Banu
Bülbül[1]
banuladros@gmail.com
banuladros@gmail.com
Giriş
Ezilenlerin,
sömürülenlerin devrim deneyimlerine ilişkin tartışmalarda en çok yoğunlaşılan
konular şöyle sıralanabilir: Yaşananlar (ayaklanma, devrim, eylemlilik süreci…)
kendiliğinden mi oldu, örgütlü öznenin müdahalesi mi esastı? Devrim, eğer
yenildiyse yeterince merkezileşemediği ve iktidarı almak konusunda hamle
yapmadığı için mi yenildi? Yoksa yerel inisiyatifleri tanımayan bir örgütlü
öznenin hataları nedeniyle mi? (Devrim başarılı olduysa). Merkezileşme adımları
mı yoksa ademi merkezileşme adımları mı atılmalı? Demokrasi hangi araçlarla
uygulanmalı? (Kurucu Meclis mi? Sovyetler mi?)… Devrimden sonra yaşanması
kaçınılmaz olan atak-bekleme-geri çekilme evrelerinin ne zaman başlaması ve ne
zaman sonlandırılması gerektiği de tartışmaların ana noktaları arasında yer
alır. Program-strateji ve taktik hamleler farklı bakış açılarından bambaşka
biçimlerde görülür. Birinin taktik dediği diğerinin ilkesel bulduğu ile
çelişebilir. Taktik olarak başlanan bir geri çekilme hamlesi, zamanla programa
girecek kadar yerleşik kılınabilir.
Ekim Devrimi hakkında
düşünmeye başlayınca tüm bu sorular yeniden insan zihnine üşüşür. Dolayısıyla
başlıkta belirlenen çerçeveye sadık kalmak, başka heyecan verici konulara
taşmamak çok zor olsa da bu metinde Ekim Devrimi’nde Sovyetlerin önemini, dünya
tarihi açısından sovyetik örgütlerin anlamını vurgulamayı ve Türkiye’de
yaşadığımız Gezi sürecinde oluşan sovyetik örgüt nüvelerini (forumlar,
komiteler gibi) bir de bu açıdan gözden geçirmeyi hedefliyorum.
“Sovyetler
Özgürleştiricidir”, “Sovyetler Sağaltıcıdır” derken anlatmak istediğim
Özgür olmak yerine
özgürleşmek fiilini kullanıyorum, çünkü özgürlüğü bir süreç olarak görüyorum.
Kendisini karşıtıyla birlikte ve onunla mücadele hâlinde tanımlayan bir süreç
olarak özgürleşmek…
Sağaltıcı sözcüğü ise
sağaltmak fiilinden geliyor. Bu eylem, “esenlik, iyilik, sağlık, salim,
muteber” anlamlarını taşıyan, Türkçe’deki en eski sözcüklerden biri olan “sağ”
kökünden filizlenir. Günümüzde sağaltım sözcüğü psikolojide daha çok terapinin
Türkçe karşılığı anlamında kullanılıyor. Sağaltıcı ise “terapötik” karşılığı
olarak düşünülebilir. Peki bu sözcüğü Sovyetler için kullanarak neyi anlatmak
istedim? Psikolojide/psikiyatride, hastalık/sorun/semptom/tanı olarak görülen
durumların da aslında içinde bulunulan çağın özelliklerini taşıdığı genel kabul
görüyor artık. Söylemek istediğimi bir örnekle Nancy McWillams’tan
alıntılayacak olursam;
“Freud’un hastalarının
birçoğunun yaşadığı sıkıntı, iyi veya kötü olduklarına ilişkin çok fazla oranda
içsel yoruma maruz kalmalarıydı; Freud bu durumu, ‘acımasız bir süperego’nun
göstergesi olarak betimlemişti. Bunun aksine, günümüzdeki danışanlar, eleştirel
içselleştirmelerle dolu hissetmek yerine, çoğu kez, öznel açıdan boş
hissetmektedirler; ilkelerine ihanet ediyor olmaktan endişe etmek yerine,
çevrelerine ‘katılamadıklarından’ endişe etmektedirler ve düşünceleri,
kimliklerinin ve bütünlük duygularının daha kişisel yönlerine takılmak yerine,
güzellik, ün, zenginlik veya politik açıdan doğru görülmek gibi gözlemlenebilir
niteliklerine takılmaktadır. Bu durumlarda imge özün yerini almaktadır.” (s. 207; McWillams, 2016)
Kapitalist üretim
ilişkilerinin ortaya çıkardığı ve yeniden ürettiği yaşam koşullarının kendine
has sorunları beslediğini; insanı, bireyi onun zihnini ve duygularını aldığı
noktadan bugüne çeşitli biçimlerde dönüştürdüğünü; insanlığın sömürü ve baskıyı
ortadan kaldıramadığı ölçüde ruhsal dünyasının da tıpkı zihinsel dünyası gibi,
tıpkı davranışlarında (intihar, cinayet, sevgisizlik, yalnızlık ve savaşların
