"Psikososyal Dayanışma Ağı" Deneyimine Dair


Banu Bülbül
banuladros@gmail.com

B
u yazı 2015 Temmuz ayından itibaren yürütülen Psikososyal Dayanışma Ağı (PSDA) deneyimlerini aktarmayı amaçlamaktadır. Pek çok farklı örgütün ve kişinin deneyimlerinin ortaklaşalığını ifade etmenin zorluğu unutulmadan, TODAP üyesi olarak Ankara ilinden yürütülmesine katkı sunduğum çalışmanın benim yorumumla aktarımı olarak okunmalıdır.

Psikososyal Dayanışma Ağı Nasıl ve Neden Kuruldu?

2015 yılında Haziran seçimlerden hemen önce HDP’nin Diyarbakır mitinginde gerçekleşen patlamadan itibaren ülkenin politik atmosferi bir hayli sertleşti. Kentlerde art arda patlayan bombalar, 15 Temmuz darbe girişimi, Kürt illerinde sokağa çıkma yasakları... Temmuz 2015’te Suruç’ta sosyalist gençlerin bulunduğu mekânda gerçekleşen canlı bomba saldırısının ardından İstanbul’da Psikososyal Dayanışma Ağı çeşitli meslek örgütlerinin katılımıyla kuruldu. Ankara’da 10 Ekim 2015 tarihinde gerçekleşmesi planlanan barış mitingi henüz başlamadan gerçekleşen canlı bomba saldırısının ardından PSDA çalışması Ankara’da ve başka illlerde de örgütlenmeye başlandı.

Ankara’daki Psikososyal Dayanışma Ağı’na Ankara Tabip Odası (ATO), Türk Psikologlar Derneği (TPD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Türkiye Psikiyatri Derneği (TPD), Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği (TODAP), Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği (SHUDER) Ankara Şubesi ile Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Ankara Şubesi katıldı. Ankara’daki çalışmaya tüm ruh sağlığı çalışanlarını davet ettiğimiz bir forumla ilkeleri ve yöntemi tanımlayarak başladık. Sunulacak desteğin tamamen karşılıksız olması konusunda hemfikir olurken, başvuruları alacak kurumlara, başvuru sonrası akışın nasıl sağlanacağına da karar verdik.

PSDA çalışmasını diğer dayanışma örgütlülüklerinden farklı düşünemezdik. Hem Suruç’ta hem de Ankara’da patlamadan sonra alana, yaralılara ilk müdahale, bizzat alanda olanlar tarafından gerçekleştirildi. Ankara’da mitinge kimler gittiyse, ilk müdahaleyi de onlar gerçekleştirdi; TTB’de (Türk Tabipler Birliği) örgütlü doktorlar yaralılara müdahale ettiler, yakınlarda bir taksi durağı vardı, o taksi durağındakiler yaralıları taşıdı, çünkü ambulanslar gecikti ya da yetersizdi. Miting için gelen sağlıkçılar, sağlık memurları, hemşireler ilk yardımda bulundular. Hastanelerde, adli tıpta, cenazelerin organizasyonunda, yaralıların bakımında çalışanlar saldırıya bizzat maruz kalanlar, saldırının sonuçlarıyla baş edenler oldu. Avukatlar, gazeteciler, doktorlar, hemşireler herkes elinden ne geliyorsa onu yapıyordu, biz de ruh sağlığı çalışanları olarak aynı şeyi yaptık.

TODAP olarak “Savaşın açtığı yaraları psikologlar iyileştiremez” pankartıyla 10 Ekim’deki mitinge gitmiştik. Arkadaşlarımız Gar’ın önünde beklerken onlara çok yakın bir yerde patlama oldu. O andan itibaren gelişen dayanışmanın hep içinde kaldık. Fiziken alanda olmayan ama zihni orada olan, kendisini barıştan yana hisseden ve böyle ifade eden psikiyatristler, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları PSDA’da seferber oldu.

