Neoliberalizm Depresyon ve Anksiyete Krizimizi Derinleştiriyor mu?

Johann Hari
Çeviren: Can Önalan


D
onald Trump’ın başkanlık görevine başlamasından birkaç gün önce, kampanyasını finanse edenlerden birinin ilginç bir davetini kabul ederek San Fransisco’ya seyahat ettim. Peter Thiel, PayPal’in milyarder kurucusu ve onun Silikon Vadisi’ndeki risk sermayesi fonu; Birleşik Devletler’de yükselişte olan depresyon, anksiyete ve bağımlılıkla başa çıkacak uygulamalar tasarlamaya yardımcı olacak tam günlük bir konferans düzenliyordu. 

Yeni kitabım “Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” için araştırmalarıma devam etmekteydim. Bütün öğrendiklerim, tam da bir uygulamanın bu problemleri çözeceği fikrinin, bu salgını besleyen derin kültürel yanılgının bir semptomu olduğunu bana söylüyordu. Fakat yine de meraklıydım, bu yüzden gelen başkana karşı protesto hazırlıklarını tamamlamış olan San Fransisco’ya iniş yaptım.   

Gün boyunca, ülkenin en önemli bilim insanlarından bazıları bu problemler üzerine olan araştırmaları hakkında konuştu. Yine de, gün ilerledikçe, bir şey kafamı karıştırdı. Depresyon, anksiyete ve bağımlılık hakkında tüm bildikleriniz bu tam gün konferansta sunulanlar olsaydı, bu durumların insanların beyinlerindeki bozukluklardan kaynaklandığını düşünebilirdiniz. Beyin tarama resimlerine baktık ve içsel beyin mekanizmaları hakkında konuştuk. Bir grup bilim insanı 2050’ye kadar depresyonu yok etmeyi hedeflediklerini söyledi – ama araştırmalarının odağı tamamıyla biyolojikti.   

İnsan kafatasının dışında atıf yapılan tek etken, kısaca değinilen çocukluk travmasının rolüydü. En son ben konuştum ve ne kadar açık sözlü olacağından emin değildim. O ana kadar üç sene boyunca depresyonun ve anksiyetenin nedenlerini araştırmıştım. Dünyanın önde gelen sosyal bilimcileriyle görüşmeler yapmıştım ve öğrenmiştim ki, aslında, depresyonun ve anksiyetenin önemli ölçüde derin sosyal güçlere verilen tepkiler olduğuna dair çok kuvvetli bulgular vardı. Birkaçını anmak gerekirse: İşinizde denetim altındaysanız ve çok az özerkliğe sahipseniz (çoğu şirkette yaşandığı gibi), depresyona girme olasılığınız daha fazladır.

Yaşadığınız toplumda eşitsizlik arttıkça, depresyona girme olasılığınız artar. İş güvenceniz yoksa, depresyona girme olasılığınız artar. Konferansın odağına dair kafa karışıklığımı açıklamak için bir metafor bulmaya çalıştım. Dedim ki, Romeo ve Juliet’in olay örgüsünü Newton fiziğiyle ifade etmek gayet de mümkündür. Atomlar Romeo’nun vücudunda bir yöne doğru gider, Juliet’in vücudundaki atomlar tepki verir ve bu böyle sürer gider. Hepsi de doğru olurdu, ama oyundaki hiç kimsenin neyi neden yaptığına dair hiç bir şey anlamazdınız. Asıl noktayı ıskalamış olurdu.  

Konferans, tesadüfen, bağımlılık ve depresyon problemleri olan evsizlerin yaşadığı Tenderloin bölgesine yürüme mesafesinde gerçekleşiyordu. Herkesi oraya yürümeye, karşılaştıkları ilk bağımlı kişiyle konuşmaya, hayat hikayelerini dinlemeye ve daha sonra geri dönüp o insanın yaşamındaki temel problemin düzgün çalışmayan beyni olduğunu söylemeye davet ettim.