artması) görüldüğünün benzeri bir şekilde zorlandığını, bir yaşam-ölüm skalası
üzerinden düşünürsek; ölüme, çürümeye, dağılmaya doğru büyük bir hızla
ilerlediğini söyleyebiliriz. Sovyetik örgütlerin herhangi bir yerde ve zamanda
yeşermesi, mücadelenin sonucunda kazanıp kazanamamasından bağımsız olarak bu
gidişin en kötü ihtimalle duraklatılması, en iyi ihtimalle yaşamdan yana
çevrilmesi olanaklarını doğuruyor. Özörgüt deneyimleri, umudu yeşerttiği ölçüde
geleceği, geleceği önemsediği ölçüde ötekini, ötekini var ettiği ölçüde
ilişkiyi, ilişkiyi yaşattığı anda da insanı sağaltan ve özgürleştiren bu
anlamda kurtaran bir yaşantıya dönüşüyor. Kurtarma fiilinde hem
kurtaranın hem kurtarılanın insan olduğunu, sağaltım ilişkisinde olduğu gibi
öznesi de nesnesi de insan olan bir sürecin yaşandığını akılda tutalım. Tam
burada “özgür olmayı arzulamak” ve “özgür olmayı umut etmek” arasındaki farka
değinmekte fayda görüyorum.
“Arzu ve umut aynı şey
değildir. ‘Umut’ kelimesini kullandığımızda, umut etme sürecinin bir düşünce
etkinliği içerdiğine işaret ettiğimizi sanıyorum; yani arzuladığımız zaman
devrede olan temel güçler tarafından yönlendirilmiyoruz. Umut etmek, umudun
gerçekleşmeyebileceğinin kabulünü de içerir. Gerçekliğin bize neler
getirebileceğinin muhakemesini yaptığımızı ve bunu sınıyor olduğumuzu ima
eder.”(s. 16; Craib, 2006)
Özörgütlerin ortaya
çıkışının, toplumun önemli bir bölümünün konuşması, yazması, belirleyiciliğinin
artması, hareket alanın genişlemesi anlamına geldiğini biliyoruz. Bu
hareketin kendisi umut ve arzunun yan yana gelmesini de ifade eder. Böylesi
yakınlaşmaların yaşanması, kapitalizmin, bir bütün olan insanı, ruh-zihin,
duygu-düşünce diye bölen, bu ikiliklerde hep ikinciden yana çıkan ilk alanı ise
küçümsenen öteki hâline getiren dünyasında sıklıkla görülmez. Özörgütlerin
hakimiyetini kurduğu, iktidarın erişemediği bir alanda yeni bir yaşamı örmeye
başladığı yerde “biz”in alanın genişlemesi, parçalanma tehdidinin, korku, kaygı
ve şüphenin azalması mümkün olur.
Devrimci bir duruma
içeriden tanıklık edenler, anlamların değiştiği başka bir dünyaya adım atar.
“Başka bir dünya mümkün” sloganı böyle bir yaşantının doğrudan ifadesi olarak
da okunabilir. Deneyim içre yaşantılarında, ay sonu maaşını almak için değil
komünün ortak ihtiyaçları için çalışan hem de canla başla uğraşan insanları
görürler, akrabası, iş arkadaşı olduğu için değil sadece orada olduğu için
diğerinin sorunu ile ilgilenen birilerini görmek bile, böylesi ilişkiler
geliştirmek bile sağaltıcıdır bir yandan… Daha az uyku, daha az yemek, daha az
dinlenmek yeter insana iyicil olağanüstü zamanlarda da… Bedensel
ihtiyaçlarından olmazsa olmaz dediklerinden bile uzaklaşır kişi. “Yatağımdan
başka bir yerde uyuyamam” diyenlerin her türlü tehlikeye rağmen parklarda
sabahlaması kadar somuttur sağaltımın ve özgürleşmenin kendisi…
Sovyetler
Sömürülenlerin,
ezilenlerin özörgüt deneyimlerinin tarihi, eşitsizliklerin tarihi kadar
eskidir. İnsanlık tarihi boyunca görülen özörgütlerin en olgun hâli Rusya’da
yaşanan 1905 devriminin ve 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinin yaratıcısı olan
Sovyetlerdir. Sovyet; meclis, şura, danışma meclisi anlamlarına gelen bir
sözcüktür. Kapitalizmin dünya ölçeğinde egemenliğini kurduğu bir dönemde
gerçekleşen Ekim Devrimi’nin ana öznesi olan Sovyetler, düşünsel ve eylemsel
köklerini Paris Komünü’nden alır. Ekim Devrimi’nden sonra 1918-23 Alman
devrimlerinde fabrika komiteleri, İtalya’da işçi konseyleri deneyimi, İspanya
İç Savaşı’nda cephede dövüşen işçi-köylü örgütleri hep aynı öze aittir.
