Görüş XVII • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •


Görüş XVII • Salgın Zamanlarına
Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak:
Farklı İsimler, Farklı Perspektifler •
Sertan Batur
“Meseleyi tanrıya ya da devlete havale etme seçeneklerinin ikisi de, mevcut ilişkilerin değiştirilemeyeceği inancından yani kapitalist ilişkiler karşısında güçsüz olmak hissinden ortaya çıkıyor ve bu hissi daha da kuvvetlendiriyorlar. İnsanlar henüz toplumsal bir dayanışmayı örgütleyemiyorlar. Oysaki kriz tam da geniş çaplı, global bir sistem krizine dönüşürken bu böylesi bir örgütlenme, toplumun geniş kesimlerinin krizden eylem olanaklarını genişleterek
çıkabilmesinin tek koşulu.”



Soru 1: Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız? Bu sürece ilişkin eleştirel bir yorumlama sizce neleri gözden kaçırmamalıdır?

Salgınla ilgili sürece baktığımızda kaba bir analiz bize kapitalizmin mevcut biçiminin içine girdiği büyük bir kriz tablosu sunuyor. Bu krizin en belirginlik kazandığı yer, devletin mevcut durumda nasıl bir rol oynaması gerektiği tartışması. Neoliberal politikaları benimsemiş farklı hükümetler farklı stratejiler izliyor. Aslında belli sınırlar içinde toplumsal dayanışmanın bir aracı olan sosyal devlet, uzunca bir süredir neoliberal ideolojinin saldırısına uğruyordu. Neoliberallere göre sosyal devletin düzenleyici yönü birey haklarına bir saldırıydı. Dolayısıyla devletin özellikle ekonomik süreçlere müdahaleden çekilmesi neoliberaller tarafından “özgürleşme” olarak sunuluyordu. Neoliberalizmin devlete yüklediği görev toplumsal yaşamın bütün alanlarının piyasanın çıkarlarına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve gözetim ve güvenlik politikalarıyla, yeri geldiğinde otoriter ve baskıcı politikalarla sermayenin çıkarlarını güvence altına almaktı. Salgın tam da neoliberal ideolojinin talep ettiği bu devlet biçiminin gerçekleştirilemez, en azından sürdürülemez olduğunu ortaya çıkarttı.  

Yöneticiler ve sermaye kesimleri birçok ülkede artık gizlenemeyecek bir hâl alana kadar salgını gizlemeye ya da hafife almaya çalıştılar. Böylece “işlerin” aksamadan sürmesini, devletin sürece fazla müdahale etmesine gerek kalmadan “sorunun” kendi kendine hâllolmasını hedeflediler. Bu biraz da sosyal Darvinci bir yaklaşımla, aslında neoliberal sermaye için yeterince verimli olmadığı düşünülen kesimlerin gözden çıkartılması anlamına geliyordu. Salgının boyutları gizlenemeyecek duruma geldiğinde bile İngiliz hükümeti gibi kimi hükümetler bu stratejide ısrarcı oldular. Ancak bu hükümetler şu sıralar ciddi bir toplumsal muhalefetle yüzleşiyorlar. Bu strateji uygulandığı her yerde bir meşruiyet krizi yaşıyor. Türkiye gibi bazı ülkelerde, daha hükümet “inkâr” aşamasındayken sivil toplumdan önlem alınması çağrıları yükseldi.

