fikrinin en iyi, en kıymetli, en doğru ve en gerçekçi olduğu iddiası geçersiz kılınır; arzu kişisellikten özgürleşerek bir toplumsal örgütlenmenin esası haline gelir. Bir-aradalık pratiklerinde böylece arzu ve zorunluluk birbirine karşıt ikilik olarak deneyimlenmek yerine birbirine sıkı sıkıya bağlı ve dolayısıyla birbirini besleyen yapı taşları olarak kavranır. 

Alternatif örgütlenmelerde bir-aradalığın koşulu bu açıdan hem zorunluluk hem de arzudur. Dünyanın ezilenleri, marjinalleri, kaybedenleri, hayalleri değersizleştirilenleri, sömürülenleri kendilerine anlamlı bir dünya kurmak için dünyayı değiştirmek zorundadır. Anlamlı bir dünya kurmak ise gezegenin temelinde yatan yaşama istenci, bu istencin güçlü bir şekilde arzulanmasıdır.

***

Editör Notu: Bu yazı, 19-21 Ekim 2018 tarihleri arasında TODAP tarafından İzmir’de gerçekleştirilen VI. Eleştirel Psikoloji Sempozyumu’nda sunulmuş olan bildirinin gözden geçirilmiş tam metnidir.