Rusya’da kurulan
Sovyetler, 1917-1918 yıllarında öylesine yaygınlaşmıştı ki kritik alanların
tamamında en küçük yerellere dek Sovyetler kurulmuştu. Liebman’dan
alıntılayacak olursak; “Her yerden komiteler fışkırıyordu. (…) Sanayi
mahallelerinde, işçi sınıfından ailelerin sıkış tepiş doldurduğu büyük
bloklarda, komünal yaşamın ayrıntılarını düzenlemeye çalışan ev komiteleri
vardı. O sırada rastgele Rusya’da bulunan Belçikalı diplomat, (…) çok ağır
ilerleyen bir trenle Petrograd’dan Moskova’ya giderken, kompartımanını
paylaştığı insanların gideceği yere varmadan önce bir ‘yolculuk komitesi’
oluşturduklarını aktarır.” (s. 259; Liebman,1990)
Yaşanan politik-örgütsel
canlılık, böylesi bir özneleşme hâli o güne dek konuşmayanların konuştuğu,
sözün alanının genişlediği bir ülkeyi de beraberinde getiriyordu kuşkusuz.
Kurupskaya o günleri şöyle anlatıyor; “Yaşadığımız ev bir avluya
bakıyordu, orada bile, geceleyin pencereyi açarsanız hararetli bir tartışma
dinleyebilirdiniz. Orada oturan bir asker hiç dinleyicisiz kalmazdı. Genellikle
yan evlerdeki aşçı ya da hizmetçiler, genç insanlar gelirdi. Gece yarısından
sonra konuşmalar arasında ‘Bolşevikler, Menşevikler’ sözlerini seçebilirdiniz.
Sabah üçte ‘Milyukov, Bolşevikler…’ sözleri gene gelirdi. Beşte bile aynı sokak
köşesinde politikadan vb. konuşuluyordu. Petrograd’ın beyaz geceleri aklıma hep
bu gece boyu süren politik tartışmalarla beraber gelir.” (s. 259;
Liebman,1990)
John Reed’in yazdığı
“Dünyayı Sarsan 10 gün” kitabından Liebman’ın alıntıladığına göre “Her sokak
köşesi açık bir kürsüydü. Trenlerde, sokaklardaki arabalarda, her zaman
kendiliğinden tartışmalar patlak verirdi, her yerde… (…) Bütün Rusya okumayı
öğreniyordu. Her şehirde, çoğu kasabada, Cephe’de her politik hizbin kendi
gazetesi (kimi zaman birkaç tane) vardı. Binlerce örgüt, yüz binlerce broşür
dağıtıyor, ordulara, köylere, fabrikalara ve sokaklara yayın akıyordu…(…) Cephedeki
askerlerle karşılaşmasını şöyle anlatıyordu; “Riga’nın gerisinde, zayıf ve
botsuz askerlerin umutsuz siperlerin çamurunda hasta düştüğü Yirminci Ordu’nun
bulunduğu cepheye geldik. Bizi gören askerler ıstıraplı yüzleri, yırtık pırtık
elbiselerinin içinde mavileşen derileriyle, sabırsızlıkla atıldılar, ‘okuyacak’
bir şey getirdiniz mi?” (s. 258; Liebman, 1990)
Özörgütlerin özyönetim
arzusu o kadar büyüktü ki “başkentin her mahallesinde kurulan Sovyetler,
Petrograd Sovyetine karşı eylem ve karar özgürlüklerini koruyorlardı.” (s.
259; Liebman, 1990)
Ya da Troçki’nin
tanıklığından dinleyecek olursak; “Adalet Sarayı yangını sırasında, yukarıda
anılan senatörle aynı tayfadan liberal bir hukukçu sokakta hukuk bilgileri
laboratuvarının ve noterlik arşivlerinin yok oluşuna şahit olmaktan duyduğu
üzüntüyü ifade etmişti. Orta yaşlı, somurtkan görünüşlü, her hâlinden işçi
olduğu belli bir adam homurdanarak cevap vermişti: ‘Senin arşivlerin olmadan da
evleri ve toprakları paylaşmasını biliriz biz’. Doğrusunu söylemek gerekirse,
olay gayet edebi bir tarzda cereyan etmişti. Ama kalabalık içinde bu türden
orta yaşlı ve pat diye cevabı yapıştırabilecek işçiler az sayıda değildi.
Adalet Sarayı’nın yanmasında bir çıkarları yoktu. Bu ne işlerine yarayacaktı
ki? Yine de bu türden ‘aşırılıklar’dan ürküp geri çekilecek de değillerdi.
