Giden Bir Akademisyen: Yasemin Gülsüm Acar’la Söyleşi

Hazırlayan: Serap Dakak

Şu anda çalışmalarına St. Andrew Üniversitesi’nde devam eden Yasemin Gülsüm Acar sosyal kimlik, aktivizm, kolektif eylem, affetme, politik dayanışma, politikleş(tir)me, gruplararası ilişkiler konularında çalışmaktadır. Barış İçin Akademisyenler içinde yer alan Acar’la “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” isimli metnin imzalanması ve sonrasında yaşadığı süreçle ilgili kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşi teklifimizi kabul ettiği için kendisine çok teşekkür ediyor ve sizleri sorulara verdiği yanıtlarla baş başa bırakıyoruz.

***

- Bugün içinde bulunduğunuz süreç nasıl başladı ve nasıl ilerledi? Neydi o bildiri? Ne yazıyordu? Siz ne amaçlıyordunuz?

Bu süreci anlatmak çok uzun aslında, ama kısa tutmaya çalışacağım. 2015’te olup biten Hendek olayları ve orada yaşanan hak ihlallerini anlatmama gerek yok. Ondan önce bölgeye 2014’te gitmiştim, Kobane eylemleri sırasında oradaydım. O zamanlar, oradaki psikolojiyi hissedebiliyordum. Arkadaşlarımın yüzlerindeki bir farklılığı görebiliyordum. Sonrasındaki 2015 seçiminde bir şeyler için umut vardı ama seçimden sonra o umut da kayboldu. Çöküşü hissetmeye başlamıştım ve ne yapabilirim ya da ne yapılabilir diye düşünüyordum. Sanırım Barış İçin Akademisyenler de aynı durumdaydı. Onları daha önceden tanıyordum. Gezi Parkı Olayları’ndan sonra birkaç toplantılarına da katılmıştım. O metni gördüğümde “Benim bir unvanım var, elimden başka hiçbir şey gelmiyor.” dedim. Mesela tıp doktoru bir arkadaşım bölgeye ambulansla gitmişti, geri çevrildi. Ama en azından gidip bir şey yapmayı denedi. Ben alanda hiçbir şey yapamam. Terapist olsam, klinisyen olsam belki deneyebilirim ama bu şekilde elimden bir şey gelmiyordu. Elimden bir şey gelmediği ve elimdeki tek güç olarak akademisyenlik unvanı olduğu için o metni gördüğümde imzamı attım. Tabii soracaksın bu metinden ne bekliyorsun? Hiçbir şey beklemiyorum. Çalışmalarımda ya da genel olarak sosyal psikolojide olan çalışmalarda insanlara protesto şekillerini soruyoruz. Mesela bir toplantıya/mitinge katılır mısın? Bir greve katılır mısın? Bildiri metni imzalar mısın? Bunların da en düşük etkili olanı metin imzalamak. Yapabileceğin en basit şey. Ben de bunu yaptım çünkü elimden başka bir şey gelmiyor. Sonrasında olan bitenleri hiç beklemiyordum tabii ki.

- Bildiriyi imzaladıktan sonraki sürecin ilk zamanları nasıl ilerledi?

