Deneyim – Hastalık – Özgürleşme [1]


Christian Küpper

Çeviri: Ebru Ergün & Can Önalan

Özet

Bu makale, hastalanmış/hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş (eski) psikiyatri kullanıcılarının bakış açılarının ve deneyimlerinin, psikososyal destek yapılarının tasarlanması sürecine dahil edilmesinin özgürleştirici etkisi üzerine odaklanmaktadır. Birisinin kendi bakımını; şiddeti, heteronomiyi, dışlamayı desteklemeyen veya daha fazla acı çekmeye yol açmayan destek mekanizmaları aracılığıyla şekillendirme hakkının güvenceye alınmasının önemini savunuyorum. Dolayısıyla, her bireyin kendini anlamaya yönelik özerk yaklaşımının, kolaylaştırma tekniklerini etkilemesi gerekir. Bu amaçla, psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş kişilerin bakış açılarını kapsamına dahil eden, Almanya’daki iki girişimden bahsetmek istiyorum. Anti-psikiyatrik Berlin Kaçış Evi’ne özel önem veriyorum. (Sosyal) psikiyatri alanındaki bazı reform çabalarını sorunsallaştırmak amacıyla, psikiyatrik bakımın çağdaş katılımcı modellerini daha yakından inceleyerek ve bir karşı-örneği kullanarak, “akran danışmanlığı” modelinden (Deneyimli dahiliyet ya da Ex-In* olarak da adlandırılır) söz edeceğim. Yazıyı, hastalanmış ya da hastalıktan etkilenmiş (eski) psikiyatri kullanıcılarının rolünü ve yerini tartışmak için kullanışlı bir çerçeve ve dil sunduğuna inandığım eleştirel psikoloji perspektifinden hareketle, deneyim ve sosyal kendini anlama kavramları üzerine bazı düşüncelerle noktalayacağım.

*Çev. Notu: Ex-In, “experienced involvement”ın kısaltılmış halidir.


Giriş

Almanya’da yeni gelişmeye başlayan psikiyatri bilimi ve pratiği, ilk kurbanlarının deneyimlerine ve zorluklarla kazanılmış içgörülerine pek az saygı duyardı. 19. yüzyıldan itibaren araştırmaların ve kliniklerin yapıları ve uygulamaları, uzmanlar ve yardım ya da hizmet arayanlar arasında mutlak bir ayrılma gerektirdi ve böylece ikinci grubu birinciye tâbi kılmış ve güçsüzleştirmiş de oldu. Psikiyatri alanındaki bütün tarafların kendilerine atanmış rolleri oldu: Tâbi kılınmışlar -diğer deyişle hasta, deli ya da hasarlılar; böylelikle toplumsal olarak gözden çıkarılabilir ve dışlamaya uygun olarak tasvir edildiler- ve baskın aktörler, kimin ve hangi tür bilginin geçerli ve uygulanabilir olduğuna karar verecek yetkide olanlar. Onlar -yani meslek elemanları- psikiyatrik alanın hiyerarşisindeki tek gerçek öznelerdi. Geleneksel olarak ve bugün bile sıklıkla, ama belki farklı yollarla, güç yukarıdan aşağıya doğru kullanılmıştır. Profesyonel psikiyatrist araştırma yapar, belgeler, gözlemler, teorize eder, yorumlar, teknolojiler geliştirir ve böylelikle bilgi üretir. Tanı koymak, tedavi etmek ve aslında sakatlayıp hapsetmek; bunların hepsi bilgi üreten öznenin gücünü pekiştirip onaylar ve eşzamanlı olarak da psikiyatrik hizmetleri kullanan bireyi güçsüzleştirir. Psikiyatri alanıyla ve onun kabaca karşılaştırmalı tanı modeli ile -gönüllü ya da gönülsüz olarak- temas etmek, bir noktada özselleştirilmek (essentialized) ve insanlıktan çıkarılmak (dehumanized) anlamına gelir: Böyle bireyler akıl hastası ya da rahatsızdır; deneyimleri anormal, arızalı ve -hiç de nadir olmayan şekilde- fark edilir somatik sebeplerden kaynaklanır. Dahası: Listelere ve kapalı alanlara sığdırılırken kontrol edilirler, patolojikleştirilirler, deli gömleği giydirilirler. Sonunda, psikiyatrik teknolojinin ve tedavilerin nesneleri haline gelirler. Ve bir nesne olarak, asla diyalog üzerine kurulu bir eylemde bulunamazlar; konuşmalar sadece iki ya da daha fazla özgür iradeli birey arasında meydana gelebilir.

