Kapatılma ve Bağlar: Camus’nun Veba’sına Psikanalitik Bir Bakış

Barış Özgen Şensoy

C
amus’nün 1947’de yayınlanan romanı Veba, çaresizlik ve mücadele arasında sıkışmış insan olma hâline dair edebileştirilmiş bir felsefi metin olarak okunagelir. Camus’nün felsefesinin en temel sorusu olan “saçma karşısında yaşamaya nasıl devam edilir” sorusu -bir yanıyla etik, bir yanıyla estetik olan bu soru- sayfalar boyunca farklı karakterler üzerinden ele alınır. Veba, kontrol altına alındığı hayal edilen saçmanın geri dönüşüdür. Ölüm ve çaresizlik karşısında anlam sınanacaktır. Doktor, entelektüel, eylemci, rahip, gazeteci ve memur gibi, saçma ile anlam arasındaki gerilime karşı farklı pozisyonlanmaları temsil eden karakterler kitap boyunca dalgalanacaktır. 

Peki böyle bir eseri psikanalitik bir bakış açısıyla ele alma girişimi, hele de bu günlerde, bize neler söyleyebilir? Öncelikle belirtmek gerekir ki, Covid-19 kitapta vebanın belirmesine çok benzer bir şekilde belirdi. Önce Çin’den vaka haberleri geldi, sonra ölüm haberleri. Sonra Çin’e uçuşlar durdurulmaya başlandı, nihayetinde İran’dan haberler gelmeye başladı. Bütün bunlar bir bir olurken, Türkiye’de otoriteler net bir adım atmıyordu. Konu, bilimselliği üne tercih etmiş bir grup ismin elinde gayri-ciddileştirilmişti, bağımsız tıp meslek örgütlerinin sesi ise kitlelere ulaşamıyordu, böylesi kurumların uyarıları ciddiye alınmıyordu. Nihayetinde, Camus’nün Veba’da işlediği gibi, olup bitene bir kere isim verildi mi -bir bebeğe isim verilmesiyle beraber bir tarihin ve görevin bilinçdışı bir biçimde atanmasını andırırcasına- bütün kaygının ve geçmişten gelen duygusal yükün de tanınması gerekecekti. 

Camus, Veba’da bu sürecin sancılarını çok güzel anlatır. Bununla birlikte hikâyesinde psikanalitik bir içgörü vardır: Veba’yı ilk dillendiren “yaşlı” doktor Castel’dir. Salgının tümgüçlü yanılsamaya getirdiği sınırı, ancak zamanın bedenine getirdiği sınırı deneyimleyen bir zihin açık edebilecektir. Mesleki sorumluluk hissi kitap boyunca hissedilecek olan Doktor Rieux de ona destek çıkacaktır. Bir seviyede, onların psikanalitik bir yorum yaptığını söyleyebiliriz. Kendi sınırlarını, kendi hadım edilmişliklerini, bununla beraber ölüm ve hastalık nedeniyle ötekini tanımanın aracılığıyla inkâra karşı hakikati dillendirmişlerdir. Unutulmaması gereken şudur ki Doktor Rieux yalnızca hekimliğin evrensel yasasına tabi olmak suretiyle sınırları tanıyor değildir; eşi hastadır ve eşinin tedavisi yüzünden ondan ayrı kalmak zorundadır. Rieux’nün cinselliği hakikat tarafından ketlenmiş ve ertelenmiştir. Camus, bilge kral düşlemine karşı ancak hadım edilmiş olanın, yani kendi kaybını tanımak zorunda kalanın hakikati dillendirebilme potansiyeli olduğunu sezdirir.

Güncel bunu doğrulamadı mı? Üzerinde güneş batmayan imparatorluk ve süper güçler tümgüçlü düşlemleri sürdürmek için inkâra ve çarpıtmaya sarılırken, tümgüçlü düşlemlerin bedelini acı ve utançla ödeyenler çok daha rasyonel tutumlar içindeydiler, diyemez miyiz? Tabii ironik durumlar oldu: Dünyanın en önemli “adam”ları salgın tarafından bizzat sınandı. Kamuyu korumaya yönelik tedbirler ise, devletler ve hükümetler üzerinde doğrudan bir yaptırım hakkı olmayan, yani bir cezalandırıcı süperego işlevi göstermesi söz konusu olmayan, ancak tavsiyelerde bulunabilen -yani belki bir ego ideali pozisyonuna işaret eden- Dünya Sağlık Örgütü’nden geldi. 