Sultanahmet’teki patlamayı hatırlıyorum. Hemen sonrasında bir arkadaşım gelmişti İstanbul’a, onunla İstanbul’u geziyorduk. Telefondan haberlere bakıyordum. Recep Tayyip Erdoğan’ın patlamadan değil de imzacılardan bahsettiği haberi gördüm. Yine de bir şey olmasını beklemiyordum. Ne yapabilirler ki diye düşünüyordum. Evet, dile getirildi ama ne olabilir ki? Sonuçta listede binlerce insan vardı. Binlerce insana ne yapabilirsin ki? Derken, gözaltılar başladı. Gözaltıların başladığı sırada ben İstanbul’da bir saha çalışması yapıyordum. O sırada üniversitenin rektörü okuldaki biz imzacıları toplantıya çağırdı. Herkes panikledi. Ne olacak, ne bitecekti? Merak etmeye başlamıştık çünkü hemen ertesi gün işten atılanlar oldu. Peki, bize ne olacak? Biz vakıf üniversitesinde çalışıyorduk. Her şey rektöre bağlıydı. Bazıları hemen işten atıyor, bazıları hiçbir şey yapmıyordu. 2016 yılının Ocak ayında bir cuma sabahına toplantı ayarlandı. Gittik, görüştük. Kimse hiçbir şey bilmiyor, tek bildiğimiz şey şu; bütün üniversitelere, rektörlere sabaha karşı YÖK’ten bir faks gelmiş. Herkese aynı 2 kelime: Gereğini yapın! Gereğini yapın ne demek? Her kurumun kendi inisiyatifine bağlı demek biraz da. Rektör bizi de bu yüzden çağırmış. Ne yapalım diye konuşmak için. Toplantının detaylarına daha fazla girmeyeyim, genel olarak bu şekildeydi. O gün 12 saat civarı okulda kaldık. Toplantıdan çıktıktan sonra bazılarımız eve gitmek istemiyor ve gözaltına alınmaktan korkuyorlardı. Bazı insanlar ailesi olduğu için imzasını çekip çekmemek üzerine düşünüyordu. Bazıları şehir dışına veya ülke dışına mı çıksam diye düşünüyordu. Çünkü o sıralar ne olacağı tam bilinemiyordu. Sonrasında hep birlikte notere gidip avukatlara vekalet verdik. Akşam iş çıkış saatinde avukatlar süreci, neler olabileceğini anlatmaya geldi. Gözaltı olursa nasıl olur, kaç gün olur, gözaltı sırasında ilaç lazım olursa alabilecek miyiz, eşimle birlikte gözaltına alınırsak çocuklarıma ne olacak gibi sorular sorup bilgi almaya çalışıyorduk. O akşam avukatlar bize bir fiyat verdiler. (Gülüyor) Yapamadık, o miktarı karşılayamadık. Sonra başka bir avukat bulduk. Ailem ve akrabalarım aradılar. “Kaç!”, “Çık!”, “Eve gitme!” Ağlayıp sızlıyorlardı. Ben de çok gergindim ama onları da sakin tutmak için uğraşıyordum. Bir de kaçmak istemiyorum. Kaçacağım, bu sefer de kaçak olacağım. Derken iki hafta böyle geçti. Her sabah şafak operasyonu bekliyorsun. Sürecin başlangıcı böyle geçti bizim için.

- Sonrasında bir dava süreci başladı.

(Derin bir nefes çekiyor.) Dava sürecine gelmeden soruşturma başladı. Bizim okul soruşturma açmadı. Yapalım mı yapmayalım mı diye değerlendirmek için ön soruşturma kurulunu kurdu. Böylece bize ve kendilerine zaman kazandırdılar. Bu sırada polis bizi ifademizi almak üzere çağırmaya başladı. Eş zamanlı olarak imzacılar sürekli toplantılar yapıyorlardı çünkü ne yapacağımızı ve nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Tabii malum akademisyenler bir araya gelince toplantılar 3-4 saat sürüyor. (Gülüşüyoruz) İfade verme sürecinde de polis beni bireysel olarak arayıp çağırmadı. Başka bir hocayı çağırıp eğer Yasemin de oralardaysa onu da çağırın dedi. (Gülüşüyoruz) Ben de avukatımı aradım ve birlikte gittik. Bu söylediklerim duruşmalardan 1 yıl önce. Duruşmaların haberi 2017’nin sonunda geldi. Biz ilk mahkeme tarihi verilenlerdendik ama neden ilk olduğumuzu bilmiyoruz.

- Dava süreci nasıl ilerledi? Neler oldu? Ne karar alındı?

Benim davama psikologlardan oluşan 3 kişilik uluslararası bir heyet geldi. İlk duruşma çok kalabalıktı, sağ olsunlar çok gelen vardı. Öğrenciler, arkadaşlar, hocalar herkes oradaydı. İlk duruşma çok hızlı geçti ve 1 ay sonrasına savunma için tarih verdiler. O savunmaya ne yazacaktım? Bir süre yazamadım. En son 3 gün kala yazdım.

- Evet savunma metninizi okuduk, okuyoruz. Sosyal psikolojiye giriş niteliğinde bir metin.