Elbette ki, Almanya’da psikiyatrinin bugünkü durumu, ortaya çıkışının ve tarihsel uygulamalarının bu kadar kısıtlı (ve yerici), kabataslak bir resmiyle yansıtılamaz. En azından 1975’teki -Psikiyatri Anketi denilen- Federal Almanya Cumhuriyeti’nde “Psikiyatrinin Durumu” raporunun işlenmesi ve yayınlanmasından beri, -şimdi “sosyal psikiyatri” ya da “toplum psikiyatrisi” denilen- Almanya’daki ruh sağlığı alanı kendini, geçmişin akıl hastanesi temelli psikiyatrik uygulamalarından uzaklaştırdı. Psikiyatri teori ve pratiğindeki diğer değişikliklerin yanı sıra, (sosyal) psikiyatri2 alanında kullanılan ve onun uygulayıcılarının kendilerini ve yönelimlerini tanımlarken kullandığı dil kesinlikle evrildi. Son yıllarda katılım, triyalog, kapsama, güçlendirme, yaşam dünyası oryantasyonu, iyileşme ve özerklik gibi sözcükler, bu terminolojinin ruh sağlığı alanını -önceki reformcular için hayal bile edilemeyecek şekilde- de facto olarak insancıllaştırdığına ve kullanıcılarının (hasta ya da tüketici demek yerine) ve psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş bireylerin (Almancası, Psychiatriebetroffener)3 statüsünü yükselttiğine dair örtük bir anlayışla hızla çoğaldı. Fakat bu epistemolojik geçişler ışığında hangi girişimlerin, bugün Almanya’daki psikiyatriyle (özellikle olumsuz) deneyimleri olmuş bireyleri yapısal olarak bünyesinde barındırabileceğini ve dil geleneklerinin praksisle ilgili sorunlarla nasıl bir ilişkisi olduğunu, onları nasıl desteklediğini ya da örtbas ettiğini  de sorabiliriz. 
Bu makale, hastalanmış/hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş (eski) psikiyatri kullanıcılarının bakış açılarının ve deneyimlerinin, psikososyal destek yapılarının tasarlanması sürecine dahil edilmesinin özgürleştirici etkisi üzerine odaklanmaktadır. Birisinin kendi bakımını; şiddeti, heteronomiyi, dışlamayı desteklemeyen veya daha fazla acı çekmeye yol açmayan destek mekanizmaları aracılığıyla şekillendirme hakkının güvenceye alınmasının önemini savunuyorum. Dolayısıyla, her bireyin kendini anlamaya yönelik özerk yaklaşımının, kolaylaştırma tekniklerini etkilemesi gerekir. Bu amaçla, psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş kişilerin bakış açılarını kapsamına dahil eden, Almanya’daki iki girişimden bahsetmek istiyorum. Anti-psikiyatrik yönelimine ve bakım anlayışına sadece daha aşina olmakla kalmayıp, aynı zamanda bir çalışan olarak aktif olarak katılım sağladığım Berlin Kaçış Evi’ne özel önem veriyorum. (Sosyal) psikiyatri alanındaki bazı reform çabalarını sorunsallaştırmak amacıyla, psikiyatrik bakımın çağdaş katılımcı modellerini daha yakından inceleyerek ve bir karşı-örneği kullanarak, “akran danışmanlığı” modelinden (Deneyimli  dahiliyet ya da Ex-In olarak da adlandırılır) söz edeceğim. Yazıyı, hastalanmış ya da hastalıktan etkilenmiş (eski) psikiyatri kullanıcılarının rolünü ve yerini tartışmak için kullanışlı bir çerçeve ve dil sunduğuna inandığım eleştirel psikoloji perspektifinden hareketle, deneyim ve sosyal kendini anlama kavramları üzerine bazı düşüncelerle noktalayacağım.