2015 yılından 2017 yılının ortalarına dek çalışma hızla ve yoğun biçimde sürdü; o günden bu yana ise o dönemde başlayan psikoterapi çalışmalarının çok azının sürmesi dışında ağ çalışmasının nabzı düşük atmaya başladı. Şimdilerde PSDA büyük ölçüde dağılmış da olsa kurumların içinde psikososyal çalışma yürütme deneyimini artırdığı, herhangi bir durumda (umuyoruz ki hiç ihtiyaç olmaz) yeniden bir araya gelecek güven ilişkisini ve duyarlılığı yeniden örgütlediği açıktır.

Destek Talep Edenler Kimlerdi?

Bu sorunun yanıtını halka halka düşünürsek ölenlerin yakınları, yaralılar, yaralıların yakınları; alandaki yardım-destek grupları, avukatlar, gazeteciler; dolaylı ya da doğrudan tanıklar; doğrudan orada olan ama yaralanmayanlar, dolayımla tanık olan, sosyal medyadan, televizyonlardan izleyen, arkadaşları orada olan, onların tanıklıklarından etkilenen kişiler olarak sıralayabiliriz. On binlerce insanın ülkenin farklı şehirlerinden gelerek katılacağı böylesine bir mitingde yaşanan patlamanın ardından dayanıştığımız kesimler düşünülünce kitlenin her açıdan heterojen olduğu da görülebilir. Dayanıştığımız kayıp ya da yaralı yakınlarından kimileri, yakınlarının eyleme gittiğinden dahi habersizdi örneğin.

Uzaktan Konuşunca Yanlış Anlaşılanlar

PSDA içinde çalışma yürütenler için homojen bir kitle ile çalışılmadığı, homojen gruplar içinde dahi bireysel ihtiyaçların son derece farklı olduğu açıktı. Oysa çalışmaya dışarıdan bakanlar için bu kitle, ülkenin en solu imiş gibi algılanıyordu. Dayanışma koşullarının ve destek ihtiyaçlarının ne denli değiştiğini birkaç örnekle anlatmaya çalışayım.

Son yirmi yıldır hızla muhafazakârlaşan Karadeniz’e giden cenazeler için tören yapmak, bir araya gelmek, anmak çok zordu. Hatta ölenlerin mezarlarını korumak dahi bir mesele halini alabiliyordu. Oysa Kürtlerin yoğun yaşadığı illerde cenazeler, binlerce insan tarafından karşılanıyor, hep birlikte yas tutabilmek için taziye çadırları kurularak ailenin acısı geniş bir kitle tarafından paylaşılıyordu. Yaralılar için de durumu böyle değerlendirmek mümkün. Kimi yaralıların mitinge, eyleme gitmesi ailesi açısından sorgulama ve suçlama gerekçesi değilken kimileri bakım süreçlerinde ailelerinden destek almakta güçlükler yaşadı. Tüm bunlar kayıp yakınlarına, yaralıya, yaralı yakınlarına sunulan desteğe ilişkin kuşkusuz farklılıklar yaratıyordu.

Böylesi büyük patlamaların, travmatik yaşantıların kişilerin politizasyonunu farklı biçimlerde etkilediğini çalışmalarımız sırasında bir kez daha gözlemlemiş olduk. Yaşanan olaylar kimilerinin kimliğini pekiştirdi, eylemliliğini artırdı; buna karşılık yıllardır aktif politika ile uğraşanların bazıları siyasal alandan tümüyle uzaklaştı, kendi üzerindeki olumsuz etkiyi fark edip etrafına da bulaştırmamak için kendisini sağaltana dek geri çekilenler de oldu.

Nasıl Bir Gönüllü Grubuyla Çalıştık?