Kitleleri yalnızca çarlık polisine karşı değil, devrimin yangınında yalnızca
mülkiyet işlemlerine ait noter belgelerinin yanmasına içerleyen liberal
hukukçulara karşı da tüm gerekli fikirlerle besleyerek silahlandırıyorlardı. Bu
fabrika ve sokakların anonim ve yılmaz politikacıları gökten düşmemişlerdi;
buna eğitilmiş olmalılardı.” (s. 160-161; Troçki, 1998)
Bolşevik Parti
önderliğinin devrim açısından önemi, Sovyetlerle kurdukları ilişkide ortaya
çıkar. Ekim Devrimi’nin zirvesi “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganının hayata
geçirilmesidir. Yani partiye değil, bir öndere değil, genel seçimle belirlenen
bir Kurucu Meclis’e değil… Bütün iktidar Sovyetlere… Ve elbette Sovyetlerin de
iktidar zorunluluğunu ortadan kaldıracak koşulları yaratması ve partinin bu
konuda işçi sınıfına destek olması, rehberlik etmesi hedefleniyordu. Anlatmayı
seçtiğim Sovyetlerin öyküsü olduğu ve tarihin de “sınıflar tarihi” olduğunu
düşündüğüm için kişilere ve partilere ancak bu bağlamda değineceğim. Elbette
Ekim Devrimi’nin çok önemli önderleri var ve elbette çok kıymetliler. Onlar
sömürülen, ezilen kitlelerin bilinçteki ihtiyaçlarını, bilinçdışındaki
arzularını erkenden sezmek, bastırılanı açığa çıkarmak konusunda ustalardı. Ama
bu başlıkta benim anlatacaklarım devrimin “nefer”leri olan devrimci işçilerdir.
Ekim Devrimi’nin kaderini onlar belirledi. Tarihe biraz da buradan bakmayı
önereceğim. Bildiğimizi anımsayalım istiyorum; “Bütün İktidar Sovyetlere”
sloganını da Marx’ın, Lenin’in analiz ettiği devrim deneyimlerini de onlar
yarattılar.
Ekim Devrimi ile başlayan
SSCB deneyimi, 1989-1991 arasında resmen sonlandırılmış olsa da sonun
başlangıcı Sovyetlerin işlevsizleşmesi sürecidir. Bu sürecin devamında
yaşananlar işçi iktidarının bürokrasi elinde can çekişmesidir. SSCB’nin
doğumundan kısa süre sonra gelişen büyük sorunlara rağmen 1990’ların başına dek
yaşamını sürdürebilmesi, işçi sınıfının kurduğu ömrü birkaç yılla sınırlı kısa
süreli kolektif iktidarın uzun yıllar yetebilecek olanaklar üretebilmesiyle
ilişkilidir.
Ekim Devrimi, dünyaya
devrimi yaymayı başaramamış ve sonucunda yıkılmış olsa da tıpkı Bedreddin
İsyanı gibi, Paris Komünü gibi içsel kollektif bir imge olarak umudu diri
tutan bir olanak olarak yüzyıl sonra da varlığını sürdürüyor.
Gezi Eylemleri
2013 yılında gerçekleşen
Gezi İsyanı, Gezi Parkı’ndaki ağaçların belediye ekiplerince kesilmesini
engellemek için parkta çadır kuran eylemcilere 30 Mayıs günü sabah 5’te polisin
saldırısı ile başlayan 15 Haziran Cumartesi gecesi polisin parkı işgal edişine
kadar kitleselleşerek süren ve tüm ülkeye yayılan eylemlerin yaz boyunca
-ivmesi azalarak da olsa- devam ettiği süreçtir.
Gezi eylemleri sırasında
forum adı altında özörgütler gelişti. Eylemlerin katılımcıları açısından sahip
olduğu özgürleştirici ve sağaltıcı işlevler o forumlarda da dile getirildi.
Gezi’de ortaya çıkan
karar verici mekanizmaların özörgüt olduğunun kanıtları şöyle sıralanabilir: Kendiliğinden
ortaya çıkmıştır, kararlar kolektif olarak spontane alınmaktadır,
öngörülerle ve uzun vadeli planlarla ilerlenmemektedir, kendisi dışındaki
birileri üzerinde iktidar üreten değil, iktidara karşı çıkan yapılardır,
içerdiği kitle açısından heterojendir.