Kapatılma

Veba bir kapatılma hikâyesidir. Öykü boyunca kapatılmanın hayatı dönüştürmesini adım adım izleriz. Bir yandan olağanüstü bir durum vardır, bir yandan da yasal ve yasa dışı veçheleriyle hayat, arzu ve hayal kırıklıkları aynı şekilde devam etmektedir. Tabii sıkıcılıkla karışmış bir sebat da iş başındadır: Rieux, Tarrou ve Grand çalışıp dururlar. Bütün bunların yanı sıra, hastalıkla çevrelenmiş şehirde buhranlar ve çözülmeler bile bir tür sıradanlığa işaret etmektedir. Sayılar ve istatistikler zihinleri ele geçirirken, yastan sosyalliğe birçok olgu değişir ve değişmesiyle birlikte sıradanlaşır. 

Veba, her zaman orada olanın, sadece yeraltına çekilenin, geri dönüşünün hikâyesidir. Şüphesiz, dinsel dogmatizmden faşizme Avrupa tarihinde belirip kaybolanların yeniden sahneye çıkmasıyla ilgilidir: Kitapta vebanın bir yerlerde var olmaya devam ettiği ve yeniden belirme ihtimali sıklıkla vurgulanır. Bu açıdan, romanın, Cezayir’in ikinci büyük şehri Oran’da geçmesi çarpıcıdır. Evrensel ilkelerin bayrak sallayan savunucusu Fransa, sömürgeciliğiyle vebayı Avrupa’ya geri mi getirmiştir? Yoksa Fransa Devleti, bütün sömürgeciliğiyle Cezayir’de vebanın ta kendisi midir? Cezayir’de doğmuş bir Fransa vatandaşı, yani bir ayrıcalıklı olarak bu sorular Camus’nün zihni öyle ya da böyle meşgul etmiş olmalı. Camus babasını erken yaşta kaybetmişti. Cezayir’in komünist partisiyle de ulusal bağımsızlık hareketiyle de teması oldu; ancak Cezayir Savaşı’nda tarafsız bir tutum aldı. Kitaplarında suçluluk ve yargılanma tekrarlamasının, ki Veba’nın sonunda Tarrou’nun babasına dair anlattıkları bu iki eksende çarpıcıdır, mutlaka buralara konuşan bir yanı olmalı.

Camus, Paris’in Naziler tarafından işgali sırasında ortaya çıkan Direniş Hareketi’nde yer alıyor ve gazete çıkarıyordu. Veba’nın bir yanıyla da Nazi işgali karşısındaki Direniş örgütlenmesinden birçok unsur taşıdığını düşünüyorum. İşgal de bir kapatılma formudur: Her yanda işgalci gücün şiddet aygıtlarının memurları gezer. Sürekli tedbirli ve kontrollü olmak gerekir, yoksa bedeli ağır olacaktır. Düşman her yerdedir, zulüm her anda gelebilir ve çaresizlik her an kendini hissettirir. Klein’in bahsettiği zulmedici ve sadistik nesneler her yerdedir ve her an cezalandırılma ihtimali söz konusudur.[1]Camus, işgalde, bunların yanı sıra Direniş’in de etkisini gördü. Bir gazeteyi çıkarıp dağıtabilmek, bunun yanı sıra Direniş’in sabotaj ve şiddet eylemleri zulmedici nesnenin tümgüçlülüğüne karşı bir yaşam kapasitesini temsil ediyordu. Bir yandan da, ufak dikkatsizliklerin sonucunda bütün bu parıltılar ağır bedellerle sınanıyor ve çaresizlik geri dönüyordu. 

Kitapta, tıbbi ve idari otoriteler salgın karşısında güçsüz kaldığı noktada Tarrou’nun önerisi devreye girer: Sivil güçlerden oluşan halk sağlığı ekipleri devreye girecektir. Devletin yetersiz kaldığı yerde bir vatandaşlar inisiyatifinin müdahalesi düzenleyici ve kurtarıcı konumda olacaktır. Burada bir ‘devlet millet el ele’ durumu yoktur; topluluk olabilmenin bilgisidir söz konusu olan. Camus, sivil yurttaşların, askeri ve devlete tabi olmayan toplulukların hareket edebilme kapasitesinin yaratıcılığını Direniş’te gözlemlemiş olabilir. Zira Tarrou bir politik eylemci olduğunu kitabın sonlarına doğru Rieux’ye söyleyecektir. İddia edilebilir ki yeraltı siyasetinden gelen birikim vebaya karşı kitlelerin sağlığı için kullanılacaktır. Ancak bunun için kamusal iyiliği düşünen kamu otoritesinin dışında güçlerin de varolması zorunludur. 

