Görüş I • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •


Ayşe Devrim Başterzi
“Dünyaya da ruh sağlığı alanına da feminist  pencereden bakan bir kadın olarak eylemliliğin dilde, söylemde, sözcüklerde başladığını düşünüyorum. 
Yardımlaşmamak, mesela dayanışmak. Ev işlerine yardımcı olmak değil, ev işlerini, bakım işlerini  paylaşmak, bölüşmek diyebilmek…Kimler daha çok  inciniyor? 
İncinmeye yatkın hassas grupları  ‘dezavantajlı’ olarak tanımlamak avantajlı/dezavantajlı ikilemine sıkışmak yerine, ezen/ezilen desek, mağduru değil de faili ifşa etsek? (…)”


Soru 1: Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız? Bu sürece ilişkin eleştirel bir yorumlama sizce neleri gözden kaçırmamalıdır?

Burada hem hastalığın yol açtığı birçok kayıp hem de izolasyonun, karantinanın yarattığı kapatılma hissinin yol açtığı genel travmatik hâlden ya da korku, kaygı, endişe, öfke, çaresizlik, yalnızlık gibi yaygın hislerden söz ederek başlamak mümkün tabii ya da öngörülemezliğin, yanlış bilgilenmenin ya da komplo teorilerinin ruh hâlinden. Ancak böyle başlamayı pek de istemem, çünkü aslında her travmatik yaşantı bizim topluluk düzenimize, bir arada nasıl yaşadığımıza dair gerçekleri su yüzüne çıkarır. Travmatik yaşantıların ardından yayınlanan saygıdeğer araştırmaların, psikolojik travma hakkında yazılan bilimsel kitapların çoklukla göz ardı ettiği ya da birkaç cümle ile ifade ettiği, ‘etkilenmeyi arttıran’ bir parametre, bir risk faktörü olarak kaydettiği eşitsizlik, adaletsizlik, adalete erişim, yoksulluk, yoksunluk, ayrımcılık, dışlanma gibi can acıtıcı hatta can alıcı kelimelerin anlamlarını pandemi eşliğinde düşünmeyi önerebilirim. Hastalık bu denli eşitsiz etkiliyor mu insanları bilemiyorum, evet yaşlılar, kronik hastalığı olanlar risk altında, ancak ruhsal açıdan oluşturduğu yaralanma çok daha eşitsiz. Travma yaşantılarının gelip geçici ruhsal yaraların ise kalıcı, hatta kuşaktan kuşağa aktarılan doğasını her daim göz önünde tutmayı öneriyorum. 

Eşitsizlik, adaletsizlik COVID-19 isimli küçücük bir virüs aracılığı ile ne kadar görünür hâle geldi diyebilir miyiz yoksa görünür olanı görebiliyor muyuz, yoksa görmeyi bile inkâr mı ediyoruz diye sormamız mı gerekiyor. İstanbul’da yaşayan, tekstil atölyelerinde kayıt dışı çalışan bir çoğu savaştan kaçmış, Suriyeli kadın işçilerin 4 günlük karantina boyunca eski ve izbe binalarda yer alan atölyelerde, sokağa çıkma yasağı boyunca ‘sokağa çıkmadan’ çalıştıklarını, sandalyeler, makineler üzerinde ve yerlerde uyuduklarını, kişisel koruyucu ekipmanlara ulaşmak bir tarafa temiz tuvalet, sabun, tuvalet kağıdı bulamadıkları koşullarda bizlerin yirminci, otuzuncu belki yüzüncü tişörtünü dokumak, beşinci kot pantolonumuzu dikmek için çalıştıklarını, çalışanların bazılarının on iki yaşında bile olmadığını görüyor muyuz mesela? Burada COVID felaketi kimi nasıl etkiliyor diye düşünürken elbette kimsenin tuzu kuru değil ama tuzu hiç olmayanların ruh hâlleri nasıl acaba? Onlar nasıl başa çıkıyor, direniyor, ayakta kalıyor? Biz ruh sağlığı çalışanları olarak onların ruhsal etkilenmesine dair ne söyleyebiliriz? Mülteciler için çevrimiçi terapi, psikolojik ilk yardım programları geliştirmeyi düşünün mesela, anadilde erişsinler hatta, bu sorunu bu şekilde çözmek kimin ihtiyacı? Mültecilerin büyük çoğunluğu gerçekten çevrimiçi kaynaklara ulaşacak telefonlara, internet paketlerine, kişisel mahrem alanlara sahip mi? Güvenceli çalışmalarını, yaşamaları, ayrımcılığa, nefret söylemlerine maruz kalmadan saygı gören bireyler olarak yaşamlarını sürdürmeleri için neler yapabiliriz?