Gezi’de parka ve doğaya
sahip çıkan taleplerin ön planda olduğu hatırlanmalıdır. “Yetti artık”
“Kahrolsun Bağzı Şeyler” gibi kitleselleşen söylemler biriken öfkenin nesnesini
bulmakta zorlandığı, geniş bir alana yayıldığı anlamını taşır. İktidarın kendi
“biz” tanımını yaparken referans aldığı noktanın darlığına, sadece kendi
“biz”ini kabul edilebilir ve “iyi” görüp, dışında kalanların tamamını “kötü”
ilan ederek dışlamasına bir itiraz gibidir. Sesi ve varlığı “bastırılan”ların,
sıkıştırılanların artık alabildiğine daralan alanını savunma hareketidir aynı
zamanda.
Özörgütlerin Temel
Özellikleri
Özörgütler denetlerler:
Kapitalizmin rutin
işleyişinde kitlelerin kendilerini ilgilendiren konularda alınan kararların
sonuçlarını denetleme hakkı yoktur, yahut son derece sınırlıdır. Oysa
özörgütler karar ve uygulamalarıyla kitlelerin denetimine açıktır. Bu hâliyle
üyesi ya da katılımcısı olan kişiler açısından şüphe duygusunun insan
ruhsallığını zorlayıcı ölçüde yalnızlaştıcı etkisine karşı kolektif bir savunu
işlevi görür.
Özörgütler kitlelerin
kendi hayatını yönetmesini/kontrol etmesini sağlar: Çağımız insanı “her şeyin kontrolü
dışında” olduğundan şikayet eder. Kendi hayatının kontrolünü sağlayamamak
düşüncesine genellikle rahatsızlık hissi, kaygı duyguları ve öfke eşlik eder.
Tek başına sorunu çözemiyor olmanın getirdiği çaresizlik duyguları bu zorlu
duyguların peşi sıra gelir. Özörgütlerin ve onların yarattığı devrimci
süreçlerin bir parçası olmak, gerçekçi bir kontrol algısının sağlanmasını,
irade beyanında bulunmayı ve kararlarının sorumluluğunu paylaşmayı daha
olanaklı kılar. Kitlelerin ortak yaşamlarını birlikte yönetmesinin yolunu açar.
Bu durum, demokrasi açısından kişileri pasifize eden temsiliyet biçiminden
eylemselliğe çeken doğrudanlığa geçiş anlamı taşır.
Özörgütler insiyatif
geliştirebilme, irade sergileyebilme olanağı yaratır: Kapitalizmde örselenip iğdiş edilen
tercih yapma, kendi görüşünü oluşturma ve ifade etme olanaklarını katılımcısına
sunar.
Özörgütler çözümcüldür: Özörgütler, kapitalizmin yarattığı ya
da pekiştirdiği sorunları çözmek için talep ve eylem geliştirirken, sahip
olduğu sınıfsal nitelik gereği (olası en kitlesel katılımı sağlıyor ve herkese
söz ve yetki veriyor olmasını içeren bir nitelik) yeni eşitsizlikler ve yeni sömürü
biçimleri yaratamayacakları için (eğer yaratırsa kendini yok eder) sorunu
değil, çözümü üretir.
Canetti’den bir alıntı
üzerinden düşünmeyi sürdürürsek;
“Kitle içinde meydana
gelen en önemli olay deşarjdır. Deşarj olmadan kitle gerçek anlamda mevcut değildir;
kitleyi yaratan deşarjdır. Deşarj anı, kitleye dahil olan herkesin
farklılıklarından kurtulduğu ve kendilerini diğerleriyle eşit hissettiği andır.
Esas olarak dışarıdan dayatılan farklılıklar mevki, sosyal konum ve mülkiyet
ayrımlarıdır. İnsanlar birey olarak her zaman bu ayrımların bilincindedirler;
(…) Etki ve tepki çölde olduğu gibi giderek kaybolur. Kimse bir başkasının
yanına ya da seviyesine ulaşamaz. (…) (hiyerarşilerin) her yerde insanların
zihinlerine yerleştiğini ve birbirlerine yönelik davranışlarını belirlediğini
bilmek gerekir. İnsanlar mesafe yüklerinden ancak hep birlikte kurtulabilirler,
kitleler içinde olan da işte budur. (…) İşte insanlar hiç kimsenin diğerinden
daha üstün ya da daha iyi olmadığı bu mutlu an uğruna bir kitle oluştururlar.
Ne var ki bu kadar arzulanan ve bu kadar mutlu olunan deşarj anı, kendi
tehlikesini bağrında taşır. Bu an bir yanılsamaya dayalıdır; birdenbire
kendilerini eşit hisseden insanlar gerçekten eşit olmamışlardır; sonsuza
kadar eşit hissedecek de değillerdir. Kendi evlerine dönerler, kendi
yataklarında yatarlar, mülklerini ve isimlerini korurlar.” (s. 19; Canetti, 2003)
İşte devrim süreçleri;
maç için, dini bir ayin için bir araya gelen kitlelerden farklı olarak yaşanan
ve eşit hissedilen anı süreklileştirmenin olanaklarını üretir. Bu anlamda
katılımcı olan insanların yaşamında köklü değişiklikler yaratır.