Bireysel ihtiyaçların farklılaşması ve politik olarak homojen bir kitleyle çalışmıyor olmamız dolayısıyla, hem bireysel hem de kültürel farklılıklara duyarlı bir gönüllü grubu oluşturmaya çalıştık. Birlikte çalışacağımız gönüllülerin, travma çalışması deneyimi olması ve ağdan biri tarafından önerilmiş olması ilkelerini benimsedik. Yani daha önceki deneyim ve tanışıklıklardan bir ağ kurduk ancak yeni gönüllülerle tanışmaya, onları adım adım dahil edebilecek mekanizmaları tanımlamaya da çabaladık.

Neler Yaptık?

Desteğin öyküsünden de söz etmek konuyu anlaşılır kılmaya hizmet edebilir. 10 Ekim günü patlamanın ardından hastane önlerine giderek orada kurulan kriz masalarıyla birlikte çalışmaya başladık. Yaralılara, kayıp yakınlarına eşlik ettik.

Çok sayıda cenaze adli tıbba götürülmüştü. Olayın ardından yakınlarına ulaşamayanlar, adli tıp önünde beklemeye başladı. Orada destek için bulunanlar bu zor durumla baş etmekle ilgili yaşadıkları güçlük nedeniyle ruh sağlığı çalışanlarını desteğe çağırdılar. Bizi arayan, çağıran ailelere, doktorlara, partililere, sendikalardan görevlilere şöyle bilgi verdik: “Bizim yapacağımız şey sizin yaptığınızdan farklı değil, yanlarında duracağız ve acılarını yaşayabilmeleri için gereken güvenli ortamı sağlamaya çalışacağız, şu durumda yapabileceğimiz yegâne iş bu! Sizi zorlayan şeyler olursa elbette konuşalım ama yapılabilecek olanı siz zaten en iyi şekilde yapıyorsunuz.” Bu bilgiyi iletmek üzere dayanışma için orada bulunan diğer insanlar gibi adli tıbba gittiğimiz oldu. Zamanla anladık ki ölüm haberi verme sorumluluğu, kimsenin üstlenmek istemediği bir şeydi. Yakınlara ölüm haberi verirken dikkat edilmesi gerekenleri kısaca anlatıyorduk; onlar da kendi dilince, kendi üslubunca, bu bilgiyi iletiyorlardı.

Hastane önündeki nöbetlere katılırken bir yandan da bireysel görüşmeleri yürütmeye başladık. Olaydan bir hafta sonra grup çalışmaları da başlamıştı. Pek çok sendika ile grup çalışmaları yürütüldü. Kayıplar arasında yer alan bir çocuğun okulunda arkadaşları ve öğretmenleri ile çalışıldı. Grup çalışmalarının çeşitli riskleri taşıması dışında pek çok olanağı da yarattığını gözlemledik. Olayı birlikte yaşayan insanlar bile hissettikleri hakkında birbiriyle konuşmamıştı, konuşamıyordu. Pek çoğu tüm zamanını ve enerjisini olayın sonuçlarıyla baş etmekte kullanıyor; yaralılarla, yakınlarıyla, mevcut örgütünün sorunlarıyla ilgileniyor; bu esnada kendi ihtiyaçlarından da kaçıyor; böylelikle özellikle duygusal ihtiyaçlarını görmenin, söylemenin yaratabileceği suçluluk duygularından uzak durmaya çalışıyordu. Hayatta kalanların suçluluğu her yerdeydi. Grup çalışmalarında, sürekli çalan telefonların sesini duymamak; o işten bu işe koşturdukları tempodan uzaklaşmak; birkaç saatliğine birlikte bu olayı yaşadıkları insanlarla yan yana öylece durmak bile onlara iyi geliyordu. Sonra birbirini duymak; o yoğun acıyı, kaygıyı, uykusuzluğu, belki umudun azalmasını, belki gelecek endişeleri taşımayı, kimi zaman baş edilemez bir öfkeyi, bazen gerçeklik, zaman ya da mekân algısını yitirmeyi bir tek kendisinin yaşamadığını; ona olaydan hiç etkilenmemiş gibi görünen arkadaşının da tüm bunları yaşadığını bilmek kişilere güç veriyordu. Bu noktaya gelmek kimi zaman bireysel görüşmelerde çok uzun zaman alıyordu. Böylesi bir grup çalışmasından önce kişiler birbirini üzmemek ya da yürüyen işe engel olmamak için yaşadığı zorlukları paylaşmayı tercih etmiyorken, birbirinin ruhsal gerçeği hakkında yeni fikirler edinmenin çalışmaların da önünü açtığını grup çalışmalarının devamında ifade ettiler.