Aslında, Chicago Üniversitesi’nden Prof. John Cacioppo, beyinlerimizin nasıl bir yaşam sürdüğümüze bağlı olarak değiştiğini bana öğretmişti. Örneğin, Londra’da taksi sürücüleri lisanslarını alabilmek için çok zor bir testte Londra haritasını ezberlemek zorundalardı. Hasta oldukları için değil, farklı şekilde kullandıkları için, beyin taramalarında beyinleri seninkinden benimkinden farklı görünüyordu. Benzer bir şekilde, aşırı eşitsizliği deneyimlemek, ya da işte kontrol sahibi olamamak, ya da çocukluk travması, beyninizin değişmesine de sebep oluyordu ve bu bozulmadan kurtulmak beyninizi bir kez daha değiştiriyordu.
                 
Cacioppe, beynin sosyal güçlerle yeniden şekillendiği “sosyal sinirbilim” açısından düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Thiel’in konferansındaki bilim insanları, belli ölçüde, depresyonu, anksiyeteyi ve bağımlılığı tetikleyenin sosyal güçler olduğunu bilmiyor değillerdi. O gece birçoğuyla uzun ve ilgi çekici konuşmalar yaptım. Ancak halka açık sunumlarında, bu etkenler -en hayatileri- kültürel bir kör noktaya düşmüştü.
                 
On yıllardır süren kamuoyu tartışması, depresyonun düşük serotoninden kaynaklandığı fikrinde olduğu gibi -ki yanlış olduğu kanıtlanmış bir mit- biyolojik faktörlere odaklandı. Ve tam bu noktada neoliberalizm devreye giriyor. Benim hayatım süresince de -39 yaşındayım- istikrarlı bir şekilde ilerleyen düşünce sistemi neoliberalizm, bize temel bir anlayış etrafında toplum inşa etmemizi buyuruyor: İnsanlar, kendi çıkarlarını rasyonel bir şekilde maksimuma çıkararak hayata yaklaşan, atomlarına ayrılmış bireylerdir.  
                 
Ben çocukken Margaret Thatcher’ın ifade ettiği gibi “Toplum diye bir şey yoktur. Erkek ve kadın bireyler vardır ve aileler vardır.” Neoliberalizm birçok sorun yaratıyor ama belki de en çok ihmal edilen sorun, bugünkü depresyon ve anksiyete krizimizi güçlendiriyor olması. Bütün insanların doğal psikolojik ihtiyaçları vardır: Ait olduğumuzu, güvende olduğumuzu, değer verildiğimizi ve güvenli bir geleceğe sahip olduğumuzu hissetme. Bunlar hepimizin içinde kökleşmiştir. Neoliberalizmin insanın doğasına dair kuramı esasen insan doğasına uymadığından, neoliberalizm, bu psikolojik ihtiyaçları karşılamada oldukça kötü bir iş çıkarıyor.   

Tüm insanlar bağ kurmayı arzular – öteki insanlarla, anlamla, doğal dünyayla. Bizim için işe yaramayan şekillerde yaşamaya başladık ve bu derin bir acıya sebep oluyor. Derin bir yalnızlık içindeki bireyler olarak yaşıyoruz; hayatın, reklamlarda gördüğümüz gereksiz ürünleri elde etmek olduğuna inanmaya şartlandırılmışız; ne kadar sıkıntıda hissettiğimizi maskelemek için ekranlar aracılığıyla birbirimize bağırmaya bırakılmışız. Buna rağmen, neoliberalizm yükselirken, büyük oranda kâr amacı güden ilaç şirketleri tarafından, bu sıkıntıya alternatif bir açıklama bize satıldı: Biyomedikal model.
                 
Bize bu sıkıntının, beynimizde kendiliğinden gerçekleşen kimyasal dengesizliklere bağlı olduğunu söylediler. Bu, bilim insanlarından ziyade, büyük oranda ilaç şirketlerinin PR departmanları tarafından desteklendi. Bu hikayeye 13 yıl boyunca inandım; çünkü depresyonum için doktordan yardım istediğimde bana sıkıntımı bu şekilde açıklamıştı. Ama Montreal’de McGill Üniversitesi’ndeki Prof. Laurence Kirmayer’in bana dediği gibi, depresyonun, “sosyal faktörleri (ya da) temel insani süreçleri hesaba katmayan”, “aşırı basitleştirilmiş bir resmiyle” baş başa kaldık.

