Söyleşi: Melis Uluğ ile Politik Psikoloji, Akademi ve Toplumsal Meseleler Üzerine

Ö. Melis Uluğ
oulug@umass.edu
Hazırlayanlar: Sercan Karlıdağ ve Serap Dakak

UMass Amherst'te doktora sonrası araştırmacı olarak bulunan Ö. Melis Uluğ ile sosyal ve politik psikoloji, akademi ve aktivizm ve güncel bilimsel çalışmaları ekseninde Türkiye’deki toplumsal konular üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgisi için kendisine teşekkür ederek sizleri Ö. Melis Uluğ’un sorduğumuz sorulara verdiği yanıtlarla başbaşa bırakıyoruz.


***

— Kendinizi tanımladığınız başat kimlik unsurlarınız arasında “UMass Amherst'te doktora sonrası araştırmacı, politik psikolog, ODTÜ'lü ve feminist” olmak var. Okuyanlar, bir Twitter araştırmasıyla bunu teyit edebilir kolaylıkla. Sıra sıra gidecek olursak (!) akademisyen ve bir psikolog olmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında psikolog olmaya karar vermem şöyle oldu: Üniversite sınavına girerken aklımda siyasetle ilgili bir şeyler yapmak vardı, bu yüzden uluslararası ilişkiler ya da siyaset bilimi okumayı amaçlıyordum. Fakat öyle bir puan almıştım ki ODTÜ uluslararası ilişkileri 1-2 puanla kaçırıyordum, puanım siyaset biliminin de çok üstünde kalıyordu. O zamanlar “puanın boşa gitmesin” diye bir söylem vardı, şu anki sınav sisteminde hâlâ bu söylem var mıdır bilmiyorum. Ben de resmen puanım boşa gitmesin diye siyaset biliminden yüksek olan ama uluslararası ilişkilerden biraz düşük olan psikoloji bölümünü yazdım. Bu süreçte ablamın klinik psikolog olmasının da büyük etkisi oldu. İyi ki de etkisi olmuş çünkü gerçekten çok memnunum psikolog olduğum için.

ODTÜ psikolojiye başladıktan 1-2 yıl sonra psikolojiden yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştım. Derslerde anlatılan araştırma sonuçları beni yeterince heyecanlandırmıyordu, sanki araştırmacılar hâlihazırda bilinen olguları isimlendirmişler ve araştırma yapmadan da bulunabilecek araştırmaları boşu boşuna yapmışlar gibi geliyordu. Daha da önemlisi her ne kadar ODTÜ gibi bir üniversitede psikoloji okusam da sınıf arkadaşlarımın birçoğu oldukça apolitikti. Hiç unutmuyorum ikinci sınıfta bir derste hoca güncel yaşanmış bir olayla anlattığı teori arasında bir bağ kurmak istiyordu. Fakat sınıfta hiç kimsenin o güncel olaydan haberi yoktu. O gün eve gidip ben siyaset okumak istiyorum ve biraz psikolojiden uzaklaşmak istiyorum diyerek yan dal araştırmalarına başlamıştım. Daha sonrasında ODTÜ’nün siyaset çalışmalarında yan dal yaptım. Böylece bir nevi siyaset bilimi okuma hayallerimi gerçekleştirmiş oldum. Yüksek lisansta da bu iki alanı birleştirerek politik psikoloji üzerine çalıştım.

Akademisyen olmaya ise doktora yaptığım sırada karar verdim. Öncelikle akademisyen olarak Kürt-Türk sorunu ya da Gezi protestoları üzerine yürüttüğüm projelerin bir şekilde bu projelerin öznesi olan insanların hayatına dokunduğunu keşfettim. Böylece akademinin -her zaman olmasa da- sesi duyulmayan, ezilen, dezavantajlı, azınlıkta kalan insanların sesinin duyulmasına yardımcı olduğunu fark ettim. En azından kendim böyle bir akademisyen olmak istiyordum. Bir de Türkiye’nin şu anda çalıştığım politik psikoloji gibi bir alana çok ihtiyacı olduğunu düşünüyordum. O yüzden doktoramı bitirdikten sonra akademide kalmaya karar verdim.