Kaçış Evi “Villa Stöckle”

1996’da Berlin, Almanya’da kurulan ve yeni anti-psikiyatri hareketinden doğan Kaçış Evi “Villa Stöckle”, 13 kişiye kadar çıkabilen sakinlerine 24 saat destek sağlamaktadır. 1960 ve 1970’lerin anti-psikiyatri reformlarının tersine, çağdaş anti-psikiyatri hareketi büyük oranda, halihazırdaki (sosyal) psikiyatri kuruluş ve uygulamalarına alternatif olarak kullanıcıların yönlendirdiği uygulamaların yerine getirilmesi için mücadele etmiş olan, psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş kişilerin kendileri tarafından yönlendiriliyor. 1980’de, psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş bireyler, Deliler Hücum Derneği (resmi olarak Irren-Offensive adıyla kayıtlı) adlı bir kendine destek grubu oluşturdular ve iki yıl sonra, destekçileriyle birlikte, konut projeleri için iki farklı vizyon geliştiren bir planlama/tasarım kolektifi kurdular. Bir grup kendine yardım yaklaşımını önceledi ve sadece kendileri tarafından yönetilen bir “Deliler Evi” (Verrücktenhaus) konseptini tercih etti. İkinci grup ise kendine yardım hareketi ile hastalanmış/etkilenmiş (eski) kullanıcı hareketini (Betroffenenbewegung) profesyonel hizmet sağlayıcılarla (ve finansörlerle) birleştirmeyi amaçladı. Amaçları; (psikiyatri) kullanıcısı olmayan ve bununla birlikte anti-psikiyatrik bir yönelimi paylaşan ekip üyelerinin işbirliğine dayanarak, ihtiyaç duyan kişilere sürekli destek sunmaktı. Bu iki girişimin gelişimi bu makalenin kapsamını aştığından, ikisinin sentezlenemediğini söylemekle yetineceğim. İkinci grup Deliler Hücum Derneği’nden ayrıldı ve 1989’da, bugün Kaçış Evi’nin sponsorluğunu yapan resmi kuruluş olan Psikiyatrik Şiddetten Korunma Derneği’ni (resmi olarak Verein zum Schutz vor psychiatrischer Gewalt adıyla kayıtlı) kurmak için bir araya geldi. Kaçış Evi bugün, Almanya’daki kesin olarak anti-psikiyatrik olan tek yaşam tesisi.

Kaçış Evi’ndeki dernek üyeleri ve iş arkadaşları, psikiyatri tarafından -genellikle acı verici- şekilde etkilenmiş yüksek gereksinimli bireylerin gündelik yaşamlarıyla ilgili gerçekliklerini iyileştirmekle görevliler. Bu amaçla, psikiyatrik müdahalelere dayanmayan güvenlik ve destek sağlıyorlar. Dolayısıyla, (kendi kendine yardım) projeleri yoluyla toplanan deneyimler, kolektif olarak üretilen bilgi biçimleri ve psikiyatri eleştirisine dayalı anlayışlar Kaçış Evi’ndeki yöntemleri etkiliyor. Doğrudan demokrasiye ve özerkliğe dayalı bir yönetim anlayışına bağlılıkla, şeffaflık ilkesiyle, tanı koyma ve baskıdan ısrarlı bir kaçınmayla Kaçış Evi, (sosyal) psikiyatrik hizmetleri reddeden bireylere hiyerarşik olmayan şekilde örgütlenmiş bir sığınak sunmayı hedefliyor. Bu bireylere krizleri süresince eşlik ediliyor ve destek veriliyor ve psikiyatrik müdahale olmadan kendi kriz durumlarına yaklaşmak ve onları anlamak için kendi yollarını geliştirmeleri teşvik ediliyor.