Avusturya ya da Almanya gibi bazı hükümetlerse özellikle İtalya’da yaşanan durumun kendi ülkelerinde yaşanmasının yaratacağı siyasi krizi hesaba katarak neoliberal devletin ikinci özelliğine, yani işlerin yürümesi için gerektiğinde otoriter önlemler almaya yöneldiler. Bu aynı zamanda, bütçe dengelerini bozacak yardım paketleri aracılığıyla devletin ekonomiye de müdahale etmesi anlamına geliyor. Taşımacılığın aksadığı ve tüketimin daraldığı bir dönemde devletlerin bu büyüklüklerde bütçe açıkları vermesi, daha büyük bir krize, dünya çapında derinleşmesi beklenen ekonomik krize yönelik tedbir olarak düşünülebilir. Arjantin, Yunanistan ya da İspanya gibi zaten ekonomik krizden çıkamayan ülkelerin bu süreci nasıl atlatacakları önemli bir soru olmakla birlikte, emperyalist metropollerde de küçük işletmelerin iflas etmesi, işsizliğin yükselmesi ve neoliberal politikanın aktif destekçileri olan kimi şirketlerin bile devlet desteği talep etmeleri, neoliberal devletin artık önümüzdeki dönemde sermaye açısından gerçekçi bir alternatif olarak görülmeyeceğine dair birtakım işaretler veriyor. Kimi sektörlerde uzun bir süredir Asya’ya kaymış olan üretimin yeniden Avrupa’ya taşınması gerektiğine dair tartışmalar da kapitalizmin global olarak önemli değişiklikler geçirebileceğini düşünmemiz için yeterli.
Peki, bu sırada toplumun çalışan kesimleri ne ile meşguller? Global bir analiz yapabilmek için, öncelikle bölgesel örnekleri ele almak yararlı olabilir. Bu yüzden izleyebildiğim kadarıyla Türkiye’deki durum üzerinden devam edeceğim. Salgın süreci başlarda Türkiye’de işçi sınıfının iki büyük kesimi, beyaz yakalılar ve mavi yakalılar arasında bir empati potansiyelini ortaya çıkarttı. “Evde kal” çağrısına toplumun geniş bir kesiminin maddi sebeplerle uyamayacak durumda olduğu çok çabuk anlaşıldı ve böylece beyaz yakalıların farklı iş disiplinlerinin yarattığı ayrıcalıkların ve dezavantajların farkına varması potansiyeli kuvvetlendi. Sokakta, markette karşılaşan insanların tedirginliği, virüsün aslında “demokratik” olduğu söylemi, sağlığın ortak bir mesele olduğunun yeniden vurgulanması işçi sınıfının bu iki kesimi arasında dayanışma olanaklarını kuvvetlendirdi. Birilerimizi feda etmeye hazır bir sisteme karşı böylesi bir toplumsal dayanışma olasılığı tarihsel bir fırsattı. Ancak sokağa çıkma yasağı sonrasında yaşananlar bu fırsatın yakın zamanda yakalanamayacağını açıkça gösterdi. Görüldüğü kadarıyla, herkesin kendi sağlığından ya da hastalığından sorumlu olduğuna ve sağlıklı olmak için aktif olarak bir şeyler yapması gerektiğine dair neoliberal söylemin hâkimiyeti, özellikle beyaz yakalı işçilerin kendi köşeye sıkışmışlığının faturasını kapitalist sistemle ciddi bir çatışmaya girmeksizin, “cahil” olarak yaftaladığı mavi yakalılara çıkartabilmesini sağlıyor.

Bu aslında şu anda toplumun geniş bir kesimine yayılmış çaresizliğin sonucu. İnsanlar bir taraftan kendilerinin ve sevdiklerinin sağlığı için endişelenirken, bir taraftan da sermayenin işlerinin bozulmadan yürümesi gerektiği baskısını üzerlerinde taşıyorlar. Yakın geleceğe dair siyasi ve ekonomik belirsizlikler bu baskıyı artırıyor. Bu baskıya bir de süreçle bireysel olarak baş etme zorlaması ekleniyor. Toplumun bütün kesimleri bireysel olarak, alabileceği kadar önlem alıyor.  Bireysel eylem, evde kalmak, maske takmak, komşunun alışverişini yapmak vs. sadece kendini değil, başkalarını da korumanın, yani dayanışmanın mevcut koşullar altındaki tek olası yolu olarak görülüyor. Yani toplumsal dayanışmanın yerini alıyor, ya da, başka bir şekilde söylersek, toplumsal dayanışma bireysel eyleme indirgeniyor. Bu, bireylerin toplumsal bir görevin yükünü ve bunun ahlaki vebalini üstlenmek zorunda kalması anlamına geliyor. Kendi bireysel eylemlerinin yetersizliği ile yüzleştiklerinde ya tümüyle geri çekilerek kendilerini kadere, Tanrının kararına terk ediyorlar, ya da başka bireyleri, gerekirse şiddetin çeşitli biçimlerine de başvurarak, daha fazla sorumluluk almaya davet ediyorlar. Böylece bir etkinlik alanı, bir eylem olanağına sahip olduklarını düşünüyorlar. Bu davet karşılık bulmadığında, davete uy(a)mayanları mevcut durumun sorumluları hâline getiriyorlar ve bazen bireylere sorumluluğunu hatırlatması için devlete otoritesini kullanma çağrısı yapıyorlar. Aslında bu da kaderini daha üst bir gücün ellerine, devlete bırakmak anlamında kadercilik olarak yorumlanabilir. Meseleyi tanrıya ya da devlete havale etme seçeneklerinin ikisi de, mevcut ilişkilerin değiştirilemeyeceği inancından, yani kapitalist ilişkiler karşısında güçsüz olmak hissinden ortaya çıkıyor ve bu hissi daha da kuvvetlendiriyorlar. İnsanlar henüz toplumsal bir dayanışmayı örgütleyemiyorlar. Oysaki kriz tam da geniş çaplı, global bir sistem krizine dönüşürken bu böylesi bir örgütlenme, toplumun geniş kesimlerinin krizden eylem olanaklarını genişleterek çıkabilmesinin tek koşulu.
 * * *
Soru 2: Psikolojiyle ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken, bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz? Bu süreç ve yapacaklarımız bu mesleki bilgi ve faaliyetlerimizi nasıl etkiler?