Böyle olunca, neoliberalizm sadece alıcılar ve satıcılar için tasarlanmış bir toplum yaratarak bizi perişan ediyor. Sonra, beyinlerimizin bozuk olduğunu ve bunu düzeltmek için bize daha fazla şey -ilaçlar- satması gerekeceğini söyleyerek, böyle distopik bir projenin sebep olduğu acıyı bahane olarak kullanıyor. Hem neoliberal ekonomi hem de biyomedikal model artık itibarını kaybetti. Neoliberalizm 2008’de küresel ekonomiyi çökertti ve gezegenin ekolojisini de çökertme yolunda. 
                 
Birleşmiş Milletler, 2017’deki Dünya Sağlık Günü için resmi bildirisinde, “depresyona ilişkin baskın biyomedikal anlatının”, “araştırma sonuçlarının yanlı ve seçici kullanımına” dayandığını; bunun “iyilikten çok zarara yol açtığını, sağlık hakkını baltaladığını ve terk edilmesi gerektiğini” açıkladı. Kimyasal antidepresanların bazı faydaları olduğu halde, çoğumuz için bu problemleri çözemez; en iyi ihtimalle, bazılarımız için semptomları azaltabilir. BM, açıklamasına, “kimyasal dengesizliklere odaklanmayı bırakıp güç dengesizliklerine odaklanmaya başlamamız” gerektiğini eklemişti.   

Yine de, neoliberalizm ve biyomedikal model günlük hayatlarımızı sinsice takip ediyor ve zombi fikirler olarak yaşamaya devam ediyor. Aralarındaki ilişkinin bilinçli bir süreç olduğunu öne sürmüyorum – ki kesinlikle böyle değil. Hayır; neoliberalizm kendimizi atomlarına ayrılmış bireyler olarak düşünmemiz yönünde bizi yetiştiriyor ve bu herkesin -bilim insanları da dahil- dünyaya nasıl baktığını şekillendiriyor.

Hatta daha da önemlisi, sıkıntıların sadece paraya çevrilebilen ve satılabilen tepki verme biçimlerine finansal teşvikler sağlıyor. Örneğin, araştırmamdan öğrendiğime göre, sarsıcı ve sağlam bulgular gösteriyor ki, doğal dünyaya maruz kalmak depresyon ve anksiyeteyi azaltıyor; fakat okyanuslara, ormanlara ve dağlara erişimi satmak az para kazandırdığı için bu tedaviler göz ardı ediliyor. Depresyon ve anksiyeteden uzaklaşmak için ihmal edilen birçok benzer yol, neoliberal ideolojinin sınırlarının ötesinde bulunuyor. San Francisco’daki o gün, bana, bir araya gelen bu güçlerin mükemmel bir ifadesi olarak göründü.   

Konferansı düzenleyen, bir taraftan dünyayı daha da eşitsiz ve şirketlerin hükmettiği hale getirecek bir projeye şevkle fon sağlarken; diğer taraftan Ayn Rand’ın kutsal kitaplarından vaazlar veren, dünyanın en zengin adamlarından biriydi. Konferans; etrafımızda yayılan ve bizi aşağı sürükleyen sıkıntının kalın katranının, basitçe amigdalamızdaki bozukluk, eksik beyin kimyasalları ve diğer nörolojik kusurlardan kaynaklandığını söylemeye adanmıştı.

Konferans sona erdikten birkaç gün sonra, göreve başlama gününde, Golden Gate Köprüsü’ne gittim. Trump’ın yemin ettiği anda, köprü boyunca yayılan, el ele tutuşarak önümüzdeki yeni çağa direnişimizi gösteren uzun bir insan zincirinin parçasıydım. Koyun üzerinden bakarken ne kadar güzel olduğuna ve önümüzdeki dört yılın ne kadar korkunç olacağına ağladım.

O gün köprüdeki diğer birçok insan da ağladı. Bana öyle geliyordu ki, bu -sosyal bilimlerden öğrendiğim her şeyle uyumlu olarak- depresyon ve anksiyeteden çıkış yolumuzu bulmak için herhangi bir beyin taraması resminden çok daha güçlü bir pusulaydı. Neoliberal anlatıya meydan okumuştuk. Alışverişe gitmemiş, ekonomik çıkarlarımızı arttırmaya çalışmamıştık. Hayatta gerçekten anlamlı olanla bağ kurabilmek için birbirimize elimizi uzatmıştık. 


Çevirmen Notu: Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar: Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” kitabı bu yıl Metis Yayınları tarafından basıldı: