Görüş X • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •

G. İrem Umuroğlu
“Salgınla birlikte dikkat etmeye başladığımız sosyal mesafe, aslında salgın öncesinde de hepimizin günlük hayatlarına kanıksanmış ve farkında olmadan kamusal alanda mahremiyet ihtiyacımızı karşılamak ve kişisel mekânımızı korumak için aldığımız bir mesafe tipidir. Çevre psikolojisi, insanın mahremiyet ihtiyacını diyalektik bir bakışla anlamaya çalışır. (…)”


Soru 1: Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız? Bu sürece ilişkin eleştirel bir yorumlama sizce neleri gözden kaçırmamalıdır?
İçinden geçtiğimiz bugünleri naif bir çabayla anlamaya çalıştığımda zihnimin aşinalık ve yabancılık diyalektiğinde gidip geldiğini söyleyebilirim. İnsanlık tarihinin döngüsünde salgınlar, çatışmalar veya savaşların kolektif belleklerde oluşturdukları anılarla ortak kitlesel etkileri veya sonuçları (kamusal alan hareketliliğinin kısıtlanması, geçici süreli sokağa çıkma yasakları, alışveriş sıraları, ekonomik sıkıntılar vs.) yaratması bakımından bu salgın, bir bakıma aşina olduğumuz bir yaşantı. Benzer şekilde insanlığın sonunu, insanın doğaya karşı bitmek bilmez üstünlük çabasını veya doğa karşısındaki tahrip edici ve yıkıcı hırsına dair çok farklı mit, efsane veya komplo teorisini konu alan bilimkurgu eserlerinin sahnelerini akıllara getirmesi bakımından da sıkça görüp izlediğimiz, hatta bazı kehanetleri haklı çıkarması açısından da bir kısmımızın veya bazılarımızın belki de çoktandır yaşanmasını beklediği bir deneyim. Fakat kocaman bir yanıyla da küresel ölçekte toplumsal düzende ve bireylerin gündelik rutinlerinde yarattığı etkiler bakımından tamamen yabancı olduğumuz, hatta “içeride” evlerimizde kalmamız gereken bu dönemde “dışarıda” var olup olmadığına dahi hâlen daha inanmakta güçlük çektiğimiz bir gerçeklik olduğu söylenebilir.

Doğası gereği mevcut rutini yıkan ve hızla değiştiren bu sürecin bireyler ve toplumlar nezdinde yarattığı etkileri anlama ve açıklama çabası, şüphesiz çok sayıda disiplini gerek kendi içinde gerekse interaktif olarak eleştirel düşünmeye sevk etti. Bu bağlamda psikoloji ana bilim dalı ve daha özelinde insan davranışlarını, davranışın içinde şekillendiği zaman ve mekânla olan karşılıklı etkileşiminde anlamaya ve açıklamaya çalışan çevre psikolojisi perspektifiyle, salgın söyleminin karakteristik ifadeleri hâline gelen “sosyal mesafe”, “sosyal izolasyon” ve “karantina” kavramlarını ve bu kavramların çevresel deneyimlerimiz üzerindeki etkilerini yeniden düşünebiliriz.

Salgınla birlikte dikkat etmeye başladığımız sosyal mesafe, aslında salgın öncesinde de hepimizin günlük hayatlarına kanıksanmış ve farkında olmadan kamusal alanda mahremiyet ihtiyacımızı karşılamak ve kişisel mekânımızı korumak için aldığımız bir mesafe tipidir. Çevre psikolojisi, insanın mahremiyet ihtiyacını diyalektik bir bakışla anlamaya çalışır. Diğer bir ifadeyle mahremiyet ihtiyacı, insanın sadece kendi içine kapanma veya diğerlerinden ayrılma isteğini değil, aynı anda diğerleri ile bir arada olabilme isteğini yani bireylerin hem açılma hem de kapanma ihtiyaçlarını karşılayan ve bu ihtiyaçların hiçbir zaman birbirini yok edemediği dinamik bir sürece işaret eder. Davranışsal boyutta ise kavram, insanların sosyal dünya ve diğerleri ile arasındaki ilişkileri mekânsal davranışları üzerinden belirleme ve düzenleme pratiklerini anlatır. Nitekim Hall, proksemi kavramıyla tam da kim olduğumuzun değil, nerede ne kadar uzakta ve ne mesafede durduğumuzun diğerlerini nasıl algılayacağımızı ve sosyal etkileşimlerimizi belirleyeceğinden söz eder. Bu mesafeler en kısadan en uzağa doğru; mahrem mesafe (çok yakın ve teklifsiz ilişkiler), kişisel mesafe (yakın arkadaşlıklar), sosyal mesafe (yakınlık hissinin veya rahatlığının hissedilmediği kişiler) ve kamusal mesafe (park, alışveriş merkezleri veya diğer kamusal alanlardaki hiç tanımadığımız kişiler) olarak kategorilenmektedir. Bizler günlük hayatlarımızda farklı mekânlarda veya aynı mekân içerisinde farklı kişilere göre değişen mesafelerde durarak ve bu mesafelerin kendiliğinden gerektirdikleri kurallara göre davranarak “ben/biz” ve “diğerleri” arasındaki ilişkileri biçimlendiririz. Bedenimizin etrafını saran görünmez bir balon gibi düşünebileceğimiz kişisel mekânımızın sınırları bağlama göre azalan ya da artan mahremiyet ihtiyacımıza cevap vermek için her daim esnektir. Mahremiyet ihtiyacımızın az olduğu durumlarda, başkalarının yakınlığına ve temasına imkân sağlayacak şekilde diğerleri ile kendimiz arasındaki mesafeyi azaltmak ve dış dünyaya açılmak isterken, mahremiyet ihtiyacımızın yüksek olduğu anlardaysa kişisel mekânımızın sınırlarını genişletip başkalarının temasından veya bu sınırı ihlal etme riskinden uzaklaşmak ve sosyal dünyaya karşı kapanmak isteriz. Bir tür bedenimizi, kendimizi ve kişisel mekânımızı koruma mekânizması olarak da düşünebiliriz. Sosyal mesafe kurallarının zorunlu hâle geldiği bugünlerdeyse, ister istemez kişiler arası mesafe sabit bir uzaklıkla yeniden biçimlenmek ve kişisel mekânlarımızın sınırları esnekliklerini kaybederek olabildiğince genişlemek zorunda kaldı. Mahremiyet ihtiyacımızın artmasıyla etrafımızı saran görünmez balonlarımızı o kadar genişletmek zorunda kaldık ki neredeyse bomboş bir sokakta karşıdan gelen bir kişinin önceden belki hiç görmeksizin yanından geçip gidecekken, salgın döneminde bu kişiyi adeta biyolojik bir tehdit olarak görüp karşı kaldırıma geçer olduk. Elbette hem kendimizin hem de başkalarının sağlığı için koruyucu niteliği tartışmasız olan sosyal mesafe kuralının, aslında kişisel mekânlarımızın, yani kişisel mesafemizin korunması için bir uyarı olduğunu hatırlamamız, sosyal dünyayı algılarken kişilerarasında veya gruplararasında algılanan mesafeleri arttırmamızı ve bir anlamda dış dünya ve ben/biz arasına aşılamaz katı sınırlar örmemizi engelleyebilir.

Sosyal mesafe ile birlikte izolasyon ve karantina sürecinin ise evin içi ve dışı arasındaki daha iyi bir ifadeyle özel alan ve kamusal alan ayrımını pekiştirdiği söylenebilir. Ayrıca her iki mekândaki alansallık pratiklerinin de niteliksel bir dönüşüme uğradığından söz edilebilir. Sanıyorum ki birçoğumuz evimizle veya içeride kalmamız gereken alanla olan ilişkimizi yeniden inşa ettiğimiz ve belki de evlerimizi ve kişisel alanlarımızı yeniden kendilemeye başladığımız bir süreçten geçiyoruz. Çevre psikolojisi kendileme kavramı ile bireyin içinde hareket ettiği, yaşadığı ve zaman geçirdiği mekânları kendi kişiliğini yansıtacak şekilde ve mekânın kendi yapılanmasıyla etkileşim hâlinde sürekli olarak yeniden düzenleme, değiştirme ve dönüştürme pratiğini anlamaya çalışır. Özellikle kent yaşamının ritmi, çalışma saatlerinin uzunluğu vd. birçok sebepten ötürü fırsat bulup eve ayıramadığımız zamanı, özeni ve çabayı evde kalmamız gereken bu zamanlarda gösteriyoruz. Hatta bir tür başa çıkma mekânizması olarak da yorumlayabileceğimiz ölçüde yükselen ev içi işlevselliği ve üretkenliği de ayrıca dikkat çekici. Nitekim salgın sonrası ev kozmetiği ürünlerinin (ev kokuları, kokulu mumlar vs.), genel ev bakım eşyalarının online satışlarındaki hızlı artışlar da, sıradan zamanlarda çoğunlukla bedenimizle sınırlı olan kişisel mekânlarımızın sınırlarının uzamsal olarak evin içini de kapsayacak şekilde genişlediğini bu anlamda ev bakımının, adeta bir kişisel bakım niteliği kazandığını söyleyebiliriz. Şüphesiz burada salgının vurguladığı temizlik kurallarının bedensel ve mekânsal hijyeni şart koşmasının da etkisi yadsınamaz. Diğer yandan uzaktan eğitim, uzaktan çalışma veya ev-ofis çalışma tarzı, tüm aile bireylerinin evde olması gibi değişen koşullarla birlikte tüm günün evde geçirilmesi, hem ev içi faaliyetlerin çeşitlenmesine yol açarken, evdeki üretkenliğin de artmasına ve bu bağlamda ev içi bölümlerin fonksiyonlarının da yeniden tanımlanmasına yol açabileceğini düşündürebilmektedir. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında kadının yeri olarak tanımlanan mutfak, belki de o sırada çocukların salonda uzaktan eğitime devam etmeleri nedeniyle, erkeğin uzaktan işini yürüttüğü ofis niteliğini kazanabilmektedir. Evin bölümlerinin yeni işlevler kazanmasına ön ayak olması adına biraz ileriye giderek devrimsel bir nitelik taşıdığını da söyleyebiliriz. Diğer yandan ev içi bölümlerin geleneksel tanımlarını ve pratiklerini daha da pekiştiren ve kadının tüm aile üyelerinin evde olması nedeniyle ve yemek pişirme rolünü tek başına üstlenmesi nedeniyle mutfaktan neredeyse hiç çıkamadığı sahnelerin de yaşanmasını mümkün kılabileceğinden ve kadının kamusal hayattan hâli hazırda kopuk olmasıyla eve ve mutfağa aidiyetini daha da arttırabileceğinden söz edebiliriz.