“Politik psikolojiyi dünyadaki neredeyse hemen hemen her toplumu etkileyen önyargı, ayrımcılık, kimlik, çatışma ve savaş gibi gruplar arası ilişkiler konularını ele alan ve oldukça önemli bir bilim alanı olarak tanımlıyorum.”

— Akademik anlamda demirlediğiniz bir alan olarak sosyal ve politik psikoloji üzerinde durmak istiyoruz. Sizin gözünüzde sosyal ve politik psikoloji nedir; bahseder misiniz?

Sosyal psikolojiyi sosyal konuları psikolojik bir çerçeveden ele alan geniş bir alan olarak düşünüyorum. Politik psikolojiyi ise sosyal psikolojinin bir alt alanı olarak tanımlıyorum. Bu sebeple politik psikolojinin çalışma nesneleri sosyal psikolojinin çalışma nesneleriyle hemen hemen örtüşüyor. Fakat sosyal psikolojinin ele aldığı ama politik psikolojinin ilgi alanlarına düşmeyen konuların da mevcut olduğunu düşünüyorum. Kısaca özetlemem gerekirse politik psikolojiyi dünyadaki neredeyse hemen hemen her toplumu etkileyen önyargı, ayrımcılık, kimlik, çatışma ve savaş gibi gruplar arası ilişkiler konularını ele alan ve oldukça önemli bir bilim alanı olarak tanımlıyorum.

“Türkiye tam bir sosyal laboratuvar ve Türkiye’den yola çıkılarak dünyanın birçok yerinde yaşanan olgulara ve sorunlara ışık da tutulabilir. Fakat bunun önünde iki engel olduğunu düşünüyorum: Birincisi, Türkiye’de birçok üniversitenin lisans eğitiminde eleştirel düşünmeye neredeyse hiç önem verilmiyor. İkincisi ise, ‘bilimcinin (psikoloğun) tarafsız olması gerektiği’ fikri.”

— Sosyal psikoloji ilgilileri için değerli sorular olabileceğini düşünerek sormak istiyoruz: Ana akım ve ana akıma eleştirel bir sosyal psikoloji için Türkiye’deki manzarayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle ana akım (sosyal) psikoloji perspektifiyle karşılaştırıldığında literatürdeki çalışmalar, üretilen bilgi ve akademik emek, lisans eğitiminin niteliği ve uygulama gibi farklı boyutlarla değerlendirmelerinizi merak ediyoruz.

Bu gerçekten de çok güzel ve üzerine oldukça uzun bir şekilde tartışılması gereken bir soru. Türkiye’de manzaraya bakınca elbette ana akıma yakın bir psikoloji çizgisi görüyor olduğumu söylemeliyim. Ana akım psikolojiden kastım daha çok pozitivist bir anlayış benimseyen ve bunun dışına çıkan yaklaşımları pek de ciddiye almayan bir anlayış. Türkiye’de bu anlayışın hâkim olduğunu söylemek mümkün. Fakat hem TODAP gibi psikoloji bilgisinin ve pratiğinin eleştirisini üretmeye odaklanan bir derneğin varlığı, hem de eleştirel psikolojiyi benimseyen ve eleştirel yaklaşımlar üretme çabası içerisinde olan yeni nesil psikologlar yavaş yavaş bu anlayışın da değişmesine olanak sağlıyorlar. 

