Barış İçin Akademisyenler’den Aslı Aydemir, Yasemin Gülsüm Acar ve Umut Şah’ın Beyanları


11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyu ile paylaşılan "Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attıkları için haklarında dava açılan 1128 akademisyen arasında yer alan meslektaşlarımız Aslı Aydemir, Yasemin Gülsüm Acar ve Umut Şah’ın mahkemede sundukları beyanlarını yayımlıyoruz.[1]

Tümüyle hukuksuz bir şekilde yürütülen bu davalarla ilgili daha fazla bilgi almak ve Barış İçin Akademisyenler'le dayanışmak için şu kanalları kullanabilirsiniz; barisicinakademisyenler.net ve facebook.com/barisicinakademisyenler




***


                 Aslı Aydemir


Öncelikle bu bildiriye neden imza attığıma açıklık getirmek istiyorum; ben İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde lisans eğitimimi tamamladıktan sonra yine aynı üniversite ve bölümde lisansüstü eğitimime devam ettim. Şimdi doktora öğrencisi bir araştırma görevlisiyim ve bir sosyal psikoloğum.


Sosyal psikoloji; grup, grup kimliği ve gruplar arası ilişkileri araştıran ve bu ilişkileri çatışma veya toplumsal barışın inşası zemininde çalışan bir psikoloji alt alanıdır. Türkiye’nin avantajlı baskın grupları ve dini, kültürel ve etnik azınlıkları içeren dezavantajlı grupları arasındaki ilişkiler de sosyal psikolojinin konusudur. Bu ilişkilerin niteliği, Türkiye toplumunun barış içinde olup olmadığı hakkında ciddi bir göstergedir.


Ben 90 doğumlu olup Türkiye’nin batısında, doğusunda olanlardan bihaber olarak büyümüş biriyim. 90’lardan hafızamda kalanlar; polis-asker ölümleri ve Uğur Dündar’ın fırınlarda yakaladığı hamam böcekleridir. Ancak daha sonraları farklı çevrelerden, gruplardan, aidiyetlerden insanlarla karşılaştım. Bu durum sosyal psikolojide sosyal temas olarak kavramsallaştırılmıştır. Buna ek olarak, bilgiye erişim imkanlarının artması ile o zamana kadarki görme-düşünme biçimleri dışında başka bakış açılarına temas etmem, tüm bildiklerime, öğrendiklerime sorgulayıcı ve şüpheci şekilde yeniden bakmama neden oldu. Böylece bildiklerim dışında da yaşanmışlıklar olduğunu, özellikle yoğun bir şiddetin yaşandığı 90'lara ilişkin pek çok şey öğrendim. O dönemde işkence, köy boşaltma gibi pek çoğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına konu olan fiiller ve yaşananlara karşı alınan tutumlar bir Türk olarak bende utanç ve suçluluk duyguları yarattı.


Sosyal psikoloji, kolektif utanç ve kolektif suçluluğun, gruplar arası affetmeyi kolaylaştırarak toplumsal barışın inşasında önemli bir yer tuttuğunu söylemektedir. Çatışma çözümü ve barış inşası konusunda yapılan çalışmalardan elde edilen bulgular, bunu doğrulamaktadır. Toplumsal barışın sağlanabilmesi için utanç ve suçluluk duygularını çalışmak, yaşanan acıların iki grup arasındaki mesafeyi azaltması ve yakınlaşabilmesi açısından önemlidir. İşte “çözüm süreci” diye adlandırılan dönemi önemli kılan hususlardan biri budur.


Nitekim barış süreci sırasında, 90'larda yaşananların hem hükümet hem de toplumun geniş kesimleri nezdinde konuşulmaya başlanması ve hakikatin açığa çıkarılmasına dönük çabalar, yaşananlarla Kürt ve Türk büyük grup kimliklerinin yüzleşmelerini sağlayacağı için toplumsal barış için umut vericiydi. Ancak 2015 Temmuz ayı itibariyle, yaklaşık 3 yıl süren çatışmasızlık hali ve barış süreci sona erdi. Barış üzerine araştırmalar yapan sosyolog Galtung’un dediği gibi ancak “negatif barış” koşullarında yani fiziki varlıklarımızın, can ve mal güvenliklerimizin tehdit edilmediği, çatışmasızlık dönemlerinde, toplumsal adalet ve eşitliği içeren ‘pozitif barışı’ var etmeyi düşünebilir ve bunun için çaba sarf edebiliriz. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinde yapılan barışın inşası için müzakerelere dönüş çağrısı, yüzünü ‘pozitif barış’ dönemine gitmeye çevirmiş bir talep olması sebebiyle de oldukça önemlidir.