Bireysel görüşmelerin ve psikoterapi çalışmalarının dışında PSDA olarak gerçekleştirdiğimiz ev ziyaretleri ile yaralılara, onların yakınlarına ve vefat edenlerin yakınlarına da ulaşıldı. Evlerde yürütülen sosyal çalışmalarla ailelerin pek çok ihtiyacı tespit edildi ve kurulan diğer ağlarla da dayanışma içerisinde gücümüz yettiğince giderilmeye çalışıldı.

Çalışmanın Bağımsızlığı Vurgusu

Sunduğumuz desteğin devletten politik olarak tümüyle bağımsız olmasını önemsedik. Aramızda kamuda çalışan arkadaşlar da vardı kuşkusuz; buradaki bağımsızlık, çalışma ilkelerini, yöntemini belirlerken bağımsız olabilmekle ilgili bir vurgu idi.

Bağımsızlık, danışanların kendini güvende hissetmesi için de zorunluydu. Böylesi bir olayın ardından yaralılar ve yakınları, öldürülmeye çalışılan ve hayati bir riski henüz atlatan her insanda olabileceği gibi yoğun biçimde endişeliydiler. Bir yaralı ambulansa bindirilirken şöyle bağırdığını söylemişti; “Bir yoldaşım olmadan ambulansa kesinlikle binmem!” O ambulansa binmezse ölebilecek birinin hastaneye gitmeye direnmesi nasıl anlaşılmalı? Hayali bir endişe gibi değil kuşkusuz. Yaşadıkları çoğu zaman haklı ve anlaşılması gereken kaygılardı. Çünkü bu saldırıların ve gerçekleştiren özne olan IŞİD’in üç beş kişiden ibaret olmadığını ve hastanelerde, okullarda herhangi bir yerde de saldırabileceğini hepimiz biliyorduk. Bu durumda tahmin edilebileceği gibi ruh sağlığı hizmeti almak istediklerinde de ancak güvendikleri kurumlar tarafından önerilen ruh sağlığı çalışanlarını kabul ettiler.

Önemsediğimiz bir diğer konu, adımızda var olan “dayanışma” vurgusunun alandaki gerçek karşılığını yaratmaktı. Biz meslekler arası, disiplinler arası ve alanlar arası dayanışmayı da çok önemsedik. Biliyoruz ki fiili durumun sağladığı bir dayanışma zemini de var. Felaket ve katliam gibi bir travmatik olay sonrasında mevcut hiyerarşiler silikleşiyor; kimin elinden ne geliyorsa onu yapıyor; bürokratik mekanizmalar bir ölçüde dağılıyor; herkesin doğal becerileri öne çıkıyor; baş edilemeyecek denli çok iş oluyor ve dayanışma, bir aradalık hızla yükseliyor; 10 Ekim’in ardından biz de Ankara’da bunu yaşadık. Ve tabii bu kadar yoğun çalışan kişiler zamanla yoruluyor, çalışmanın ritmi değişen ihtiyaçlarla birlikte düşüyor, ağdaki bağlar zayıflıyor. Şu dönemde PSDA’da olduğu gibi... Böylesi süreçleri de kabul etmek, travmatik bir olayla uğraşmanın belirli süreleri olması gerektiğini anımsamak zor ama iyi gelen, önemli bir noktayı tarifliyor.