Benim mahkememde hakim rahatsız edici sözler kullanmadı ama birçok insanın mahkemesinde durum bunun aksi yönündeydi. Bu süreç benim için bildiğiniz Kafka’nın Dava kitabının aynısıydı. Kendi kendine diyorsun ki ben nereye geldim? Ağır ceza mahkemesi burası. Bir yandan komik geliyor. Sonra diyorsun ben cidden buradayım. Nasıl geldim buraya? Yine de sakin kalmaya çalışıyorsun orada. Tabii duruşmaya çıkınca stres seviyesi inanılmaz yükseliyor ve panik yapmamak için bir çaba sarf etmek gerekiyor. Nasıl hissettiğini kimseye göstermemek için de uğraşıyorsun. Eve gidince yıkılıyorsun. Ben 4 ayda 4 kere yaptım bunu. Benimki çok hızlı ilerledi. Her çıktığımda insanlar arıyordu. “Ne oldu?”, “Nasıl oldu?”, “Aa gelemedim.” Gelemeyenlere cevap vermek gerekiyor, sıkıntı yok demek gerekiyor. O yüzden ben telefonu kapatıyordum duruşmalardan sonra. İstediğim vakitte anlatırım diye. İkinci duruşmada savunmamı verdim. Üçüncü duruşmada ileri tarihe atmaya çalıştık ama hakim hızlı bitirmek istediği için atmıyordu. Biz 6-7 ay, belki 1 yıl ileri atmasını bekliyorduk çünkü bazı yargılamalarda öyle oluyordu. Benim yargılanma sürecim dördüncü duruşmada bitti. Benden önce bir hoca vardı, ismini de söylemeyeyim, bilen bilir zaten. Ona pişman mısın, diye sordular duruşmada, o da “Değilim!” dedi. Değilim dedikten sonra hakimler bir süre duruşmadan çıkıp tekrar geldiklerinde ertelemesiz 15 ay ceza verdiler. Bu hocanın duruşmasından sonra avukatım elimi tuttu ve duruşmada hiçbir şey söylemememi tembihledi. Çünkü biliyordu o soruya cevap verilmeyeceğini. Nasıl cevap vereceksin ki? Ne diyeceksin? Pişmanım ya da pişman değilim mi diyeceksin? Pişmanım desen ne olacak? Sana erteleme verecek. Ben de zaten ertelemeli ceza aldım.

- Peki süreç boyunca nasıl hissettiniz? Başında, ortasında ve karardan sonra.

Şöyle özetleyeyim: Ocak 2016’da çok korkuluyordu çünkü hiçbir şey belli değildi. Bir süre sonra rahatlama olmuştu ama darbe girişiminden sonra gerilim başladı çünkü ihraçlar başladı. İhraçlar başlayınca tekrar bir korku ortaya çıktı. Korkudan ziyade insanlar damgalanmıştı. Ben 2015’te doktoramı bitirdim, denkliğimi aldım sonra yardımcı doçentlik için soruşturma başladı YÖK’le ve o soruşturma hiç bitmedi. Unvanımı alamadım. Bunlar bir kenara, ben görece daha az zarar gördüm bu süreçten. Bir sürü insan işinden, evinden ve arkadaşlarından oldu. Benim durumum onlara kıyasla o kadar da kötü değil. Darbe girişiminden sonra korku seviyesi tekrar yükseldi. Ben ifademi verdim, ifadeden sonra 2017 sonuna kadar bir şey olmadı. Tabii o sırada sürekli ihraçlar, sürekli KHK’lar, 2 ayda bir gece uyandığımda arkadaşlarımdan hangileri işinden oldu acaba ya da ben işimden oldum mu acaba diye düşünüyordum. Sabah gazeteye bakar gibi insanlara ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorsun. Mahkemeden sonra ufak da olsa bir rahatlama oldu. Her gün adliyeye gelmeme gerek yok artık diyorsun. Çağlayan korkunç bir yer. Damgalanmış oldum. Bu süreçte akrabalarımdan kimisi hain kimisi terörist dedi. Bazı imzacılar bu konuda daha çok zorlandı. En azından benim annem ve babam bu süreçte beni yargılamadılar. Çok ilginç bir his. Vatan haini olmak nasıl bir şeymiş, nasıl bir hismiş öğrenmiş olduk.

- Sürecin bu noktaya geleceğini en başında tahmin edebiliyor olsaydınız, mesela Türkiye’den gitme kararı almanıza sebep olacağını tahmin edebiliyor olsaydınız yine de imzacı olur muydunuz? Bu biraz da hakimin pişman mısın sorusuna benziyor sanırım?