Yaşanan güzel gelişmeler olsa da zaman zaman Türkiye’de psikoloji alanında üretilen bilgi “batıda” ortaya konan teorilerin, terimlerin veya uygulamaların yerel bağlama uygulanmaya çalışılmasından ileri gidememektedir. Diğer bir deyişle, Türkiye’de psikoloji alanı zaman zaman yeni bir bilgi üretmeyi amaçlamamaktadır. Bu yaklaşım yerelin kendisini yerelden yola çıkarak anlamaktan ziyade örneğin bir ölçeğin Türkçe adaptasyonuna odaklanılmasıyla sonuçlanmaktadır. Hâlbuki gruplar arası sorunlar sebebiyle Türkiye tam bir sosyal laboratuvar ve Türkiye’den yola çıkılarak dünyanın birçok yerinde yaşanan olgulara ve sorunlara ışık da tutulabilir. Fakat Türkiye’nin dünyanın birçok yerinde yaşanan olgulara ve sorunlara ışık tutması önünde iki engel olduğunu düşünüyorum: Birincisi, Türkiye’de birçok üniversitenin lisans eğitiminde eleştirel düşünmeye neredeyse hiç önem verilmiyor. Sayıları az da olsa eleştirel düşünmeyi yerleştirmeye çalışan hocalardan bahsetmiyorum elbette. Benim daha çok bahsetmeye çalıştığım genel olarak eleştirel düşünmenin, psikoloji eğitiminin bir parçası ol(a)maması sorunu. Yüksek lisansımı Belfast’ta yaparken bu durumu fark etmiştim. Dersin hocası bir teori anlatıyordu, ben de içimden “Aa ne kadar güzel bir teori” derken, Alman, İrlandalı ve başka birçok ülkeden gelen sınıf arkadaşlarım teoriyi dinler dinlemez eleştirmeye başlıyorlardı. O derslerde fark ettim ki ben herhangi bir teoriyi eleştirmeyi hiç aklıma bile getirmemiştim. Sonrasında kendimi eleştirel düşünme konusunda biraz geliştirmeye çalışsam da yine de sınıf arkadaşlarıma göre bu düşünme biçimine çok geç başladığımı söyleyebilirim. İkinci engel ise, Türkiye’de lisansta öğrendiğim ve olduğu gibi kabullendiğim “bilimcinin (psikoloğun) tarafsız olması gerektiği” fikridir. Bu fikri o kadar benimsemiştim ki yüksek lisans tezim için Kürt-Türk sorunu üzerine çalışmaya başladığım zaman hâlâ naif bir şekilde bir bilimcinin tarafsız olabileceğini düşünüyordum. Sonrasında bir bilimcinin “tarafsız” ol(a)mayacağını ve hatta “ezilen-ezen” ya da “avantajlı-dezavantajlı” grupların odaklanıldığı çalışmalarda tarafsız olmanın bir nevi güçlü olanın işine yarayacağını da fark ettim. Türkiye’de bu açıdan da lisans eğitimini biraz “sorunlu” bulduğumu söyleyebilirim. 

Peki, Türkiye’de hiç mi iyi bir şey yok diye sorabilirsiniz? Her ne kadar eleştirel düşünme anlamında lisans eğitiminin niteliğini sorgulasam da yine de Türkiye’de -bu noktada daha çok ODTÜ için konuşuyorum- psikoloji eğitimi açısından iyi bir eğitim aldığımı söyleyebilirim.

— Gezi protestoları, toplumsal cinsiyet, Kürt-Türk sorunu ve Alevi grup kimliği gibi konular üzerine araştırmalarınızı sürdürmektesiniz. Sosyal ve politik psikoloji bu toplumsal meseleleri nasıl ele alıyor, disiplin-içi imkânlar ve engeller neler size göre?

Sosyal ve politik psikolojinin kolektif eylem, toplumsal cinsiyet, çatışma ve ayrımcılık konuları üzerine hem metodolojik hem de teorik birçok imkân sağladığını düşünüyorum. Sorduğunuz sırayla gidersek örneğin sosyal kimlik yaklaşımı bireylerin kimlikleri üzerinden neden protestolara katıldığı, kadınların kadın kimlikleri üzerinden ayrımcılık algıladığında ne gibi yollara başvurduğu, Kürt kimliğinin politikleşmesinin ve politize olmasının Kürtler için ne gibi sonuçları olabileceği, Alevilerin Alevi kimliğini benimsemesinin Sünnileri affetmelerine yardımcı olup olmadığı gibi çok farklı ampirik soruların sorulmasına ve cevaplanmasına olanak sağladığını düşünüyorum. Her ne kadar çok farklı soruların sorulmasına imkân sunsa da sosyal kimliğin bireyler tarafından içinin nasıl doldurulduğunun hâlâ yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Diğer bir deyişle sosyal kimliğin bu toplumsal meseleleri ele alırken birçok kapı açtığını düşünsem de hâlâ bazı farklı davranış biçimlerini açıklayamadığını düşünüyorum. Dr. Yasemin Acar’la şu anda bu konuya odaklanıyoruz çünkü disiplin-içi bazı -özellikle metodolojik- engeller söz konusu olduğunu düşünüyoruz. Aslında engel kelimesi tam demek istediğimi yansıtmıyor, belki “metodolojik tercihler” desem daha doğru olur. Özellikle Kuzey Amerika’da -ki Türkiye ve birçok başka ülke için de geçerli- nicel yöntemlerin nitel ya da karma yöntemler üzerinde bir hegemonisinin olması, hem ele alınan konunun derinlemesine bir şekilde anlaşılmamasıyla hem de nicel olmayan çalışmaların bir nevi “marjinalleştirilmesiyle” sonuçlanıyor. Özetlemem gerekirse Gezi protestoları, toplumsal cinsiyet, Kürt-Türk sorunu ve Alevi grup kimliği gibi konuların her birinin nicel yöntemlerle olduğu gibi nitel ve karma yöntemlerle de araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Fakat sosyal psikolojide hâlâ ağırlıklı olarak belli yöntemlere önem verilmesini bu anlamda sorunlu buluyorum.