Sonuçlara Değinirsek;

Travma Sonrası?

Travmatik olayların ardından iyileşme süreçleri genellikle “travma sonrası” ile başlayan anlatılarda ifade olur. Bahsi geçen “sonra”, kişinin kendini güvende hissettiği bir an ve mekâna taşıyabilmesinden söz eder. Türkiye’de 2015-2017 yılları arasında yaşananları düşününce böylesi bir “sonra”dan kitleler için bahsedilemeyeceği ortada. Uzun bir zaman boyunca PSDA içinde yürüttüğümüz çalışmalardaki ritim şöyleydi: Tam danışanlarımızla belirli bir yol alıyorken yeni bir patlama oluyordu. Bu yıllar arasında yalnızca Ankara’da gerçekleşen ve kitlesel ölümlere yol açan patlamalar ve silahlı çatışmalar şöyleydi: 10 Ekim 2015 Gar patlamasında 103 kişi, 17 Şubat 2016 günü Merasim Sokak saldırısında 29 kişi, 13 Mart 2016 Kızılay saldırısında 38 kişi öldü. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe girişimi, ardında çok sayıda ölü, yaralı ve ruhsal olarak zorlanmış insan bıraktı.

Bağ Kurarak Başlayan Sağaltım

Bir yıllık bir sürede defalarca parçalanmış bedenlere tanıklık etti bir kentin ve tüm ülkenin insanları. Ankara’daki patlamaların tamamı kentin merkezinde gerçekleştiğinden hemen her biri herkes için ölüm olasılığı ifade ediyordu. Canlı bombalar, kendi bedenleri ile birlikte başka insanların bedenlerini de paramparça ederken bu eylemler insanların asıl olarak ruhlarını parçalamak istiyordu, en çok da diğeriyle bağ kurduğu yerden parçalamak... Travmatik yaşantılar kişinin belleği, duyuları, duyguları, düşünceleri arasındaki bağı zayıflatarak kimi zaman da kopararak kontrol duygusunu zayıflatır ya da yitirmemize yol açar. Travmanın yol açtığı bu gidişe dur diyebilmek ve tersine çevirebilmek yeniden o bağları güçlendirmekle ve kontrol duygusu kazanmakla mümkün. Bu nedenle ruh sağlığı çalışanları olarak bir arada durmak, birbirimizle ve başvuranlarla dayanışmak kendimiz için de bir baş etme yöntemi olurken, aynı yöntemi etrafımıza da önermemize yol açtı.

Tarafsızlığın Olanaksızlığı... Sessiz Kalmak Zalimden, Failden Yana Durmaktı(r).

Özellikle ruh sağlığı çalışanları için -aldıkları eğitimden de kaynaklı olarak- “yansızlık” ile “tarafsızlığı” birbirine karıştırmak söz konusu olabiliyor. Pek çok psikoloğun mesleğini iyi biçimde icra edebilmek için neredeyse kimliksiz olması gerektiğine inandığına defalarca kez tanıklık ettim. Oysa farklılıkları inkâr etmek yerine kendini tanımlayıp ayrıştırabilmek aslında birlikte çalışma yürütebilmenin ve diğer kişiye destek sunabilmenin ön koşulu değil midir?

Özellikle travmatik yaşantılara maruz kişilerle çalışırken taraf olmak ve çoğu kez bunu net biçimde ifade etmek sağaltım sürecinin önemli bir bölümünü oluşturur. Şiddete maruz kalan bir kadınla, istismara uğraşmış bir çocukla ya da bir 10 Ekim yaralısıyla çalışırken faillere ve o failleri koruyan herkese karşı travmatik olayı yaşayan kişinin yanında olduğunuzu bilmesi, kişinin kendini rahat ve güvende hissetmesinin ön koşulu olur çoğu zaman. Buna hizmet edebilmesi için (farklı düşünen ve davranan birileri muhakkak olabilir) görüşme sırasında 10 Ekim günü mitinge gittiğimi ve alanda olduğumu söylediğim oldu ve her birinde de sürece katkısı olduğuna tanık oldum.