Evet, bu zorlu bir süreç ama bu süreç bana çok şey öğretti. Bu süreç bana Türkiye’nin gerçeğini gösterdi. Benim bu yaşadığım daha önceden yaşanmamış bir şey değil. Bir sürü gazeteci ve öğrenci benzer şeyler yaşıyor. Şimdi ben de yaşamış oldum. Yok yere suçlandım ve sürekli ben ne yaptım da bu kalıba sokuldum diye düşündüm. Hiçbir şey. Ama benim gibi bir sürü insan var. Daha ağır bedel ödeyen bir sürü insan var. Dediğim gibi bunun bir Türkiye gerçeği olduğunu biliyoruz ve ben de birebir yaşamış oldum. Ben iyi ki diyorum, iyi ki yaşamışım bu süreci. Yoksa diğer insanların yaşadığı benzer tecrübeleri insan tam olarak idrak edemiyor, havada kalıyor. Sürekli bir şeyler oluyor, her gün oluyor ama unutuyorsun. Benim de başıma gelmesi Türkiye gerçeğini daha da içselleştirmemi sağladı. Ben imza atmasam da Türkiye’nin gidişatı aynı olacaktı. Türkiye’de üniversite ortamı özgür değil ve halihazırdaki gidişat bunu daha da kötü bir konuma getiriyor. Bu kadar ihraçla birlikte yüz binlerce insan işinden edildi. Bu insanların yerine kim geçecek, kimler geçiyor? Bu boş kalan yerleri doldurmak için asgari gerekliliği sağlayan insanlara ihtiyaç var. Bu yerler doldurulabiliyor mu, gelen insanlar kim, yeterliler mi? Bu bir soru işareti. Mesela Türkiye’de çok hevesli bir doktora öğrencisi var. Çalışma yapmak için benim de içinde olduğum uluslararası bir grup kurdu ve yurt dışından fon aldı. Projede büyük isimler var. Bu çalışma için kendi üniversitesine etik kurul başvurusu yaptı ve kurul izin vermedi. Gerekçe olarak da konunun teziyle alakası olmamasını öne sürüp ona “Sen kendi tezinle uğraş!” dediler. Şimdi, bu araştırma okula da prestij getirecek bir iş, çocuk gitmiş para bulmuş, ekip kurmuş. Kaç tane doktora öğrencisi var böyle? Parlak bir öğrenciyi alıp çöpe atıyorsun. O da şimdi kendisine yurt dışında doktora arıyor. Şu an Türkiye’deki akademinin gerçeği bu. Soruya geri dönersem ben imza atsam da atmasam da bu süreçler böyle işleyecekti ve er ya da geç gitmem gerekecekti. Çünkü rahat çalışamıyorsun üniversitelerde. Akademisyen olmak demek sürekli yayın çıkarmak ve ders anlatmak demek. Ben politik psikoloji anlatıyorum ve derslerimdeki örneklerin hepsini Amerika’dan vermeye başladım çünkü Türkiye’den örnek veremiyorum artık. Bir taraftan öğrenciler şikayetçi oluyor neden Türkiye’den bahsetmiyoruz diye, öbür taraftan da ben kendimi korumaya çalışıyorum. Biliyorum ki bir şey söyleyeceğim ve sıkıntı olacak. Bu korku vardı. Bir gün dersteyiz, asistanlardan bir tanesi yanıma gelip ses kaydı tutuyorlar hocam dedi. “Ee, ne olacak?” dedim. O da “Tutmasalar mı hocam, sizin için sorun yaratmaz mı?” dedi. Ben derse çalışmak için kayıt tutuyorlar diye düşünüyordum, muhtemelen de öyle ama insan kötüsünü düşünmeye başlıyor. Ses kaydı almayın, fotoğraf ve video çekmeyin, şu veya bu konu açılmasın… Makale yazacağın zaman etik kuruldan izin gelmiyor ya da sansür yiyorsun. Sonra da okul diyor ki neden yayın çıkarmıyorsun? Nasıl yayın çıkaracağım? İzin vermiyorsunuz, etik kurul için başka üniversiteye gitmem gerekiyor. Ayrıca iyi konumda olan bir vakıf üniversitesindeydim. Taşrayı düşün, istenilen rahatlıkta çalışma diye bir şey söz konusu olamaz. Etrafımdaki arkadaşlarımdan biliyorum. İşten çıkarılmalar, yurt dışı engelleri, sen bu çalışmayı yurt dışında sunup yüzümüzü kara çıkaramazsınlar… Böyle şeyler olunca da tabii ki rahat çalışılamıyor.