Bildiriyi oluşturan ve beni imzalamaya götüren koşulların fazlasıyla şiddet dolu ve travmatik oldukları göz ardı edilemez. Bu koşullar hak örgütlerinin raporlarında ve yazılı, görsel medyada yer almış ve halen erişilebilir durumdadır. Nasıl 90'larda ve çok daha öncelerinde yaşanan çeşitli toplumsal travmalar ve onların yok sayılışı, kuşaklar arasında aktarılıp grup kimliğini pekiştirirken, bir yandan da öfke ve intikam hislerini doğurmuşsa, bu yaşananların da kuşaklarca hatırlanacağı açıktır. Nitekim, toplumsal travmaların kuşaklar arası aktarımı pek çok araştırmaya konu olmuş ve bulgularla gösterilmiştir. Bildiride yer alan, bu olanlara son verme çağrısı, gelecekte hatırlanacakların yeni travmalar değil, barış çabası olması dileğidir. Bildiri, bu yönüyle de son derece önemli bir barış dileği, talebi ve çağrısı içermektedir.


Bu metne imza atma niyet ve motivasyonum yukarıda söylediklerimden daha fazlası değildir. Sosyal psikolojinin sunduğu bilgiler de beni bu sorumluluğu almaya itmiştir. Herhangi bir kurum, örgüt, grup ya da kişilerin çağrısı benim iradi kararlarımı belirleyemez. Kimsenin çağrısına uyarak ya da herhangi bir örgütün eylemlerini meşrulaştırma niyetiyle bu metne imza atmadım. Ben nasıl can ve mal güvenliğimden kaygı duymaksızın bu ülkede çocukluğumu geçirmişsem, Türkiye’deki her çocuk ve her yetişkin için de aynısını arzu ettiğim ve geleceğe daha fazla travmanın aktarılmasını istemediğim için, akademisyen olmakla beraber, eşitlik arzusu olan bir insan olarak da bu metne imza attım. Akademisyen olmasaydım da eşitlik arzusu duyan biri olarak yine bu metne imza atardım.


Üzerinde duracağım diğer nokta ise savcının “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye, bildiriye imza atan ben ve diğer akademisyenlere yönelttiği terör örgütü propagandası suçlamasıdır. Terörle mücadele kanunun 7. maddesinin 2. fıkrasında “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak” suç olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu bildirinin bizzat kendisi TMK 7/2 de geçen suç unsurlarını yani herhangi bir örgütü övme, eylemlerini meşru gösterme ve terör eylemlerine teşvik etme unsurlarını içermemektedir. Dolayısıyla bana ve bildiriye isnat edilen suç ile bildirinin kendisi hatta iddianamede yer alan diğer olay, durum ve unsurlar arasında herhangi bir nedensel ilişki bulunmamaktadır.


Tüm bu nedenlerle; isnat edilen suçlama kesinlikle kabul edilemez niteliktedir, sadece ve sadece barıştan yana olduğumu tekrarlıyor ve beraatimi talep ediyorum.



***


              Yasemin Acar



Haftalardır kendilerini burada bulan ve önümüzdeki aylarda da buraya gelmeye devam edecek olan tüm meslektaşlarım gibi ben de barış ihtiyacını dillendirmek adına akademik kimliğimi kullanmaya çalıştığım için buradayım.


Yardımcı doçent olarak sosyal psikoloji alanında araştırma yapıyorum ve altı yıldır İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyorum. Sosyal psikoloji alanında çalışmayı seçtim çünkü bir göçmen çocuğuyum ve yaşadığım şehirler ve paylaştığım ortak tarih bir taraftan beni şimdi olduğum insana dönüştürürken bir taraftan da kimliklerimi içinde yaşadığım farklı mekân ve kültürlere parça parça yaydı. Kimlik, gruplar, kolektif eylem ve çatışmalar üzerine çalışıyorum. Çalışmalarımın bir kısmı da çatışma sonrası barışa odaklanıyor. Çalışmalarım kim olduğumu besliyor. Çalışmalarım beni şekillendiriyor ve umuyorum ki bir taraftan da etrafımdaki dünyanın şekillenmesine ufak katkılar sunabiliyorum.