Özörgütler yabancılaşma
sürecinin tersine çevrilmesinin mümkün olduğunu anımsatır: Çağımız insanının hissettiği boşluk
duygusunun gerçek ilişkiler yaratarak giderilmesi sürecine katkı sunar. Yani
metaların ilişkisinin yerine insanların ilişkisinin, biçim yerine özün öneminin
artması için olanak sunar. Özellikle çağımızın yalnız ve kaygılı insanları için
başkalarıyla gerçek temas ve ilişki olanakları sunan, öze dair tartışmaları
doğası gereği içeren örgütlenmelerin insanların yaşayageldiği ruhsal tahribatı
azaltıcı özellikleri vardır.
Özörgütler, cesareti
güçlendirir: Denetimsizlik yoluyla gelen
kaygılara, korku toplumuna dönüşen kapitalizme karşı Sovyetik özörgütler,
insanlığın ihtiyacı olan iyicil cesaretin çoğalmasını sağlar. Ortaya çıktığı
her tarihsel dönemeçte umudu ifade ettiği, yenilgisi ardından açığa çıkan hayal
kırıklıkları ve suçluluklarla baş etmenin zor olduğu ortadadır.
“İnsanı bilinmeyenin
dokunuşundan daha çok korkutan hiçbir şey yoktur. İnsan kendisine değen şeyi
görmek ve tanımak, hiç değilse sınıflandırmak ister. Yabancı herhangi bir şeyle
temastan her zaman kaçınma eğilimindedir. Karanlıkta beklenmedik bir dokunuşun
sebep olduğu korku, paniğe kadar varabilir. (…) İnsanların etraflarında
yarattıkları bütün mesafelerin nedeni bu korkudur. Kendilerini başka hiç
kimsenin giremeyeceği evlere kapatırlar ve ancak orada bir dereceye kadar
güvende hissederler. Hırsız korkusu yalnızca soyulma korkusu değildir, aynı
zamanda karanlığın içinden aniden uzanan beklenmedik bir elden duyulan
korkudur. (…) İnsan bu dokunulma korkusundan yalnızca kitle içinde
kurtulabilir. Korkunun karşıtına dönüştüğü tek durum budur. (…) Rahatlama hissi
kitle yoğunluğunun en çok olduğu yerde en çarpıcıdır.”(Canetti, 2003; s. 15-16)
Devrimci yükseliş
dönemlerinde ortaya çıkan özörgütlere, “yenilgi ve geri çekilme dönemlerinde”
ne olur?
Özörgüt tanımı gereği
doğrudanlığı, spontanlığı ve ele aldığı bir soruna odaklanarak örgütlendiği
için dönemselliği tarif eder. Özörgütlerin ortaya çıkabilmesi için devrimci
durumların yani krizlerin ortaya çıkması, iktidardan farklılaşan çıkarını,
sözünü bastırmayan ve ifade eden bir cesaretin uyanık biçimde gücün karşısında
ve ayakta durmasını gerektirir. Ancak hiçbir atak, hiçbir kriz sonsuza dek
sürmez. Kriz doğası gereği yerini ya ölüme ya da başka bir rutine devretmek
zorundadır. Bireylerin de kitlelerin de sürekli tetikte oldukları bir ruhsal
hâli ve gündelik hayatı sürdürmesi olanaksızdır. Bu nedenle özörgütleri
yaratan kriz durumlarının da özörgütlerin coşkun hâllerinin de elbette bir sonu
vardır. Ancak o özörgüt fiilen ortadan kalksa da etki ettiği kuşakta yarattığı
zihinsel, duygusal değişimin ifadesini bulduğu sanat eserlerinde, bilimsel
üretimde, siyasal faaliyette varlığını sürdürerek yeni nesillere ve böylelikle
geleceğe ulaşacaktır.
Özörgütler fiilen geri
çekildiğinde ne olur? Kolektif olanın geriye çekilmesi, birey ruhsallığının
ancak kolektif eylemiyle kendini ifade edebilen özelliklerinin de geri
çekilmesidir. Böylesi gericilik dönemlerinde insan, ruhunu cendereye alan bir
karanlıkla, narsistik bir yalnızlıkla, büyük depresif boşlukla ve kaygılarla
dolu uzun bir geceye dönen hayatıyla cebelleşir durur. Çünkü kapitalizm güçlendikçe
ve yerleştikçe insanların kişiliklerinde işgal ettiği alan da genişlemektedir.