Salgın sürecinde vatandaş katılımının önemi tekrar tekrar vurgulandı. “Hayat Eve Sığar” sözü ile vatandaşlar evde kalmaya motive edilmeye çalışıldı. Ancak ekonominin kapatılmadığı, çalışma hayatının devam ettiği bir güncellikte, bu çağrının bir kamu sağlığı meselesi olarak algılanması ne kadar mümkündür? Herhâlde Veba’yı günümüze bağlayan ve psikanalitik bir perspektiften ele alabileceğimiz mesele bu. Devletin, tümgüçlü şef rolünü sürdürmekte ısrarcı olduğu yerde, tebaadan gerilemeci tepkiler dışında bir şey beklenebilir mi? Önümüzde daha da güncel sorular var: Sivil toplum örgütlerinin kapatıldığı, muhalif siyasi partinin orta düzey yöneticilerinin dahi baskı altında tutulduğu bir toplumda, yurttaş hareketini organize edebilecek kimler kalmıştır? Belki de hem tarihsel hem de psikanalitik olarak salgın güncelinde düşünülebilecek soru da buralarda bir yerlerde. Bir tür bağ kurma hareketi olan toplumsal muhalefeti şiddetle yok ederseniz, kamu iyiliği için gönüllü yurttaş katılımı için bir potansiyeli de yok etmiş olursunuz. Geriye de “herkes tek” diyenlerden oluşan bir topluluk kalır ve o zaman da zor ve kayıtsızlık süreci yönetir. 

Bağlar

Kitap boyunca bağlar sınanıp durur. Ölümün dayattığı nafilelik, dünyevi bağları sorgulatır. Kilise cemaatinin kilise bağları zayıflayacak, Rahip Paneloux’nün inancı ve tanrıyla olan bağları dönüşecektir. Şüphesiz rahibin iki konuşması ayrı ve derin bir değerlendirme gerekiyor, ancak en genel itibariyle denebilir ki, Rahip Paneloux katı ve kati bir süperego pozisyonundan daha çatışmalı bir pozisyona geçmeyi göze almıştır. Bir devlet adamı olarak Yargıç Othon’un karakteri kaybıyla değişecektir. Ancak bu karakterlerin dönüşümünü ölümleri takip edecek ve adeta kişiliklerinin daha bir üç boyutlu olma olasılığı yıkıma uğrayacaktır. 

Eşinden ayrı bir adam olarak Rieux ile bir tür avare olarak Tarrou’nun kurduğu bağ kitaba damgasını vuracaktır. Bu iki adam, sakinlik ve sebatla çalışırlar. Ancak, gerçek anlamda yakınlaşmaları, kendilerine haz için biraz izin vermelerinden geçer. Tarrou, babasıyla olan ilişkisini burada Rieux’ye anlatır. Sonrasında görevlerinin sağladıkları bir ayrıcalıkla halka yasaklanmış olan bir keyfi sürerler: Denize girerler. Gece saatleridir ve şüphesiz bir tür erotik ton söz konusudur. Zaten bu yakınlaşmayı, Tarrou’nun hastalanması ve sonrasında ölümü, ondan sonra Rieux’nün eşinin kaybı takip eder. Görevsel iş birliği haz dolu bir yakınlığa döndüğü anda cezalandırılma belirir. 

İyimserlik ve kötümserlik

Veba, bir yanıyla çok iyimser bir kitaptır, çünkü bütün kapatılma, felaket ve çaresizlik teması etrafında bir zihnin evrensel akla yaslanarak çerçevesini koruyabileceğine dair sessiz bir şiirdir. Rieux ve Tarrou bütün içsel dinamiklerine rağmen, hatta onları bir şekilde ruhsal anlamda çalışarak, bir değerler silsilesine erişip işlemeye devam ederler. Vebanın bulaşıcılığının yanında değerler de bulaşır: Memur Grand ve Gazeteci Rambert, bir kadına yönelik takıntılarıyla öne çıkarılan bu karakterler, somut ötekinden soyut ve evrensel ötekiye geçip süreçte aktif rol üstlenirler. 