- Barış Bildirisi birçok akademisyenin imzaladığı bir bildiri oldu. Peki bu süreçte siz kendinizi toplumsal bir hareketin parçası olarak hissettiniz mi, yoksa daha yalnız bir eylem olarak mı tecrübe ettiniz? Ya da dışlanmış hissettiniz mi bu süreçte?

İmza atmak benim gözümde yalnız bir eylem, tek başıma yaptığım bir şeydi. Fakat kolektif bir şekilde atılıyor olmasaydı başlarda hissettiğim rahatlığı hissetmiyor olurdum. Bir kalabalık olarak imza atıyor olmanın verdiği bir rahatlık var. Herhangi bir dışlanma hissetmedim ama bir politikleşme süreci başladı. İmza kendi başına ufak bir eylem fakat ihraç edilmeler, işten çıkarılmalar ve hak ihlalleri sosyal psikolojide de bahsettiğimiz gibi politikleşmeye ön koşul oluyorlar. Bu süreç benim için de aynen böyle oldu. Kendim için olmasa da başkaları için bir şeyler yapar oldum. Eğer Barış Bildirisi imzacısı olmasaydım işin içine bu kadar giremezdim. Birçok Barış Akademisyeni için bu bildiriyi imzalamak yalnız bir tecrübe oldu. Politikleşmeyen ya da Barış İçin Akademisyenler grubundan uzak kalan insanlar var. Onlar için bu süreç çok yalnızlaştırıcı oldu. Benim için dışlandığım değil, bir grubun içine girdiğim ve daha da politikleştiğim bir tecrübe oldu.

- Şimdiki soruma biraz değinmiş oldunuz aslında. Türkiye’de akademiyi ve akademinin özgürlük ve bağımsızlık durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de akademik özgürlük mevzusu uzun bir mevzu. Bizimle başlayan bir mesele değil bu. Barış Bildirisi’nden önce de akademide hak ihlalleri ve akademik özgürlüğe dair sıkıntılar hep vardı. Sadece bu süreçte ben onları birebir yaşamaya başladım. Üniversitenin kendisi dışında fon bulamıyorum, TÜBİTAK zaten destek vermiyor, yurt dışındakiler destek vermiyor çünkü korkuyorlar. Türkiye’de sana bir şey olacak ve onlar sorumlu olacak diye korkuyorlar. Sürekli sahada izleniliyor muyuz acaba hissi var. Benim yaptığım şey illegal değil ki. Ben insanlarla görüşüp konuşuyorum, görüşlerini öğreniyorum. Ama hangi konularda görüşlerini öğreniyorsun? Devlet ve hükümet hakkında… Politik mevzular olduğu için her zaman bir korku oluyor. Fakat benim çalışma alanım bu. Koruculuk sistemiyle ilgili okulda bir seminer vermiştim. Afiş asmıştık. Afişlerde de Türk ve Kürt yazıyordu. Kürt kelimesini yırtıp çıkarmışlar afişlerden. Sadece o kısmını çıkarıp bırakmışlar. Durumu bildirmiştim ve o seminere ne olur ne olmaz diye güvenlik geldi. Seminerde hiç tanımadığım, tırnak içinde ülkücü kalıbının içine giren insanlar vardı fakat tanımıyordum. Geldiler, dinlediler, hiçbir şey söylemediler ve sonra çıktılar. Bir gözlem, bir izlenme vardı. Bilim yapmanın propaganda yapmak olarak algılandığı bir hale geldik. Yazdığın her makale, her yazı o gözle okunuyor. Yurtdışında mitinglerle ilgili sunum yapıyordum. John Drury de sunumun başlığının fotoğrafını çekip Twitter’da paylaştı. Türkiye’den insanlar o paylaşımın altına nasıl yorumlar yazdılar inanamazsın. Bu durumda ben nerede, kime, ne sunabilirim? Nerede, ne yazabilirim? Hangi isimle yazabilirim? Kiminle konuşabilirim?

- Barış Bildirisi’yle birlikte Türkiye’de akademinin bağımsızlığı meselesinde bir değişiklik oldu mu? Akademik bağımsızlık anlamında imzadan öncesi ve imzadan sonrası gibi bir şeyden söz edebilir miyiz?