Psikologlar da bu sürecin dışında değiller. Serbest çalışan psikologlar bu süreçte ciddi mali sorunlar yaşıyorlar ya da yaşayacaklar. Neoliberal devletin yaşayacağı dönüşümler psikologların da çalışma alanlarını doğrudan etkileyecek. Üstelik psikologlar da işçi sınıfının diğer kesimlerinin yaşadığı kaygıları, belirsizlikleri yaşıyorlar ve günlük hayatlarında eylem olanakları bulmaya çalışıyorlar. Onlar da bireysel önlemlerle kendilerini korumaya, süreçle aktif olarak baş etmeye ve başkalarıyla dayanışma çalışıyorlar. Psikologların bu süreçte başkalarına gerçekten yardımcı olabilmeleri için öncelikle kendi eylem olanaklarını nasıl genişletmeye çalıştıklarıyla, kendi içinde bulundukları köşeye sıkışmışlıklarla ve hangi egemen sınıf ideolojilerini hem birey olarak, hem psikolog olarak yeniden ürettikleriyle bir muhasebeye girmeleri gerekiyor.

Bu muhasebenin ilk adımı, toplumsal bir sorunun çözümünün bireylerin eyleminde yattığına dair ideolojiyi ve bu ideolojinin bizim pratiğimizle ilişkisini sorgulamak. Hem kendimiz, hem de yardım etmek istediğimiz bireyler üzerinde bu yük bulunduğu sürece, herkes kendi eylemiyle ve kendi ahlaki ikilemleriyle meşgul olacağından toplumsal çözümler bulmamız imkânsızlaşıyor. Üstelik bu yük sürekli bir köşeye sıkışmışlık hissi yaratıyor. Bu bireysel sorumluluk ideolojisi toplumsal ilişkilerin değişmesinin ve toplumsal bir dayanışmanın kurulması önündeki en büyük engellerden biri. İnsanların günlük hayatlarında temas kuramadıkları bütün toplum kesimleri böylece dayanışmanın dışında tutuluyor. Bizim de psikoloji pratiğinde bu kabulün ideolojik karakterini ortaya koyabilmemiz gerekiyor. İnsanların mevcut koşullara daha kolay adapte olmalarını sağlamak değil, dayanışmanın toplumsal olarak örgütlenebilmesinin yöntemlerini aramak ve bunları siyasi taleplere dönüştürmekte insanlara yardımcı olmak eleştirel bir psikoloji pratiğinin merkezinde durmalı. Örneğin evden çıkamayan yaşlı komşumuzun alışverişini üstlenmek bireysel bir dayanışma biçimi olarak önemli olabilir. Ancak herkesin ihtiyaç duyduğu erzaka ulaşması bireylerin değil, toplumun sorumluluğudur. Bu sorumluluğun, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluk olarak da, bireylerin üzerinden alınması ve toplumsal düzenlemelerle güvence altına alınması gerekir. Ancak böylece temel bir hakkın gerekliliklerinin yerine getirilmesi bireysel bir yardım ve insaf meselesi olarak değil, toplumun ortaklaşa üstleneceği bir dayanışmanın konusu olarak ele alınabilir. İnsanlar bu tür toplumsal ve yapısal dönüşümleri gerçekleştirebildikleri ölçüde kendi eylem olanaklarını genişletebilirler ve köşeye sıkışmışlık duygusundan kurtularak yeniden kendi kaderlerini kendi ellerine alabilirler. Psikolojinin meselesi, uyum sağlanamayacak bir normalliğe umutsuzca uyum sağlama çabası yerine, normalliği değiştirmek için gereken araçların yaratılmasına yardımcı olmak olmalı.

Toplumsal dayanışmanın yeni biçimlerini aramak ve geliştirmek için hem kendi deneyimlerimizden başkalarının faydalanabilmesini, hem de bizim başkalarının deneyimlerinden faydalanabilmemizi sağlayacak araçların oluşturulması büyük önem taşıyor. Yani hem kendi deneyimlerimizi, hem de başkalarının deneyimlerini tartışmak, kavramsallaş-tırmak buradan hareketle teoriler ve pratikler geliştirmemiz lâzım. Dayanışmayı başkasına bireysel olarak yardım etmek anlamından çıkartıp, birlikte eylem olanaklarımızın genişletilmesi ve bunun için gerekli toplumsal ve yapısal değişiklikler için birlikte mücadele etmek olarak tanımladığımızda önümüze yeni yollar açılıyor. Psikoloji pratiğini de bu anlamda bir dayanışma pratiğine dönüştürebilmemiz, hem mevcut durumda kendi köşeye sıkışmışlığımızla mücadele edebilmemiz, hem de psikolojiyi ezberlenmiş, evrensel geçerliliği olan, başkalarının hayatı hakkında mutlak ve katılaşmış bir uzmanlık alanı olmaktan çıkartıp, toplumsal ilişkileri kendi dinamikleri içinde anlayan ve değişmesine katkıda bulunan bir bilimsel disiplin hâline getirebilmemiz için büyük önemde. Bunu mümkün kılacak psikoloji pratiklerinin nasıl görünmesi gerektiğini tartışmamız gerekiyor.
Psikoloji örgütleri bu tür bir tartışmanın sürdürülmesinde, yeni deneyimlerin edinilip bu deneyimlerin bir araya getirilmesinde örgütleyici bir işlev üstlenebilirler.