Bir meslektaşım televizyonda ‘elinizi yıkayın, sağlıklı beslenin, günde 30-45 dakika egzersiz yapın, Corona’ya karşı bünyenizi güçlü tutun’ diyor. Bir arkadaşım hiç kitap okuyamamaktan, bir diğeri aldığı kilolardan yakınıyor. Bunları söylememiz ya da bunlardan yakınabilmemizi sağlayan şey eşitsizliğin toplumsal adaletsizliğin acısına olan mesafemiz. 

Gündelikçi işlerde çalışan ve pandemi nedeniyle çalışamayan bir sürü insanı temizlik işçilerini, taksi şoförlerinin evlerinde şu anda hayat nasıl dönüyor? Virüse rağmen, ölme olasılığına rağmen artık hayat normale dönsün diyen insanların çığlığını duysak da her şeyin olağana döndüğü bir hâlde yaşamayı göğüsleyebilecek miyiz? Çok acılı dilemmalar içinde yaşayacağız önümüzdeki birkaç yılı sanırım…

Karantina ya da #evdekal’ın insanların yaşamındaki karşılığını da eşitsizlik, adaletsizlik üzerinden yeniden konuşmamız, düşünmemiz gerekiyor. Devletin adaletine başvurmak yerine kişilerarası adaleti düşüneceğimiz bir alan çünkü burası. Ev işlerinin yapılışından söz ediyorum somut olarak. Anneler günü de yaklaşırken evin her işini yapan, çocuğuna bakan, okul derslerini takip eden, eskiden pişirdiğinin en az 2 katı yemek pişiren, 3 katı ev temizleyen kadınlardan. Beyaz yakalı kadınların ev içinde ne yaşadıkları ise ayrı bir eşitsizlik, adaletsizlik örneği. Erkekler salona işe gider gibi gidip ofise bağlanırken, mutfakta hem bilgisayar başında hem yemek yapan kaç kadın, hâlâ ütülü gömlek giymek isteyen ama gömleğini kendi ütülemeyen kaç erkek var acaba? Çocukların ödevlerini, çevrimiçi ya da televizyondan derslere erişimlerini kim kontrol ediyor?  Bir saat çocuklarla oynayınca hadi diyelim üstüne haftada 2-3 yemek pişirince gündelik iş kotasını adaletle yerine getirdiğini, özverili olduğunu düşünen evde kalan erkeklerin boş zamanları ile kadınların boş zaman saatlerini karşılaştırsak? Beyaz yakalılar için evde kalmak evden çalışıyorlarsa hoş bir deneyim/değişiklik mi oldu acaba? Gece 11’de gönderdiği maile acil yanıt bekleyen amirler ‘zaten evdesiniz, ne yapıyorsunuz?’ diyorlar sanki. Elbette her çalışan bundan etkileniyor ancak sosyal medyada sergilenen ramazan pideleri, lahmacunlar bir evde nasıl hazırlanıyor, bulaşıkları kim yıkıyor? Birçok kadın soluksuz çalışıyor, uyku saati artmak yerine azalmış gibi görünüyor. 

Yetmeyeni yetirmek de kadınların sorumluluğunda, eve en iyi ihtimal aynı miktarda para girse de evde yenilen öğün sayısı, yiyen kişi sayısı arttı, yıkanan bulaşığın deterjanından, kullanılan tuvalet kağıdına her evin ihtiyaçları artarken her şey pahalandı ve yoksulluk hep kadın hanesine, ‘yardım’ ya da ‘dayanışma’ kanallarına ulaşmak da kadının sorumluluğu, erkeklerin birine ‘minnet etmesi’ ayrı bir ruhsal yara sanki, kadınlar daha kolay ister diye düşünülüyor. Kadınlar için yardım istemek kolay mı? Ruh sağlığı alanında çalışan kişiler olarak COVID’in her birimizi başka yerlerinden yaralayan bir şey olduğunu akılda tutmak gerekiyor ama kimi nasıl yaralıyor? Biricikliği ve demografik verilerin o biricikliğe etkisini hep gözetmek gerekiyor. Genelleştiren, tektipleştiren değil de özelleştiren, biricikleştiren, tek tek kişiler için travmatik yaşantının biricik etkilerini göz önüne alan herkese nefes egzersizi, gevşeme teknikleri değil de yaşadıklarını anlayarak, taşıyarak, kapsayarak dinleme.

* *

Soru 2: Psikolojiyle ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken, bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz? Bu süreç ve yapacaklarımız bu mesleki bilgi ve faaliyetlerimizi nasıl etkiler?