Bu olay hükümetin bir süredir akademiye yaptığı en net ve en belirgin saldırıydı. İnsanlar açık açık hedef alındı. İmza öncesi ve imza sonrası ne kadar doğru bir ayrım olur bilemiyorum. Çünkü Türkiye’de akademik özgürlüğün düşüşünde bu imza olayı sadece bir nokta. Tabii ki çok açık bir saldırı olduğu için akademinin durumu herkes tarafından görülmeye başlanan bir hal almış oldu. Bu olaydan önce de akademisyenlere karşı sansür ve susturma vardı.

- Bu durumu bizzat yaptığımız araştırmayı etik kuruldan geçiremeyerek sizinle birlikte de tecrübe etmiş olduk. 

Aynen öyle. Akademi sadece akademisyenlerden oluşmuyor ki. Öğrenciler de var. Öğrencilere zaten yıllardır saldırı var. O yüzden imzadan önce ve imzadan sonra demek yerine Barış Bildirisi ile birlikte bu durumun görünürlüğünün arttığını söyleyebilirim. Direkt olarak haberlere bile çıktık.

- Siz eğitiminizi baştan sona Amerika’da tamamladınız ve hala yurtdışında akademiyle ilişki içerisindesiniz. Türkiye’deki akademiyle Amerika’da ve Avrupa’daki akademiyi özgürlükler ve haklar anlamında birbirinden ne şekilde farklı görüyorsunuz?

Batı’da etik kurul bir çalışmayı Türkiye’de yapıldığı gibi engelleyemez. Konusuna bakılarak araştırmaya sıkıntı yaratılmaz. Bir çalışmaya fon bulmak bu kadar zor değil. Her şey için bir şekilde para bulunur. Kolay bulunur demiyorum ama uğraşırsam alabilirim. Kimse bana engel olmaya çalışmaz. Orada da hiyerarşik ve bürokratik sıkıntılar, apolitiklik ve elini yeterince taşın altına koymama gibi durumlar yaşanabiliyor. Bu soruya her ülke için ayrı bir cevap vermek gerekir ama genel olarak akademik özgürlük anlamında daha özgür olduklarını söyleyebilirim. Tabii Macaristan, Brezilya, Amerika’nın bazı yerlerinde sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Trump’la birlikte Amerika’da da mimlemeler olduğunu biliyoruz. Hiç yok diyemeyiz. Benim Türkiye’de yaşadığım prosedürle ilgili sorunlar özelinde konuşursak oralarda rahat olduğunu söyleyebilirim.

- Bu sürecin Türkiye’ye uzun vadede ne gibi etkileri olacağını düşünüyorsunuz?

Zaten konuşuluyor, beyin göçü meselesi. Bana sorarsan en büyük kayıp bu. 2016 başından beri insanlar bana git diyor. Gitmek istemedim. Uzun süre direndim fakat bir yerden sonra gücüm yetmemeye başladı. İşimi yapamıyorum ve sürekli bir engel hissediyorum. Sürekli gerginlik ve rahatsızlık hali artık beni de Türkiye’de daha fazla yapamayacağım dediğim bir noktaya getirdi. Sonra da yurtdışına gitme kararı aldım. Bir sürü insan aynı sorgulamanın içinde buluyor kendini. Başından beri bahsettiğim sıkıntıları herkes yaşıyor, onlar da bu sebeplerden dolayı gitmeyi düşünüyor. İnsanlar Türkiye’nin gidişatına bakıyor ve gelecekte sıkıntı yaşayacaklarını görüyorlar. Bu gidişatla Barış Bildirisi’ne imza atmamış olsaydım da gitmek mecburiyetinde kalacaktım. Bu sadece yaptığım işle alakalı değil. Genel olarak depresif bir hal hissediyorum insanlarda. İnsanlar ortamdan dolayı gitmek istiyor. Bir yerden sonra buraya ait hissetmemeye başlıyorsun. Ben İstanbul’a geldiğimdeki İstanbul’la şimdiki İstanbul aynı değil. Gözüme aynı görünmüyor. Türkiye aynı Türkiye değil. O umut yok. Geldiğimde Türkiye’de bir umut vardı. Evet, o zamanlarda da birçok sorun vardı ama bir yükseliş hissi vardı. Şimdi sadece çöküş hissediliyor. Bu çöküş hissiyle de bir sürü insan gidiyor ya da gitmeyi düşünüyor. Bu kaybı en çok bir sonraki nesil hissedecek. Özellikle şu an ilkokul, ortaokul ve lisede eğitim görenleri merak ediyorum. Vatandaşlık dediğimiz şey kolektif hafızadan oluşan bir şey. Sana sorsam farklı, bana sorsan daha farklı çünkü biz farklı eğitim süreçlerinden geçtik ve bize farklı şekillerde öğretildi. Peki onlar için vatandaşlık nasıl bir şey, nasıl öğretiliyor? Özellikle darbe girişiminden sonra. Önümüzdeki 10-20 yılı düşünüyorum. Ben de merak ediyorum nasıl olacağını.