Veba, öte yandan ise çok karamsar bir kitaptır; çünkü bütün bağ kurma kapasitesine rağmen ölüm ve yıkıcılık sonradan edinilen bu kapasiteleri yıkar. Bağlar salgın karşısında ölümden korumaz; şüphesiz, bunda hüzün uyandıran bir gerçekçilik, nafileliğin kabulü de vardır. Bağlar ancak mutlu bir ölüm verir. Kendi kaderini yaratmak için yollara düşen ve bir tür evrenselcilikte kendini bulan, yani babayı reddedip kendini yasaya adamanın bir örneği olarak görülebilecek Tarrou ölür. Şüphesiz Camus burada Tarrou’nun tartışmaya açtığı içsel suçluluk hissinden kurtuluş var mıdır, sorusunu sorar. Tarrou, Rieux’yle tam anlamıyla dost olduklarının ertesinde, yani suçluluk hissine karşı bir telafi ihtimalinin eşiğindeyken ölür. Bu esnada veba yenilgiye uğratılmak üzeredir; insanlığın ortak başarılarının sınırlarına rağmen koruyucu olabildiği bir an yaklaşırken, Tarrou emeklerinin karşılığını görme ihtimalini yitirir. 

Rieux ise hayatta kalır. Eşini kaybeder ama annesi yanında ve hayattadır. İşte kötümserlik tam da buradadır ve Camus’nün Sisifos gibi ilerliyor gibi görünse de en sonunda tekrar yıkıcılığın her şeyi başa döndürdüğü zihnini ortaya koyar. Sanki anneyle olan bağ dışında hiçbir bağın koruyuculuğu ve yaşatıcılığı yoktur. Veba’yla birlikte Rieux’nun annesi devreye girmiş ve eşi sonsuza dek sahneden çıkmıştır: Büyük korku, büyük sığınmayı getirmiş ve böylesi bir aşkın karşısında “yabancı” olan eşlere ölmekten başka bir görev kalmamıştır. 

Yıkıcılık karşısında bağlarla direnmeyi savunsa da, Veba, bir yandan da bu bağların ne kadar kırılgan ve nafile olduğunu tekrar tekrar işaret etmekten çekinmez. Camus, bağlarımızın ve evrensel ilkelerimizin kaygı karşısında ne kadar kırılgan olduğunu ve gerileme eğilimimizin bizi sınamak için orada beklediğine işaret eder gibidir. Şüphesiz bu psikanalizin de hem tarihe hem de bireysel psikolojiye bakış açısına benzer: Düz bir hat yoktur, gerilemeler ve kırılmalar kaçınılmazdır. Ancak Camus, nihayetinde anneyle bir olma düşleminin hayatta kalmaya vesile olduğunu işaret ederek, anlamın karşısında saçmanın olduğu kadar, bağların karşısında birliğin zaferini de vurguluyor olacaktır.

Sonuç

Farklı modellemelerin “normalleşme” için farklı tarihler verdiği şu günlerde ne kadar iyimser olmalıyız sorusu canımızı yakıyor. Camus, Veba’da en yakıcı meselelerden birinin bağların ölüm tarafından sınanması olduğunu gösterir. Bu bağlamda, dayanışma demek de yabancılarla bağ kurma yollarını aramak demektir. Normalleşme tam da burada devreye giriyor: Gene kar maksimizasyonun yönettiği, inkâr odaklı bir tümgüçlü yanılsamaya mı döneceğiz? Yoksa, hayatta kalma ekseninde, asgari çalışma koşullarından hayvan insan ilişkilerine birçok olgunun yeniden düzenleneceği bir “yeni normal” inşa edebilecek miyiz? Ölüm ve kaygı, fiziksel olduğu kadar ruhsal olarak kapanmayı ve gerilemeci bağ kurma biçimleri için “bastırsa” da, yabancılarla kurabildiğimiz ya da kuramadığımız bağlar ve evrensel ilkelerin katılımcısı olmamız ya da olamamamız, sürecin hem fiziksel hem de psikolojik olarak belirleyicisi olacak gibi görünüyor.



[1]     Bkz. Klein, M. (1926). The Psychological Principles of Early Analysis. In (1975) Writings of Melanie Klein, 1. London: Hogarth.