Dünyaya da ruh sağlığı alanına da feminist pencereden bakan bir kadın olarak eylemliliğin dilde, söylemde, sözcüklerde başladığını düşünüyorum. Yardımlaşmamak, mesela dayanışmak. Ev işlerine yardımcı olmak değil, ev işlerini, bakım işlerini paylaşmak, bölüşmek diyebilmek… Kimler daha çok inciniyor? İncinmeye yatkın hassas grupları ‘dezavantajlı’ olarak tanımlamak avantajlı/dezavantajlı ikilemine sıkışmak yerine, ezen/ezilen desek, mağduru değil de faili ifşa etsek? Bu nedenle de medyada ruh sağlığının yaygın olarak nasıl etkilendiğini korkuyu, kaygıyı, belirsizliği elbette ki konuşmak lazım ancak eşitsizliği adaletsizliği konuşmadan, genel geçer bir ruh hâlini konuşmak travmatik etkilenmeyi azaltmak için yeterli değil. Tüm dünyada ruhsal rahatsızlıklar için risk grupları sağlık çalışanları, COVID hastaları ve yakınları ile başlıyor. Ancak bu grupların her birinin yoksulluğu, yoksunluklarını, ayakta kalma yollarını, sosyal desteklerini düşünmeden ruhsal etkilenmelerini sadece hastalıkla sınırlı bir alandan kavramamız mümkün olmayabilir. 

Birbiri üstüne gelen felaketlerin bir bitmeden bir diğerinin başladığı bir seneden geçiyoruz. Elbette ki üzüleceğiz, kaygılanacağız, bir şey olmamış, teğet geçmiş gibi davranamayız. Ancak bu olayların etkisini azaltmak için, ruhsal açıdan ayakta kalabilmek için ihtiyacımız olan şey eşitsizliklere karşı dayanışma elbette, ancak adaletsizliklere karşı ne yapacağız? Yokluk, yoksulluk, yoksunluk için devletlere ihtiyacımız var. Bizlerin vergileri ile bizlere bakmalı devletler bugünlerde, havaalanı inşaatlarına, kanallara değil de vatandaşlara destek gerekiyor ruhsal açıdan iyi hissetmek için… Yeni Zelanda’nın, Kanada’nın ‘siz parayı merak etmeyin, biz hâlledeceğiz’ diyen liderlerini duymak orada yaşayanların ruh hâlini İngiltere’de, İsveç’te yaşayanların ruh hâlini karşılaştırmak lazım. Ancak kendi biricik özel hayat alanlarımız, yani evin içi, evin dışı, iş bölüşmek, işleri dayanışma ile yapmak? Burada devletten hizmet ya da adalet bekleyemeyiz, kişilerarası adaleti nasıl oluşturacağız? Muktedirin vicdanı nasıl işler? Kötülük nasıl sıradanlaşır? Bunları sadece politik platformlarda değil, gündelik hayatın en içinde, evin orta yerinde sormak lazım...

Başın gözün sadakası için birilerine para vermek değil, öngörülemezliğin nasıl yakıcı bir his olduğunu hissettiğimiz ölçüde kendimiz gibi olan, eşitimiz olan  diğer insanlar için de öngörülemez olanı öngörülebilir kılmaya çalışmak, oturduğumuz apartmandan, temasta olduğumuz gündelikçi işçilerden, yakın dostlardan akrabalardan başlayarak kitlesel şekilde bir dayanışma kültürünün olmasını sağlamaya çalışmak yanında elbette ki her zamankinden daha şiddetli şekilde eşitlik, adalet taleplerimizi dile getirmek gerekiyor. Hapishanelerden, ölüm oruçlarından, işten çıkarılmalara, ücretsiz iznin meşrulaştırılmasına kadar sesimizin yükselmesi gereken ne kadar çok yer var. Ancak sosyal medya mecralarından ses çıkarmak yeterli mi, bugünlerde vicdanımızı önümüze koyup düşünmeliyiz neyi kendimiz için yapıyoruz, ne zaman diğerkam oluyoruz diye... Travmatik yaşantılardan geçerken insanların ayakta kalmasını sağlayan temel şeylerden birisi diğerkamlık ama sahici bir şekilde ötekileri gözetebilme hâlini ne zaman sağlamış olacağız?