- Hep yaşadığınız sürecin ve Türkiye’nin olumsuzluklarından bahsettik. Esasen siz Barış Bildirisi’ni bütün bu olumsuzlukların tersini hayal ederek imzaladınız. Gerçekleştirdiğiniz bu eylemin Türkiye’deki hak ve özgürlük mücadelesinde nasıl bir yeri var? Neyi değiştirebildiğinizi düşünüyorsunuz? Kendinizi neye katkı sağlamış hissediyorsunuz?

Bana sorarsan tek kazanım “görünürlük”. İmzanın kendisi önemli değil, imzadan sonraki süreç önemli. O imzayı atmak çok basitti. O bildiriyle internet ortamında karşılaşabilir veya karşılaşmayabilirdin. Görmeseydin imzalamayacaktın. Bir yanıyla tesadüf kimin imzaladığı. Dolayısıyla ben imzanın tek başına pek bir şey ifade ettiğini düşünmüyorum. Ben sonraki sürecin bir şey ifade ettiğini düşünüyorum. Önemli kısmı bu kadar büyük ses getirmesi. Bahsi geçen kitle akademisyenler; yurtdışında bağlantıları olan, çevresi olan ve ses getirebilen bir grup. Dolayısıyla kullanabilen gücünü bu konuda kullandı. İnsanlar yurtdışından insanlara haber veriyor, yazılar yazıyor, oradaki insanlar da bu konu üzerine kafa yormaya başlıyor. Şu da var, bu imza neden atıldı? Olağanüstü Hal sırasındaki hak ihlallerinden dolayı atılan bir imza. Tabii süreç içinde bu biraz unutuldu ve konu akademik özgürlüğe kaydı. Evet bu çok önemli bir konu ama aynı zamanda neden imza attığımızı da görünür kılmak gerekiyor. Elbette bunu yapanlar da oldu. Kısacası Barış Bildirisi başka hiçbir şey yapmamışsa bile bazı şeyleri görünür kıldı. 

- Siz bu süreçte bir vakıf üniversitesindeydiniz. Üniversitenizdeki insanlar, akademisyenler ve özellikle de öğrenciler bu olayı nasıl algıladılar ve size ne kadar destek oldular? Başka bir vakıf üniversitesinde veya bir devlet üniversitesinde olsaydınız hem üniversitenin süreç boyunca tavrı açısından hem de öğrencilerin tutumu açısından ne gibi farklılıklar olabilirdi?

Vakıf üniversitesinde olmak devlet üniversitesinde olanların sahip olmadığı bir şansa sahip olmak anlamına geliyor. Ben onların olduğu şekilde Kanun Hükmünde Kararname’nin öznesi değildim. Bu sebeple kaderimize rektör karar verdi. Bizim üniversitedeki hocalar olarak biz şanslıydık çünkü üniversite bizi işten atmamaya karar verdi. Eğer devlete daha yakın bir vakıf üniversitesinde veya bir devlet üniversitesinde olsaydık hiç şansımız olmayacaktı. Kendimi hâlâ okul açısından çok şanslı hissediyorum. Özyeğin Üniversitesi’nde çalışmaya başlamadan önce başka üniversitelerdeki pozisyonlar için de başvurmuştum ve bunlardan bir tanesi KHK sürecinde kapatılan üniversitelerden biriydi. Özyeğin Üniversitesi’nde çalışmaya başlamam bir nevi tesadüftü. Bu, işimi kaybetmememi ve kapatılan üniversitelerdeki ve devlet üniversitelerindeki diğer insanların tecrübe ettiği zorlu koşullardan korunmamı sağladı.