“Türkiye’de üniversitelerden atılsa da, cezalandırılsa da haksızlıklar karşısında sessiz kalmayan, ses çıkarmaya devam eden (sayısı az da olsa) akademisyenler hâlâ var. Aynı cesur tavrı sosyal/politik psikologlar arasında görüyor muyum ondan emin değilim.”

— Peki, Gezi Direnişi, Soma Katliamı, Suruç Katliamı, OHAL süreci ve artan yapısal ve doğrudan şiddet koşullarında genel anlamda akademi ve özelde sosyal/politik psikoloji toplumsal meselelerimize dair ne durumda?

Kuzey Amerika ve Avrupa’daki birçok üniversiteye kıyasla Türkiye’de akademinin bundan 8 yıl önce bile çok daha baskı altında olduğunu ve toplumsal meselelere yaklaşırken çoğu zaman devlet perspektifini desteklediğini düşünüyordum. Yüksek lisans çalışmalarım için 2010 yılında Belfast’a gittiğimde danışmanım çalışma konuma ve kullanacağım yönteme kendim karar vermem konusunda beni desteklemişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra Türkiye’ye dönüp akademisyen arkadaşlarımla akademik deneyimlerimiz üzerine konuştuğumuzda Türkiye’de akademik işlerin pek de benim deneyimlemediğim gibi yürümediğini daha net anlamıştım. Yüksek lisans tezimde Kürt-Türk sorunu üzerine odaklanıyordum ve Q yöntemi diye -aslında bir nevi ana akım yöntemlerin dışına düşen- karma bir yöntem kullanıyordum. Arkadaşlarım “Türkiye’de olsan asla bu konuyu çalışamazdın”, “Seni destekleyecek hoca biraz zor bulurdun”, “Q yöntemi de neymiş, burada anketten başka bir şey hayatta yaptırmazlardı” gibi yorumlarda bulununca Türkiye’de akademinin durumunu iyice anlamış oldum. Aradan geçen 8 yılda Türkiye’de maalesef daha da olumsuz şey yaşandı. Özellikle saydığınız Soma Katliamı, Suruç Katliamı, çatışmanın yeniden başlaması, darbe girişimi ve sonrasındaki OHAL süreci hâlihazırda yıpranmış olan akademik özgürlükleri neredeyse yok denecek seviyeye getirdi. Bunlara ek olarak bir de Barış İçin Akademisyenler’e verilen cezalarla, uygulanan yaptırımlarla bir nevi akademisyenlere “haksızlıklar karşısında sesinizi çıkarmayın” denmeye başlandı. Türkiye’de üniversitelerden atılsa da, cezalandırılsa da haksızlıklar karşısında sessiz kalmayan, ses çıkarmaya devam eden (sayısı az da olsa) akademisyenler hâlâ var. Aynı cesur tavrı sosyal/politik psikologlar arasında görüyor muyum ondan emin değilim. Türkiye’de, özellikle sosyal psikoloji, bana kalırsa toplumsal meseleleri anlama konusunda ve politik bir pozisyon alma konusunda oldukça geç kaldı. Bununla ilgili Dr. Ahmet Çoymak’la birlikte geçenlerde Praksis dergisinde “Bir Bilim Alanı Olarak Psikoloji Sosyal Yapıyı Anlamanın Neresinde? İnsan Davranışı ve Yapı İlişkisi Üzerine Eleştirel Bir Deneme[1] başlıklı bir makale kaleme aldık. Bu makalede burada bahsettiğim konuları hem genel olarak (sosyal) psikolojinin hem de Türkiye bağlamında (sosyal) psikolojinin toplumsal sorunları ele alırken nasıl konumlandığını sorgulayarak tartışmaya çalıştık. İlgilenen arkadaşların ayrıntılı bir tartışma için o makaleye bakmalarını da öneririm.