Hepimiz biliyoruz ki insan eliyle gerçekleşen travmatik yaşantılarda fail tanıktan sessiz kalmasını ister, fail tarafsızlık ister. İnsan zulmüne maruz kalanın yanında olmak birçok zorluğu beraberinde getirirken öncelikle incinebilir, yaralanabilir, ölebilir olan yanın kabulünü; öteki olanla özdeşimi; büyük yıkıcı ve öldürücü bir gücün karşısına geçmeyi gerektirir. Bunu yapmak kuşkusuz kolay değildir ve gücün karşısında yer almak bir düzeyde politik bilinç ya da ortak deneyim gerektirir. Kişiye katkısı ise hakikatin ve iyinin yanında yer almak, adalet duygusunun örselenmesi sürecini tersine çevirmek için uğraşmak ve öldürebilir olan güce karşı gelirken kendisinde var olan yaşatabilme, var edebilme gücünü ve cesaretini keşfetmektir. Bedeli ağır gibi görünse de ruhsal açıdan ödülleri büyüktür.

Kadınların ve çocukların insan eliyle (genellikle erkek[lik]ten gelen) yaşadıkları travmalara karşı sağaltımını sağlamak, daha güvenli bir dünya için çalışmak bir düzeyde incinebilir, yaralanabilir, güçsüz yanları kabulle başlarken; tüm bunlar için kurulan örgütlülükler bir güçlenme, gücünü fark etme sürecine dönüşür. 10 Ekim ve Suruç gibi patlamalarda ise bir politik bilinç atfedilen, her birinin “devrimci” olduğu ön kabulüyle yaklaşılan kişilerin yaralanabilirliğini, incinebilirliğini, güçsüzleşebileceğini kabul etmek genel anlamda “sol” için oldukça zordu. Kimi siyasal gruplar psikolojik destek alınmasına baştan karşı çıktı; “devrimcinin terapiye ihtiyacı olmaz” biçiminde özetleyebileceğimiz bu anlayışın çeşitli düzeylerdeki karşılıkları bize aslında kimi grupların depresif duyguların, korkunun, kaygının ifade edilmesine dahi ne denli tahammülsüz olduğunu gösterdi. Bu duyguların yaşanabilirliğinin inkârı, insanın bir bütün olarak algılanmasının ve kabulünün inkârıydı oysa...

Sözelleştirme, Simgeleştirebilme, Anlamladırma Süreçlerinin Önemi...

Deneyim ve gözlemlerimin tamamını bir yazının sınırları içinde paylaşmanın ne denli güç olduğunu, yazdıkça daha iyi görüyorum. Kuşaklar arasında olayın anlamlandırılması ve algılanması arasında büyük bir fark olduğunu da söyleyip konuyu başka bir yazıda detaylandırmak üzere devam edeyim.

Travmatik olayların insan üzerindeki etkisinin şiddetini belirleyen en önemli faktörlerden biri anlamlandırma-anlamlandıramama ikiliğinde ifade bulur. Doğal afetler, bu nedenle insan eliyle gerçekleşen travmatik olaylardan daha baş edilebilir algılanır. İnsan eliyle yaşanan travmatik olaylar yakın biri tarafından gerçekleştirildiğinde, hiç tanımadığınız kişiler tarafından uğradığımız saldırılara göre genellikle daha sarsıcı olur. O nedenle çocuklar için yakınlardan gelen cinsel istismar en zorlayıcı yaşantılardan biridir. O kişiyle ilişkisini yeniden anlamlandırması zordur, ayrıca bir çocuğun yetişkin cinselliğini anlamlandırması zaten olanaksızdır.