Öğrenciler konusuna gelecek olursak, neler olup bittiği konusunda bazılarının hiç fikri olmamasına hâlâ şaşırıyorum. Olanları direkt olarak tecrübe eden ben olduğum için durumun bana aşikâr olmasını anlıyorum ama bir üniversitede kimsenin imzacıların yüzleştikleri sonuçlar hakkında fikri olmamasına çok şaşırmıştım. Yine de bilen öğrenciler bu süreçte desteklerini eksik etmediler. Destek olmak için beni ziyaret ettiler, ofis kapıma notlar bıraktılar ve e-postalar yolladılar. Etrafımda oldukları, duruşmalara geldikleri ve gelemediklerinde de bana iyi dileklerini gönderdikleri için kendimi şanslı hissettim. Bazı meslektaşlarımın, özellikle de kırsal bölgelerdeki üniversitelerde olanların benden çok daha farklı şeyler tecrübe ettiklerini biliyorum. 

- Anayasa Mahkemesi (AYM) bildiriye imza atan akademisyenlerin cezalandırılmasının ifade özgürlüğü ihlali olduğuna karar verdi. Siz de Anayasa Mahkemesi’ne başvuran 9 akademisyenden birisiniz. Siz bu kararı nasıl okuyorsunuz? Bir kazanım olarak görüyor musunuz? Sizce AYM’nin aldığı bu karar mahkemelerin kararlarının değişmesine etki edecek mi?

Anayasa mahkemesinin bu kararı birçok insanı yargılanma süreci travmasından somut anlamda kurtardı. Fakat aynı zamanda, bu karar, insanlara kendi doğrularını söylemesi için fırsat vermemiş oluyor. Evet, yargılanma süreci benim için gerçekten çok zordu ama bu süreçte savunmamı yazmaya vaktim oldu. Arkadaşlarım ve meslektaşlarımla birlikte yaşadıklarımın benim için ne anlama geldiğini ve neden bu bildiriyi imzalamaya karar verdiğimi yüksek sesle söyleyebilmiş oldum. Diğerleri bunu yapma şansına sahip olmayacaklar. Yani bu iki ucu keskin bir kılıç; bir bakıma birçok akademisyen bu zorlu süreçten kurtulmuş oldu ama aynı zamanda bu şekilde susturulmuş oldular gibi görünüyor.

Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi’nin kararı neden bozduğu sorusu var. Avukatlarımız kesinlikle bunun iç yüzünü daha iyi anlayacaklardır ama ben bu kararın bildiriyle ilişkilendirdikleri cezai kovuşturmayla ilgili duyacağımız son şey olmayacağından çok eminim. 

- Şimdi İskoçya’da St. Andrews Üniversitesi’nde çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Peki, Türkiye ile ilişkiniz devam ediyor mu? Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz?

Son soruyla başlayacağım: Gerçekten emin değilim. Amerika’dan Türkiye’de yaşamayı planladığım için taşınmıştım. Son yıllar bana gösterdi ki eğer geri dönersem tutkuyla yaptığım işi yapmak için ömür boyu mücadele etmem gerekecek. Fakat yine de asla geri dönmem diyemiyorum. Türkiye sınırlarını terk ettim ama kalbim hâlâ orada. Tutkumu ve araştırma yapma sebebimi terk etmiş oldum. Şu an veya herhangi bir zaman dönmesem de benim için her zaman bir bağlantı olacak. 

Şimdilik işime İskoçya’da devam etmekten memnunum. Türkiye’de çalışmalarım devam ediyor. Bazen veri toplamaya geri geliyorum. Orada meslektaşlarım ve öğrencilerim var. Hiç şüphe yok ki araştırmalarımın ana odağı politik meseleler olmaya devam ediyor. Fakat araştırmalarıma İskoçya’da devam ettiğim için mutluyum. İskoçya inanılmaz tarihi olan bir ülke ve şu an Birleşik Krallık’tan ayrılma ihtimali ile ilgili politik ve kültürel bir çalkantı içinde. Ayrıca burada, İstanbul’da karşılaştığım sansür ve sindirme girişimleriyle karşılaşmıyorum. 

Türkiye’deki bağlantılarımı tamamen terk etmeyi düşünmüyorum. Türkiye’deki tecrübelerim benim bugün olduğum insan ve bugün olduğum araştırmacı olmamı sağladı. Bunlar sınırı geçtiğiniz zaman yok olmuyor.