— Kendinizi feminist olarak tanımladığınızı belirtmiştik. Hem genel ölçekte hem de kadın hareketi özelinde, akademi ve aktivizm ilişkisi konusundaki değerlendirmelerinizi merak ediyoruz.

Kadın hareketinin içerisinde hem akademisyen olan hem de feminist olan bazı akademisyenler var elbette. Bu akademisyenler hem akademiyi hem de aktivizmi birlikte götürüyorlar. Evet, ben de kendimi feminist olarak tanımlıyorum. Aynı zamanda kendimi bir aktivist olarak da tanımlıyordum. Tanımlıyordum diyorum çünkü 2016 Eylül ayında ABD’ye taşındığımdan beri aktivizm alanında pek bir şeyler yapamadığımı düşünüyorum. Buraya taşınmadan önce özellikle online aktivizm alanında harika işler başaran erktolia ile birlikte cinsiyetçilikle mücadele ediyordum. Birçok firmanın cinsiyetçi söylemlerine birlikte karşı çıkıyorduk. O dönem aktivizmimin özellikle kolektif eylem alanındaki akademik çalışmalarımı, akademik çalışmalarımın da aktivizmimi beslediğini düşünüyorum. Çok kısa bir örnek vermek istiyorum. Doğadan çay markasının cinsiyetçi reklamına karşı Change.org üzerinden başlattığımız imza kampanyasına iki günde 20.000’den fazla kişi imza vermişti. Kampanyanın başarıya ulaşıp hem reklamın geri çekilmesi hem reklamı çeken reklam ajansının kadınlardan özür dilemesi bize umut vermişti. Hatta sonrasında bu kampanyada büyük emeği geçen sosyal psikolog Dr. Canan Coşkan’la beraber reklam ajansında cinsiyetçilik üstüne bir workshop da gerçekleştirdik. Bu workshopta ikimiz de sosyal/politik psikoloji bilgimizi kullanarak reklamcılara cinsiyetçiliğin ne olduğunu ve birey, grup ve toplum üzerinde ne gibi zararları olabileceğini anlattık. Bu süreçte kampanyaya destek veren o kadar fazla kişiden email aldım ki aktivizmden yola çıkarak Doğadan protestosuna destek verenlerin motivasyonları üzerine düşünmeye başladım. Örneğin bu insanlar sadece bu reklam özelinde mi bir haksızlık algılamışlardı, yoksa genel olarak dünyada bir haksızlık algılıyorlardı ve bu olay da bu büyük haksızlığın bir parçası mıydı? Bu sorulara cevap ararken bir araştırma yapmaya karar verdim. Change.org’taki arkadaşlarla iletişime geçtim ve konuyla ilgili bir araştırma hazırlarsam kampanyaya destek verenlere akademik araştırmanın linkini yollayıp yollamayacaklarını sordum. Change.org’taki arkadaşlar böyle bir şeyin mümkün olduğunu söylediler. Hemen konuyla ilgili kolektif eyleme ve algılanan haksızlığa odaklanan bir araştırma hazırladım ve Change.org üzerinden yaklaşık 400 kişiden veri topladık. Bu anlamda akademik işlerimle aktivizmimin iç içe geçtiğini düşünüyorum. Umarım buradaki tempomu yoluna soktuktan sonra aktivizme yeniden dönebilirim.