Sosyal psikoloji, bana, eleştirel düşünmenin önemini öğretti. Eleştirel düşünmenin ve eleştirel eylemin, içinde yaşadığımız toplulukların daha iyiye doğru şekillenmesine katkı sunacağını öğrendim ve şimdi bunu kendi öğrencilerime öğretiyorum. Sosyal psikoloji bize sorgusuz takipçiliğin, suskunluğun hiç kimse için faydası olmayacağını hatırlatır. Eleştiri, sevilmeyi ve rağbet görmeyi getirmeyebilir ama içinde yaşadığımız topluluklara en iyi şekilde katkı sunmamızı sağlar çünkü amaç, içinde bulunduğumuz durumları ve dahi kendimizi daha iyi hale getirmektir.


İmza metni ortaya çıktığında pek çoğumuz kendimizi umutsuz hissediyorduk. Barış süreci sona ermiş, birçok şehirde ve ilçede sokağa çıkma yasakları ilan edilmişti. Buralarda olan her şeyi göremesek de durumu dostlarımızdan, ailelerimizden duyuyor; bölgeye dair pek çok ulusal ve uluslararası rapordan okuyabiliyorduk. O zaman sıkça kendimize sorduğumuz “ne yapabiliriz” sorusunun cevabı “hiçbir şey” oluyordu.


Kolektif eylem üzerine yapılan sosyal psikoloji çalışmalarında insanlara müdahil olma düzeylerini sorarız. Yani insanlar seslerini duyurmak istediklerinde bunu nasıl yaparlar? Ölçeklerimizde kullandığımız bunu gerçekleştirmenin en hafif, en azami düzeyi bir dilekçeye imza atmaktır. (Bu aynı zamanda demokratik ülkelerde, vatandaşların politik katılımının en geleneksel ve basit yoludur). Diğer birçok meslektaşım gibi ben de bu bildiriyi imzaladım çünkü en azından yapabileceğim buydu; çünkü “hiçbir şey yapmamaktan” daha fazlaydı.


Bu davadaki meslektaşlarımın birçoğu yetişmiş profesörlerdir. Diğerleri daha doktora öğrencileri ve benim gibi kariyerlerinin başındaki kişilerdir. Hepimiz, karşısında durarak konuşmak istediğimiz bir şey gördük ve hiç değilse bunu yapmak için akademik kimliklerimizi ortaya koyabileceğimizi düşündük. Dedik ki belki kendiliğimizin bir parçası olan bu sosyal kimliği kullanarak bu soruna dikkat çekebiliriz.


Ben bu ülkede büyümedim ama burası kendime yuva olarak seçtiğim yerdir. Buranın tarihine pek çok meslektaşımın şahit olduğu gibi şahit olmadım belki ama bu, şiddetin ne olduğunu bilmediğim ya da çatışmanın sebep olduğu acıyı bilmediğim anlamına gelmiyor. Bir akademisyen olarak benim görevim, bilgilerimden ve sezgilerimden hareketle akademik özgürlüğümü ve ifade özgürlüğümü kullanarak içinde yaşadığım topluluğa daha iyi hizmet verebilmektir. Benim yaptığım da bundan sonra yapmaya devam edeceğim de budur. Bana ve meslektaşlarıma yapılan tüm temelsiz suçlamaları reddediyorum.


Reddediyorum çünkü bu bildiri hiçbir şekilde şiddeti meşru göstermemektedir. Savcının iddia ettiği gibi, bildirinin hiçbir yerinde hiçbir örgütün övülmesi söz konusu değildir. Bu bildiri tamamen ifade özgürlüğü kapsamında, çatışma dolayısıyla yaşanan sivil ölümlerinin durdurulması amacıyla devlete yapılan bir çağrıdır ve sadece barış isteyenlerin dile getirdiği taleplerden oluşmaktadır. Bu bildiri, savcının itham ettiği kastı asla taşımamaktadır. Maalesef savcı bu metnin tek tek kelimelerini seçerek metnin bütünsel anlamını bozmaya çalışmaktadır. Bu bildiri bir barış çağrısıdır ve hiçbir şekilde şiddete ya da suça çağrı olarak değerlendirilemez ve değerlendirilmemelidir. Dolayısıyla, söz konusu bildiri dolayısıyla dava açılması bile, anayasal bir hak olan ve uluslararası sözleşmelerle (AİHS madde 10) güvence altına alınmış bulunan ifade özgürlüğünün ihlali niteliğindedir. 


Savcı, adeta niyet okumaya çalışmış, bir örgütün yöntemlerinin meşru gösterildiğini ileri sürmüş, bir örgütle tarafımız arasında bağlantı kurma zorlamasına girişmiştir. Daha önce de bahsettiğim gibi, altı yıldır Türkiye’de yaşamaktayım. Burada yaşamayı tercih ettim. Bu şekilde bir davayla huzurunuzda bulunmam dahi, akademik emeklerime, düşünce özgürlüğüme ve kişisel inançlarıma hakarettir.