Amaçsızlığın yarattığı
yaşama korkusunu ölüm korkusu ile karıştırarak kaygılara gark olan, kontrolü
elinden yitirmiş hisseden çağımız insanını dönüştürecek bir güç olan örgütlenme
biçimlerini yüz yıl öncesi referanslarla konuşmak, insanlığın geleceğine
ilişkin umudun gerçek köklerine vurgu yapmak anlamını taşır. Bu kökleri aramak,
kayıp özü arayışın önemli bir parçasıdır. Anlam; umut, cesaret, öz ve iyi
duygular arayışına katkıdır.
Özellikle kaygı
bozuklukları, depresyon ve kişiliklerindeki narsisistik hasarlarla boğuşan
günümüz insanının gündelik yaşamında, değer yargılarında, gelecek düşlerinde
oluşan ağır tahribat ancak kolektif çözümler üreterek sağaltılabilecek,
böylelikle yeni kuşaklara dönemsel hastalık ve sorunların aktarımının önüne
geçilebilecektir. Bu çözümlerin sürekli yeni kayıplar yaşayan, acılar içindeki
milyonların özgücüyle üretilebileceği en doğru adreslerden biri de Sovyet türü
örgütlerdir.
Bir Özörgütün Ölümü
Özörgütler, eğer içsel
faktörlerce yenilgiye uğratılmışsa ardından gelen hayal kırıklığının, yıkımın
onarımı uzun yılları gerektirirken, dışsal faktörlerce yenilgiye uğratıldığında
sınıfın yeniden ayağa kalkması, yaralarını sarması görece kısa süre alır.
Dışarıdan gelen politik etkilerin bireylerin “iç”ini yani kişiliğini,
duygularını, düşüncelerini nasıl etkilediğini düşündüğümüzde işçi sınıfı ve
yoksul köylülüğün kendi özörgütlerini kurması ve burjuvaziyi, toprak
sahiplerini bu örgütlerin dışında bırakması durumunda aslında “dış”sal olanın
içeriye kültürel öğeler olarak sızmasının uzun vadede olanaklı olduğunu daha
kolay anlayabiliriz.
Lenin’in 11. Parti
Kongresi’ne 1922 yılında sunduğu politik rapordan alıntılayacak olursak;
“Yetkili konumlardaki 4700
komünisti ile birlikte Moskova’yı ele alacak olursak ve bu dev bürokratik
mekanizmayı, dev yığını düşünecek olursak, şöyle sormalıyız: Kim kimi
yönetiyor? Bu yığını komünistlerin yönettiğinin söylenmesinin doğru olduğundan
hiç de emin değilim. Doğrusu, onlar yönetmiyor, yönetiliyorlar. Burada çocukken
gördüğümüz tarih derslerindekine benzer bir şey olmuştur: Bazen bir ulus
diğerini ele geçirir; ele geçiren ulus yenen, ele geçirilen de yenilen ulustur.
Bu basit ve herkesçe anlaşılabilir bir şeydir. Fakat bu ulusların kültürlerine
ne olur? Bu noktada işler o kadar da basit değildir. Yenen ulus yenilenden daha
kültürlü ise kendi kültürünü yendiği ulusa dayatır; fakat tersi durumda yenilen
ulus kendi kültürünü yenen tarafa kabule zorlar. RSSFC’nin başkentinde yaşanan
da böyle bir şey değil miydi? (Hemen hemen ordunun tamamını oluşturan hepsi de
en sağlam) 4700 komünist yabancı bir kültürün etkisi altına girmedi mi? Doğru,
yenilenin yüksek bir kültür düzeyine sahip olduğu izlenimi doğmuş olabilir.
Ancak durum hiç de böyle değil. Onların kültürü çok berbat, dikkate değmez olsa
da, bizimkinden daha yüksek bir düzeyde. (…) sorumluluk sahibi komünist
yöneticilerimizin yönetsel yetersizlikleri dolayısıyla daha yüksek bir kültüre
sahiptirler. (…) Bunun geçen yılın politik dersi olduğunu ve 1922’de
mücadelenin tam bu noktada kızışacağını düşünüyorum”. (s.57-58; Lenin, 1999)
Özörgütleri içten yiyen
kurt da genellikle bürokrasi olur. Kitle örgütleri içinde bürokrasinin
büyümesi, gelişmesi, yerleşmesi doğası gereği örgütün “öz” niteliklerinden
yitirmesine, biçimsel olana vurguyu beraberinde getirir. Karşılıklı güvenin
yerini detaylı tüzüksel normlara boğulan ilişkiler alır. İnsanların
ilişkilerinin yerini, kağıt ve belgelerin ilişkileri alırken, canlılık,
dinamizm azalır ve yerine betona, kağıda, rakamlara gömülü kanıtlar geçer.
Böylece en çok belgeye, arşive, yönetsel organa sahip olan daha büyük kontrolü
elinde tutar.