— Siz şu an akademik çalışmalarınızı Türkiye dışında sürdürüyorsunuz, sizin gibi birçokları da birçok farklı yerde. Bir tarafta da Türkiye’dekiler var, yakınlarınız, beraber çalıştığınız akademisyenler… Bu çokgende bir dayanışma ağı örülebiliyor mu, dayanışma imkânları ve engelleri neler? Ayrıca, parçası olduğunuz sosyal ve politik psikoloji akademik çevresinde Türkiye'deki koşullar hakkında neler düşünülüp konuşuluyor?

Kendi adıma bir dayanışma ağı örüldüğünü düşünüyorum. Bir örnek vermek istiyorum. Türkiye’de birlikte çalıştığım akademisyen arkadaşlarıma etik kurulları sorun çıkardığında araştırmayı buralardaki üniversitelerdeki etik kurullara taşıyoruz. Araştırma onaylarını buradan alıyoruz çünkü burada AKP ile ilgili politik güveni incelediğimiz bir araştırmada “bu soruları çıkarın, hükümetin gözüne batmayalım” diyen etik kurullar yok. Burada etik kurullarda karşımıza “ideolojik” sıkıntılar çıkartmıyor. Bu anlamda birbirimizle dayanışarak Türkiye’deki meslektaşların karşılaştığı sorunlara çözüm arıyoruz. Bu dayanışma ağı örülürken bazı finansal engeller de söz konusu olabiliyor. Örneğin Türkiye’de işini KHK dolayısıyla kaybeden birini burada yürüttüğümüz bir projeye dâhil ederek finansal olarak desteklemek istediğimizde buradan sorun çıkartabiliyorlar. Ayrıntılı bir şekilde konuştuğumuzda elbette anlaşabiliyoruz ama bazı bürokratik engellere takılabildiğimizi de not etmeden geçmemeyim. 

“Doktora çalışmamda Kürt-Türk sorununa dair algıları psikolojik bir perspektifle toplumun üç kesiminde inceledim. Birinci olarak, mecliste bulunan dört siyasi partinin milletvekillerinin, ikinci olarak, Kürt-Türk sorunu üzerine çalışan akademisyenlerin ve gazetecilerin, üçüncü olarak ise farklı etnik gruplardan gelen kişilerin Kürt-Türk sorununu nasıl anlamlandırdığını araştırdım.”

Aynı zamanda Türkiye dışında yaşayan meslektaşlarımız Türkiye’deki durumu hem takip ediyorlar hem de bizlere sıkça soru sorarak anlamaya çalışıyorlar. Örneğin Steve Reicher, Masi Noor ve David Redlawsk gibi akademisyenler bir adım daha atarak Türkiye’ye geldiler ve Barış İçin Akademisyenler’in davalarını izlediler ve akademisyenlere destek olmaya çalıştılar. Daha sonra döndüklerinde birçok yayın kuruluşunda Türkiye’deki gözlemlerini paylaştılar. Bir de demin bahsettiğim finansal sorunlara daha organize bir şekilde destek olabilmek amacıyla örneğin Uluslararası Politik Psikoloji Topluluğu (International Society of Political Psychology; ISPP) bir eylem başlattı. Bu eylem kapsamında 8 Temmuz 2018'e kadar 40.000 dolara kadar destek toplamayı amaçlıyor. Yine ISPP’nin bu seneki kongresinde “ISPP’nin risk altındaki politik psikologlarla destek oluşturması” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenleniyor. Bu noktada ISPP’nin bu meseleyle bu kadar yakından ilgilenmesi üzerinde Türkiye’den özellikle Yasemin Acar’ın, Elif Sandal Önal’ın ve Canan Coşkan’ın büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki arkadaşlara destek olabilmek amacıyla ben de burada çalıştığım Barış ve Şiddet Psikolojisi Programı’nda (The Psychology of Peace and Violence Program) yer alan akademisyenlerle birlikte Kuzey Amerika’daki diğer psikoloji örgütlerini harekete geçirmek için uğraşıyorum. Örneğin SPSSI (The Society for the Psychological Study of Social Issues; Sosyal Sorunların Psikolojik Çalışması Derneği) bu örgütlerden birisi. Kendileriyle iletişime geçtikten sonra Türkiye’deki akademisyenlerle ilgili bir destek mektubu yayınladılar. Şimdi APA’yı (American Psychological Association; Amerikan Psikoloji Derneği) harekete geçirmek için çalışıyoruz. Yolumuz uzun ama dayanışma bize bu süreçte çok iyi geliyor.