Şimdi kimler için ulaşılabiliriz, nasıl daha çok kişiye ulaşırız, elbette ki ruhsal etkilenmeyi azaltmanın temel yolu hak savunuculuğu. Eşitsizliği, adaletsizliği ifşa ederek, kötülüğün sıradanlaşmasının normatif hâle gelmesine izin vermemek için hakikati örten maskelerin, perdelerin kaldırılmasına hem ön ayak hem tanık olma zorunluluğumuz ve sorumluluğumuz var diye düşünüyorum. Bu dönemin sonunda totaliteryen rejimlerin güç bulmasına yol açacak ruhsal etkenin çaresizlik güçsüzlük olacağını öngörebiliriz. O zaman bugünden başlayarak güçsüzlük, çaresizlik yaşayan kişilerin nasıl yanlarında duracağız buraya bakarak davranmamız gerekiyor... Burada da bir büyük kardeş, küçük kardeş ayrımına gitmeden eşitler arası bir ortaklık tanımlamaktan söz ediyorum…
* *
Soru 3: Eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Bir pandeminin muhtemelen başlarındayız, belki bir duraklama dönemindeyken önümüzdeki günler için neler yapabiliriz düşünmemiz gerekiyor meslek grubu olarak da... Travma çalışmak nasıl bir şey, ‘iyi tanıklık’ nedir, nasıl yapılır? Depremler ardından çalışırken, muayene odasında yiyecek olsun su olsun, size gelen kişilerin temel ihtiyaç malzemelerini gözetin diyorduk. Şimdi ihtiyaç nedir göz ardı etmemek gerekiyor? Travma nasıl çalışılır, süreğen travma nasıl çalışılır, her bir ruh sağlığı erbabının bilgilerini yenilemesi, güncellemesi, geliştirmesi gerekiyor.

Kendi ruhumuzu iyileştirmek, kendi huzursuzluğumuzu dindirmek için mi çalışıyoruz? Ruh sağlığı alanında, travma alanında çalışan herkesin düşünmesi gereken bir soru bence. COVID alanında hasta kabulüne başlamadan, sağlık çalışanlarının ruhsal etkilenmesini inceleyen çevrimiçi anketler, depresyon, kaygı testleri doldurtmayı hedefleyenler var. Üyesi olduğum birçok mesleki gruba çalışma formları düşmeye başladı mesela, bu bilgiler ne işimize yarayacak? İlk günlerde kaygılılar, sonra da azalıyor, çocukları varsa, aileden ayrıysa, yakın arkadaşını kaybettiyse, uzun saatler çalışıyorsa, kişisel koruyucu ekipman yeterince yoksa daha kaygılı ve travma sonrası ruhsal bozukluklar daha çok demek için anket formları, öncesi sonrası çalışmalara mı ihtiyacımız var?

Kriz danışma hatları, elbette ki çok faydalı ancak siz bir sefer görüştüğünüz bir kanalın en fazla size ‘çok yardımcı’ olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak sanırım yardımlaşmak değil de dayanışmak gerekiyor. Yardımcı olmak değil de dayanışma içinde olmak sürekliliği olan bir şey. Sürekliliği olan ruh sağlığı hizmetlerini nasıl örgütleyeceğiz, bu bence bugünlerdeki ana sorunumuz. Ve elbette burası sadece etkilenenlere danışmanlık vermeyi ya da tedavi etmeyi kapsamamalı, insanların ruhsal açıdan bu travmatik yaşantıdan daha az etkilenmelerini sağlamak için ne yapabiliriz? 

Sözlerim ‘yas’ ile bitirmek isterim. 2. Dünya Savaşı’nı başlatanın büyük ölçüde 1. Dünya Savaşı’nın tutulamayan, örtbas edilen yası olduğunu, Avrupa’nın ortasında 21. Yüzyılda patlayan bombaların müsebbibinin Afrika’yı işgal ederken, sömürgeleştirirken yapılanlarla hesaplaşamamak, adaleti ya da tazminatı sağlayamamak olduğunu akılda tutmamız gerekiyor. COVİD hastalarının ölüme oldukça yalnız gittiğini biliyoruz, yakınları evlerinde çaresizce haber bekliyor. Bu bizim bilmediğimiz bir şey, biraz savaşan askerler gibi belki… Ölenlerin ardından evlerde hayat akıp gidiyor, durmuyor, oysaki birisi ölünce hayat durur bir evde, ocak yanmaz, yemek yapılmaz, dostlar akrabalar, sevenler toplanır birlikte ağlar ve belki de birlikte gülerler yaşanan anları hatırlayarak, bunların hiçbirini yapamıyoruz.  Ne giden insanların ardından hakkıyla cenaze törenleri yapabiliyoruz, ne kaybettiğimiz fiziksel temas hâlinin yasını tutup yerine bir eşdeğer geliştirebiliyoruz, ne de bir salgının pandemiye dönüşmesinin failleri ile hesaplaşabiliyoruz. Burasının can yakıcı bir şekilde gündemimizde olması gerektiğini düşünüyorum; pandemi sırasında da sonrasında da. Yaşadığımız coğrafyanın bitmeyen, süreğen travmaları sırasında, bu yeni travmanın biteceği günü beklemeden bir arada yas tutabilmenin yollarını düşünmeliyiz, inşa etmeliyiz.