Özörgütler, metaların
ilişkilerinin yerini insan-insana ilişkinin almasına, donan gündelik hayatın
akmasına, betondan kuralların kana, cana kavuşmasına katkı sağlayarak sadece
bugünümüzü anlamlandırmayacak aynı zamanda kapitalizmin sunduğu topyekun yok
oluş seçeneklerinin karşısında insanlığın geleceğine ilişkin umutların da
üretilmesini olanaklı kılacaktır.
Sovyetik Örgütler,
Gelecek Umudunun Kurucu Öznesidir
Freud, Uygarlığın
Hoşnutsuzluğu makalesini şöyle bitirir: “Bana öyle geliyor ki, insan türünün
kaderini belirleyecek olan soru, uygarlığın gelişiminin, birlikte yaşamanın
insanların saldırganlık ve özyıkım dürtüleri tarafından bozulmasına hakim
olmayı başarıp başaramayacağı ve bu hakimiyetin ne ölçüde gerçekleşeceğidir. Bu
anlamda içinde bulunduğumuz dönem özel bir önem taşıyor belki de. İnsanlar doğa
güçleri üzerindeki hakimiyetlerini o denli artırmış durumdalar ki, bunların
yardımıyla birbirlerini son insana varana dek ortadan kaldırmaları işten
değildir. Bunu kendileri de bildiklerinden, günümüzdeki huzursuzluklarının,
mutsuzluklarının ve kaygılı hâllerinin esaslı bir bölümü buradan kaynaklanıyor.
Artık diğer ‘semavi güç’ün, ebedi Eros’un, kendisi gibi ölümsüz olan rakibiyle
giriştiği kavgada kendi üstünlüğünü göstereceğini umabiliriz. Ama zaferi ve
sonucu kim önceden kestirebilir ki?” (s. 102; Freud, 2014)
Kapitalizm ve tüm sınıflı
toplumlar, insan tarafından ayakta tutulur ve insan aleyhine işler. Milyonlarca
insan kendi çıkarına olmayan, bir araya geldiği anda durdurabileceği bir insan
öğütme makinesini adeta her gün yeniden çalıştırmaktadır. Marx “İnsan kendine
bunu nasıl yapar?” sorusunu billur biçimde yanıtlarken Freud da “İnsan bunu
kendine neden yapar?” sorusuyla uğraşır hayatı boyunca.
Milyonlarca insanın
kendisini tutsak eden bir sistem için üretmesi, onun için gardiyanlık yapması,
ihbarlarda bulunması, vitrinler hazırlaması, patronu adına başka işçilerin
çalışmasını puanlaması bir bütün olarak düşünüldüğünde anlaması kolay olmayan,
anlasak dahi anlamlandırma güçlüğü yaşadığımız, anlamlandırdığımızda da kabulü
olanaksız bir gerçekliği işaret ediyor.
Egemenlerin yani
insanların yaşamını önemsemeyenlerin elinde bulunan kitle imha silahları
dünyadaki yaşamın toptan yok oluşunu gerçekçi bir olasılığa dönüştürüyor. Hâl
böyleyken bir kez daha insanlığın kaderini sovyetleri dünya ölçeğinde yeniden
kurup kuramayacağımız belirleyecek.
Kaynaklar
Canetti, E. (2003). Kitle
ve İktidar. (G. Aygen, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları (Özgün kitap 1992
yılında yayınlandı).
Craib, I. (2006). Hayal
kırıklıkları. (A. Onacak, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Özgün kitap
1994 yılında yayınlandı).
Freud, S. (2014). Uygarlığın
Huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün kitap
1929 yılında yayınlandı).
Kollektif. (2016). Gezi’yi
Psikanalizle Düşünmek. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Lenin, V.I. (1999). Lenin’in
Son Kavgası. (M. Delikara-Topçu, Çev.). İstanbul: Öteki Yayınevi. (Kitapta
yer alan özgün makaleler 1922-1923-1924 yıllarında yayınlandı).
Liebman, M (1990). Lenin
Döneminde Leninizm. (O. Akınhay, Çev.). İstanbul: Belge Yayınları (Özgün
Kitap 1973 yılında yayınlandı).
McWillams, N. (2016). Psikanalitik
tanı: Klinik süreç içinde kişilik yapısını anlamak. (E. Kalem, Çev.)
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Özgün kitap 1994 yılında
yayınlandı).
Troçki, L. (1998). Rus
Devriminin Tarihi I-II-III. (B. Tanatar, Çev.) İstanbul: Yazın Yayıncılık.
(Özgün kitap 1930 yılında yayınlandı).
[1]İlk defa Sendika.Org’ta yayımlanmış olan bu yazı, şu adreste bulunmaktadır: https://goo.gl/sYUEwM
[1]İlk defa Sendika.Org’ta yayımlanmış olan bu yazı, şu adreste bulunmaktadır: https://goo.gl/sYUEwM