Dolayısıyla, iddianamenin dahi kendi başına hukuki sakatlığı açık olduğundan, bu bildiride yargılamayı gerektiren ve TMK madde 7/2 kapsamında değerlendirilebilecek hiçbir eylemimin bulunmadığı gözetilerek, CMK madde 223/2 kapsamında derhal beraat kararı verilmesini talep ediyorum.


***


                                                                                                                                         Umut Şah



11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna duyurulan “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attığım için (bildiriye imza atan diğer kişilerle birlikte) yargılanıyorum. Bana ve diğer imzacı akademisyenlere isnat edilen suçlama, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesinin 2. fıkrasından hareketle “terör örgütü propagandası” yapmaktır.


Söz konusu kanun maddesinde, “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak” suç olarak tanımlanmaktadır.Oysa çıplak gözle bile çok açıktır ki, suçlamaya dayanak oluşturan bildiri, herhangi bir örgütü ve/veya şiddet içeren eylemlerini övme, meşru gösterme veya teşvik etme yönünde tek bir kelime dahi içermemekte; tam tersine mevcut şiddetin ve ölümlerin durmasını talep etmektedir.


Söz konusu bildiri, o dönemde ülkenin güneydoğusundaki bazı illerde yürütülen askeri operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları esnasında gerçekleşen ve ulusal/uluslararası raporlarla ortaya konulan insan hakkı ihlallerine, hukuksuzluklara ve sivil ölümlerine dikkat çekerek bunların sona erdirilmesi, etkin bir şekilde soruşturulması ve sorumlularının yargılanması yönünde bir çağrıda bulunmakta, hükümetin şiddet odaklı politikalarını eleştirmekte ve daha da önemlisi ülkede barış ortamının tesis edilmesi talebinde bulunmaktadır.Yani en temelde bu bildiri, şiddet karşıtı ve barış yanlısıdır, ülkede barış ortamının sağlanmasına ilişkin çeşitli talepler ve öneriler sunmaktadır. Dolayısıyla, ne bildirinin kendisi ne de bildirinin kamuoyu ile paylaşılması, TMK 7/2’de belirtilen suç unsurlarını hiçbir şekilde içermemektedir.


Bildirinin dikkat çekmeye çalıştığı insan hakkı ihlalleri, farklı ulusal ve uluslararası kurumların raporlarında mevcuttur ve basına da yansımıştır. Benim bu metne imza atmam da bu sebepledir; yazılı ve görsel medya, sosyal medya ve çeşitli hak örgütlerinin izleme raporları aracılığıyla hepimizin fiilen tanık olduğu bu ölümler ve insan hakkı ihlalleri karşısında sessiz kalmam mümkün değildi ve belki de yapılabilecek en basit eylemlerden biri olarak bu metne imza atarak hükümete yönelik eleştirilerimi ifade etmiş oldum.Bu da hem anayasamız tarafından hem de uluslararası anlaşmalar tarafından koruma altına alınmış olan “ifade özgürlüğü” kapsamındadır.


İddianamede bana isnat edilen suçlamaya temel teşkil edecek hiçbir somut ve hukuki delil yoktur. Dahası mevcut ulusal ve uluslararası yasalarca koruma altına alınmış olan temel hak ve özgürlükleri kullanmanın bizzat kendisi “suçmuş” gibi sunulmaktadır.Bu da bize göstermektedir ki, bu bildirinin suçlama konusu edilmesi ve bildiriye imza atanların yargılanıyor ve cezalandırılıyor olması hukuki değil tümüyle siyasidir. Bildirinin kamuoyuna açıklandığı günden itibaren siyasi otoritenin yönlendirmesi doğrultusunda maruz bırakıldığımız tüm hukuk dışı uygulamalar, hakkımızda açılan davalar ve şimdiye kadar tamamlanan davalarda verilen standart kararlar da bunu ispatlar niteliktedir.Tüm bu sebeplerle; bana ve bildiriye isnat edilen suçlama gerçek dışıdır ve kesinlikle kabul edilemez niteliktedir.


Bildiriyi imzaladığım dönemde olduğu gibi bugün de her tür şiddetin karşısında olduğumu ve ülkede kalıcı bir barış ortamının tesis edilmesi için gerekli adımların atılması yönündeki talebimi tekrarlıyor ve beraatimi talep ediyorum.

[1] Sözü edilen beyanlar ilk defa Bianet.Org aracılığıyla yayımlanmıştır; sırasıyla bkz.: https://goo.gl/LxDZ1T - https://goo.gl/Cd5VCL - https://goo.gl/BZ7kg9