— Konuşmak istediğimiz son bir konu var. Kürt-Türk sorunu üzerine odaklandığınız çalışmanızda doktora tezinizle hem toplumsal barış alanında verilen Peter-Becker ödülünü hem de Uluslararası Politik Psikoloji Topluluğu’nun en iyi doktora tezi mansiyon ödülünü kazandınız. Bu olgunun psikoloji perspektifinde yeri nedir, Kürt-Türk sorunun psikolojiyle ne gibi bir bağı olabilir? Siz çalışmanızda Kürt-Türk sorununa yönelik algı ve değerlendirmelere eğildiniz. Öncelikle, okurlar bu çalışmaya nasıl ulaşabilirler, bunu sormak istiyoruz? Ve, farklı toplumsal grupların Kürt-Türk sorununa yönelik bakış açılarından, yani araştırma bulgularının genel hatlarından söz etmeniz mümkün müdür?

Evet, doktora tezimle geçen sene bu iki ödülü kazanmak beni çok gururlandırdı. Peter-Becker ödülünü toplumsal barış için çalışan Barış İçin Akademisyenler’e adadığımı da söylemek isterim. 

Okurlar doktora tezime İngilizce olarak “A Q Methodological Investigation of the Kurdish Conflict Frames among Parliamentarians, Experts and Lay People in Turkey” başlığıyla internetten ulaşabilirler. Hem doktora tezimin sonuçlarını Türkçe okumak isteyenler için de tezimi Türkçeye çevirerek kitaplaştırdığımın, hem de kitabın editörünün Dr. Melek Göregenli olduğunun haberini artık verebilirim. Sanırım bu kitap önümüzdeki aylarda İletişim Yayınları’ndan çıkmış olacak. Sanırım diyorum ki çünkü öncesinde anlaştığımız başka bir yayınevi artık Kürt-Türk meselesiyle, Ermeni meselesiyle ilgili herhangi bir kitap yayınlamak istemediğini, böylece hükümetin gözüne batmak istemediğini iletti. Tahmin edersiniz ki kitapta neredeyse son aşamaya gelmişken yayınevi değiştirmek çok büyük bir zaman kaybı oluyor. Kitabımı şimdi İletişim Yayınları değerlendiriyor. Umarım bu yayınevinden yayınlanacak. 

Evet, sizin de bahsettiğiniz gibi doktora çalışmamda farklı grupların Kürt-Türk sorununu nasıl tanımladıklarını, neleri sorunun sebepleri olarak gördüklerini ve sorunun çözümü için neler önerdiklerini anlamaya çalıştım. Biraz daha açmam gerekirse Kürt-Türk sorununa dair algıları psikolojik bir perspektifle toplumun üç kesiminde inceledim. Birinci olarak, mecliste bulunan dört siyasi partinin milletvekillerinin, ikinci olarak, Kürt-Türk sorunu üzerine çalışan akademisyenlerin ve gazetecilerin, üçüncü olarak ise farklı etnik gruplardan gelen kişilerin Kürt-Türk sorununu nasıl anlamlandırdığını araştırdım. Çalışmamda kullandığım bakış açısı her bir gruba ayrı ayrı yaklaşmayı hedeflediğinden, toplumda var olan kesimlerin çatışmaya dair ne gibi öncelikleri, kaygıları, hedefleri ve endişeleri olabileceğini sosyal psikoloji perspektifinden ayrıntılı bir şekilde ele almaya imkân sundu. Basit bir şekilde söylemem gerekirse, ele aldığım yaklaşım her bir kesimin hangi noktalarda ayrıştığını görmemi sağladı. Farklı kesimlerde ortaya çıkan fikirleri şu şekilde özetleyebilirim. AKP, BDP, CHP ve MHP olmak üzere dört siyasi partinin 23 milletvekiliyle yürüttüğüm çalışmada (1) terörizm ve yabancı güçler sorunu (CHP’li ve MHP’li milletvekillerinde), (2) hak, kimlik ve demokrasi sorunu (AKP’li ve CHP’li milletvekillerinde), (3) demokrasi ve İslam sorunu (AKP’li milletvekillerinde) ve (4) kimlik, haklar ve özgürlükler sorunu (BDP’li milletvekillerinde) olmak üzere dört farklı bakış açısı buldum. Kürt-Türk sorunu üzerine çalışan 41 akademisyen ve gazeteciyle yürüttüğüm çalışmada (1) demokrasi ve kimlik sorunu ve (2) demokrasi ve ekonomi sorunu olmak üzere iki farklı bakış açısına ulaştım. Farklı etnik gruplardan gelen 71 katılımcıyla yürüttüğüm çalışmada (1) terörizm ve yabancı güçler sorunu, (2) sınıf, ekonomi ve demokrasi sorunu, (3) haklar, özgürlükler ve demokrasi sorunu ve (4) bağımsızlık sorunu olmak üzere dört farklı bakış açısı elde ettim.

