Terapistler Neden Politikadan Konuşmalı?

Richard Brouillette

Çeviren: Can Önalan


“Sonra patronumla buluşacağım.” dedi hastam. “Bana üstüme düşen sorumlulukları yeterince yerine getirmediğimi ve bağlılığımı göstermek için daha uzun saatler çalışmaya gönüllü olmam gerektiğini söyleyeceğinden endişeliyim.” 

Bu gerilim aylardır işinde birikiyordu ve toplantıda üstü kapalı bir tehdit olacağından korkuyordu: Daha uzun saatler karşılığını almadan çalış, yoksa seni kovarız. Zaten evden uzakta bu kadar zaman geçirmek ona zor geliyordu. Fakat işsizlik riskini göze alamazdı.

“Çocuklarıma ne söylemeliyim?” diye sordu çökmüş bir halde.

Midem düğümlendi. Bu türden endişeler hastalarım arasında öylesine yaygınlaşıyor ve sıklaşıyordu ki kendimi tekil hastalara özgü sorunlara ve nevrozlara daha az; gündelik hayatın yapısına ne olduğuna ise daha çok odaklanır buluyordum.

Manhattan’da serbest çalışan bir terapist olarak, kariyerinin erken ya da orta evrelerinde çok sayıda profesyonelin sonu gelmeyen e-postalarla ve sosyal medya zorunluluklarıyla uğraştığını, iş/hayat sınırlarının silindiğini, 1990’ların sonlarından bu yana başlangıç maaşlarının değişmeden kaldığını görüyorum. İnsanların sürekli iş değiştirmeleri ve “kişisel markalarını” geliştirmeleri gerektiği bir iş pazarına endişeyle uyum sağlamaya uğraşan “yaşlanan” (30 ve üzeri) çalışanlar görüyorum. Kimse tatil günlerinin tümünü kullanmıyor. Herkes bir nesil öncesine göre daha uzun saatler çalışıyor. 

Terapistler, genellikle seanslarda sosyal ve politik konuları tartışmaktan kaçınırlar. Hasta bunları getirirse, terapist konuşmayı semptomlara, başa çıkma becerilerine, hastanın çocukluğu ve aile yaşantısındaki meselelere doğru çevirir. Fakat bunun yetersiz olduğuna giderek daha çok ikna oluyorum. Psikoterapi, bir alan olarak, hastalarımızın hayatını etkileyen temel sosyal meselelere yanıt vermeye hazır değil.   

İnsanlar ekonominin giderek artan külfetli taleplerini karşılayamaz duruma geldiğinde, sık sık kendilerini suçlar ve ardından bu suçlulukla yaşamaya uğraşırlar. Elbette aynı eğilimi ebeveynleri boşanan çocuklarının ayrılıktan kendilerini sorumlu tutmasından tutun, afet yaşayanların “hayatta kalan suçluluğuna” kadar çeşitli bağlamlarda görüyoruz. Suçluluk, imkansız ya da kabul edilemez görünen durumlarda, olmasaydı hissedilecek olan öfkeye karşı bir kalkan vazifesi görür: Çocuk, ebeveynlerine boşandıkları için kızgın olabilir, hayatta kalan ise ölenlere kızgın olabilir. 

Sosyal düzeyde bu da farklı değildir. Ekonomik sistem ya da hükümet kişisel zarardan sorumlu olduğunda, etkilenenler bir hayli çaresiz hissedebilir, bu çaresizliği özeleştiriyle örtebilirler. Günümüzde piyasanın istediği olamazsan, bu, seni kusurluymuşsun ve depresyona girmekten başka yolun yokmuş gibi hissettirebilir.

Son 30 yılda iş yaşamındaki bu değişikliklerin, herhangi bir travmatik olaydan daha yaygın ve daha zor tespit edilebilir bir biçimde, yavaşça psikolojik bir bedeli meydana getirdiğine inanıyorum. İnsanlar farkında olmayabilecekleri bir dereceye kadar daha az umutlu ve daha çok stresli hissediyorlar; özdeğerleri zedeleniyor; ne alabiliyorlarsa o kadarını almanın kader olduğuna inanıyorlar; dolayısıyla öğrenilmiş çaresizliğe meyleder bir haldeler.

İnsanların artık katlanamadığı, kendilerinden çok fazla şey beklendiği bir dönem geliyor. İnsanlar kendilerine yönelttikleri suçlamaya daha ne kadar izin verecekler? Bunu ne zaman dışarı çevirecekler?

Bana göre psikoterapistler bu suçlamayı içe yöneltmede önemli bir rol oynuyorlar. Maalesef, birçok terapist, terapi odasında politik meseleleri tartışmayacak şekilde eğitildiği için, sorunun bir parçasıdır ve onlar, kişisel sorumluluk, yalıtılma ve sosyal statüko hakkındaki yanlış varsayımları örtük olarak pekiştirirler. 