Daha birçok açıdan ve farklı gözlemler eşliğinde değerlendirilmesi mümkün olan ev içi deneyimimize dair şimdilik söyleyebileceğim en net şey; genellikle kamusal alana dair tüm aktivite alanlarının sosyalleşme, dayanışma, çalışma, eğitim, alışveriş gibi evde ya da evden gerçekleştirilmeye çalışılması ev içi alansallık deneyiminin çeşitlenmesiyle evleri salgın öncesine kıyasla daha fazla “yaşanan mekânlara” dönüştürürken teknoloji ve internet imkânları ile evin, geçici ve bir nebze de olsa “kamusal alan” hissi uyandırmasının mümkün kılınabildiğidir.
* *

Soru 2: Psikolojiyle ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken, bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz? Bu süreç ve yapacaklarımız bu mesleki bilgi ve faaliyetlerimizi nasıl etkiler?

Sosyal mesafe kuralları şüphesiz ki hem bireylerin hem de toplumların sağlığının korunması için oldukça hayati. Fakat öte yandan Melek Göregenli’nin değindiği üzere,[1] odağı kişilerarası fiziksel mesafenin korunması olan bu kavram sosyalliğe yaptığı vurgu ile gittikçe ben ve diğeri ya da biz ve onlar arasındaki sınırların katılaşmasına ve keskinleşmesine yol açabilir. Her birimizin, büyük ve geniş bütünlerin parçaları olduğumuzu unutturarak gitgide atomik yapılar hâline gelip sosyal bilişsel bağlamda kendi balonlarımızın içine kapanmamıza yol açabilir. Kolektif bir tehdit karşısında tüm insanlık olarak bir arada olduğumuzu, koruyucu bir önlem olarak diğerleri ile aramıza koyduğumuz sadece fiziksel bir mesafe nedeniyle unutmamamız ve unutturmamamız sayesinde sadece kendi çıkarlarımızı gözetmekten uzaklaşabilir ve tahammülsüzlükler, zorluklar ve krizlerde bir diğerine yönelik potansiyel ayrımcılıkların da önüne geçmiş olacaktır. Bu nedenle elbette dijital ve online olanaklardan sonuna kadar faydalanarak sosyal ilişki ağları ve ortak platformlar kurmaya devam etmeli öte yandan esas olarak dayanışmanın bu süreçte uygulanan tüm kurallarla ve kararlarla uyumlu bir şekilde aslında dışarıda yani bir diğerini düşünmek ve gözetmekte olduğunu da kendimize ve başkalarına hatırlatmalıyız. Ev içinin artan önemi ve genişleyen işlevselliğinin sağladığı rahatlık, kamusal alanın bir araya getirici niteliğinin unutulmasına ya da en azından küçümsenmesine yol açabilir.

Son olarak evlerimizle ve ev içi üretkenliğimizle yeniden buluştuğumuz bu günlerde bir yandan da evden sıradan günlük hayatlarımızın akışına yetişmeye çalışıyor, sosyal medya hesaplarımızda dışarıdaki gerçeklikle kıyaslandığında adeta sanal sayılabilecek bir “normallik” algısı yaratarak hayatlarımıza devam ediyoruz. Artan üretkenliğimizin ve ev içi mekânla özdeşleşme hâlimizin, bu sürecin hızlı ve değişken doğasının biraz daha kalıcı ve stabil bir hâle dönüştüğünde de sürdürülebilir olması ve nihayetinde bireylerin mahremiyet ihtiyaçlarının diyalektiğinde dengelenmesi gereken özel alan ve kamusal alan veya içerisi ve dışarısı ayrımını zedeleyecek bir deneyime dönüşmemesi sanıyorum ki bir hayli önemli.


[1]      Editör notu: Evrensel.net ve Medyascope.tv adreslerinde yayımlanmış röportajlar için sırasıyla bkz., https://bit.ly/36bph1R https://bit.ly/365GnOA