— Yine, bu çalışma özelinde merak ettiğimiz, çalışmanız, ‘kuramsal’ ve ‘yöntemsel’ olarak sosyal psikolojideki eleştirel itirazların neresinde?

Kuramsal olarak da doktora çalışmamda özellikle çatışmalı toplumlarda grupları verili kabul ederek özselleştiren (essentialise) ana akım psikolojiye karşı çıktım. Ana akım psikolojinin aksine çatışmalı toplumlarda bu grupların homojen olarak ele alınmasına karşı çıktım. Ortaya koyduğum sonuçlarla çatışan tarafların homojen olmadığını ve çatışan gruplar içerisinde de çatışmadan farklı şekillerde etkilenen çeşitli aktörlerin olabileceğini ve bu aktörlerin çatışmayı çok farklı şekillerde algıladığını da vurgulamaya çalıştım.

Doktora çalışmamda özellikle yöntemsel olarak ana akımın dışına düşen nitel yöntemleri (örn. odak grup tartışmaları) ve karma yöntemleri (Q yöntemi) kullandım. Bu noktada Q yöntemini biraz açmak istiyorum. Q yönteminin diğer yöntemlere kıyasla birçok avantajı vardır: Birincisi, Q yönteminde hem nitel hem de nicel teknikler bir araya getirilerek, insan öznelliğinin her iki tekniğin güçlü yönleriyle ölçülmesi sağlanır. İkincisi, Q yöntemi, değişkenler arasındaki ilişkileri ve farklılıkları tanımlamayı mümkün kılan anket gibi nicel yöntemlerin aksine, o konuyla ilgili benzer perspektifleri paylaşan belirli bireyleri bütünsel bir şekilde ortaya çıkarmayı sağlar. Üçüncüsü, Q yöntemi, ele alınan konuyla ilgili olarak bireyler veya gruplar arasındaki ortaklaşılan noktaları ve anlaşmazlıkları ortaya çıkarır. Dördüncüsü, Q yöntemi, gruplar arasındaki en büyük çatışma potansiyelini taşıyan noktaları belirlemek için oldukça yararlıdır. Bu anlamda tezimde ana akımın dışına düşen ama çatışma çalışan bir araştırmacı için oldukça yararlı bir yöntem kullandığımı söyleyebilirim. 

Doktoraya başladığım ilk yıllarda benden yaşça büyük birkaç akademisyen bana doktoramda ana akımın dışında kalan Q yöntemi gibi bir yöntemi kullanmanın bazı riskli tarafları olduğunu söylemişti. Daha sonra çalışmalarımı uluslararası dergilerde yayınlamakta zorluk çekeceğimi belirtmişlerdi. Bu tarz nitel veya karma yöntemler kullanmak yerine deney ya da anket gibi nicel yöntemleri kullanmamın kariyerim için daha faydalı olacağını vurgulamışlardı. Bana o dönem söylenenlere pek kulak asmamıştım ve araştırma soruma en uygun olduğunu düşündüğüm yöntemleri kullanmaya karar vermiştim. Naçizane fikrimi sorarsanız genç psikologlara da araştırma sorularının peşinden gitmelerini ve araştırma sorularına en uygun olan yöntemi seçerek araştırma yapmalarını tavsiye ederim.

[1]   Makaleye erişmek için bkz.: https://goo.gl/JckyHm