Hasta neredeyse dayanılmaz bir iş durumundan bahsettiğinde, terapist örtük olarak durumun kendisini değişmez, hayatın bir gerçeği olarak ele alarak hastanın duruma tepkisinin doğasına odaklanmaya meyillidir. Oysa savunulamaz ve adaletsiz bir çevre her zaman sadece hayatın bir gerçeği değildir ve terapist bunun hakkında açıkça nasıl konuşabileceğini düşünmelidir.

Bu bir çok açıdan psikoterapide eski bir ikilemdir. Terapi hastanın uyum sağlamasına yardım etmekle mi, yoksa hastayı çevresindeki dünyayı değiştirmek için hazırlamaya mı çabalamalı? Hastanın iç dünyası bozulmuş mudur? Yoksa sözümona gerçek dünya mı ters gitmektedir? Genellikle bu ikisinin bir kombinasyonudur ve iyi bir terapist, bence, hastaya bu iki aşırı uç arasında yolunu bulmaya yardım etmelidir.

Terapistler, sosyal ve ekonomik zorlukların içten bir tartışmasını dahil etmeden, diyaloğu sadece hastasının yaşam anlatısı hakkında kurduğunda, psikoterapiyi sadece sosyal kontrol aracına indirgeme riskini alırlar. Bu kulağa oldukça tartışmalı gelebilir, ama geçen yıl İngiltere’de hükümetin psikoterapistleri işsizlere danışmanlık sağlaması için, iş kurumunda istihdam etme önerisini düşünelim, buna göre bahsi geçen tedaviyi reddeden işsizler sosyal yardımlarında olası bir kısıtlama ile karşı karşıya kalacaklardır.  Böyle bir durumda terapi uyuşukluğu ve çalışma isteksizliğini “tedavi etmeye” çalışarak, hizmet etmeyi amaçladıkları arasında sosyal ve politik farkındalığı potansiyel olarak sınırlayarak, kolaylıkla devletin bir aracı haline gelebilir. 

Çok sık olarak, dünya politik sebeplerle altüst olduğunda, terapistler sessiz kalır. Bunun yerine, terapist bu gerçeği tanımalı, hastaya destek olmalı ve sorunu tartışmalıdır. Hastanın bu zor durumunun içindeki adaletsizliği anlamasına, kendi faillik sorununun üzerine düşünmesine ve kendisinin uygun gördüğü herhangi bir eylemi gerçekleştirmesine yardımcı olmak özü itibariyle terapötiktir. Böyle durumlarda hastayla diyaloğumuza olup bitenin adaletsiz olduğu düşüncesini dahil ederim. Bu bize kötü muamele gördüğü fikrine nasıl tepki verdiğini keşfetme fırsatı sunar; ki bu da terapi için hayati ve aydınlatıcı olabilir.

Bir zamanlar çalıştığı Startup’ta kırılma noktasına gelen bir hastam vardı. Terapisinde iki yıldır ilişkilerde sahici iletişim kurmanın mümkün olduğu fikriyle mücadele ediyordu. Terapimiz ona öfkesini cesurca, iyi düşünülmüş ve yerinde bir grup e-postasına dönüştürmeye yardımcı oldu. Bu da iş arkadaşlarının neredeyse yarısının onu desteklemesiyle ve baş yöneticiyle doğrudan iş pazarlıklarının başlamasıyla sonuçlandı.    

Bu tür durumlarda terapinin oynadığı destekleyici rol bazı insanlar tarafından ruh sağlığı tedavisinden çok sosyal çalışma ya da örgütleme olarak görülebilir. Ama bu yanlış olurdu. Terapistler, terapi odasında böyle bir politik etkileşimin terapötik sürece içkin olduğunu düşünmeliler. Hastalar, içsel stres kaynağı haline gelen şeylere çare olarak çevrelerindeki dünyayı değiştirmeye güdüleniyorlar. Bu sadece dışsal değil aynı zamanda içsel bir değişim deneyimi oluyor, yeni bir güven ve hastanın karakterinin bir parçası haline gelen bir ilişkilenme anlayışı getiriyor.  

İnsanların sorunlarının kendi kusurları olmadığını düşünmelerinin ne kadar nadir gerçekleştiğine şaşırırsınız. Eşitliğe ve adalete odaklanarak, hastanın çok sık kaybedilen bir şeyi bulma fırsatı olabilir: Kendine bakma ve kendini savunma becerisi. Suçluluğun yerini, bir arzuyu –ve bir talebi– gelişmesi için serbest bırakan, içe doğru değil de dışarı başkalarına doğru yönelen, değişim yaratmak için ona ileriye doğru bir adım attıran, aydınlatan bir öfke alabilir.

***

*Yazının İngilizce orjinali şu linkte yer almaktadır: https://opinionator.blogs.nytimes.com/2016/03/15/why-therapists-should-talk-politics/