Kaçış Evi’ndeki çalışanlar ve dernek üyeleri; hastalanmış/etkilenmiş (eski) kullanıcı hareketi içinden ve sürecinden doğmuş deneyimleri, kullanıcı-kontrollü bir yaklaşımın (betroffenenkontrollierten Ansatz)4 uygulanması yoluyla bünyesinde toplar. Bunu, ev sakinlerinin ev içerisindeki, derneğin yönetim kademesindeki ve proje tasarımındaki etkisini güçlendirmek amacıyla yapar. Uygulamada bu, Kaçış Evi’nin çalışanlarının en az yüzde ellisinin psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş bireyler olması demektir –ki bu, genellikle en az bir kez, bir klinikte yatarak psikiyatrik tedavi gördükleri anlamına gelir.5 Çalışanlar arasında maaş, sorumluluk ve çalışma düzeni açısından tam bir eşitlik söz konusudur. Ek olarak, herhangi bir durumda deneyimlerini işlerine dahil etmeye, hikayelerini açıklamaya zorlanmazlar. Başlarından geçenleri paylaşıp paylaşmamak ya da ne zaman, kiminle paylaşacaklarına karar vermek onlara kalmıştır. Deneyimlerinin, onları işte malzeme olarak kullanmak isteyip istememeye ilişkin dünya görüşlerini etkilediği varsayılır. Burada; anti-psikiyatrik çerçevedeki, klinik psikiyatrik deneyimlerin -doğrudan bedensel ya da ruhsal olmasa da- bir çeşit şiddete yol açtığı şeklindeki genel geçer anlayış dikkat çekicidir.

Şiddet aynı zamanda toplumsal ve yapısal bir fenomen olarak ele alınır; (sosyal) psikiyatrik kurum ve uygulamalar içerisinde ve onlar aracılığıyla sürdürülen yapısal ve toplumsal şiddet, eleştirel bir gözle analiz edilmelidir. Bu sebeple derneğin üyeleri ve çalışanlar,  ev sakinlerine dair atıfta bulunurken “hastalıklar/rahatsızlıklar” yerine, daha nötr olan “deneyimlere” işaret ederler. Ayrıca, Kaçış Evi’nde çalışabilmek için kişinin -klinik psikiyatrinin baskı ve kontrolüne maruz kalıp kalmamasından bağımsız olarak- psikiyatriye eleştirel yaklaşmaya istekli olması gerekmektedir. Yani kişinin (sosyal) psikiyatrideki ve toplumun genelindeki birbiriyle ilişkili şiddet formları hakkında farkındalık geliştirmesi; bunun yanı sıra kişilerin bu şiddet türlerine ilişkin konumsallıkları üzerine düşünmesi beklenmektedir. Bir Kaçış Evi çalışanı olarak ev sakinlerinin mücadelelerine kendini adamak, geleneksel resmi vasıfları hükümsüz kılar ve eşzamanlı olarak da “profesyonellik” nosyonu yeniden değerlendirmeye açar.
Kaçış Evi’ndeki kullanıcı-kontrollü yöntemler, yapısal olarak benzer deneyimler yaşamış kişilerle etkileşime girmenin koşullarını yaratıyor,6 özellikle de (sosyal) psikiyatrik tedaviden mağdur olmuş ya da başından “deli” (verrückte)7 kriz durumları  geçmiş kişilerle. Paylaşılan bu gibi deneyimler sadece güven ilişkisi kurmakla kalmıyor. Aynı zamanda bireyleri, (sosyal) psikiyatrik kuruluşların küçümseyici açıklamalarının yanı sıra, yerinden edilme deneyimlerini ve ruhsal acılarını da proaktif olarak düzeltme konusunda cesaretlendiriyor. Proaktif kendini-güçlendirmeye dair fikirler, (sosyal) psikiyatrinin normatif/normalleştiren gücüne direnmek için uygulamaya konabilir; örneğin psikofarmakolojik tedaviyi başarılı bir şekilde bırakarak. Uygulanabildiği takdirde böyle deneyimler, klinik–psikiyatrik kontrole maruz kalmış kişilere yapışmış olan sürekli çaresizlik hissini ortadan kaldırarak, bireylerin kendilerindeki kaynakları keşfetmelerine yardımcı olmaktadır. 
Yukarıda açıklandığı üzere, “kullanıcı kontrolü” (Nutzer Innenkontrolle) kavramı, sakinlerinin karar verme yetkisine sahip olduğu ve nasıl destekleneceklerini belirleme fırsatlarının olduğu Kaçış Evi’nde geliştirilen uygulamaları yakından etkiler. Bu, klinik ortamlardaki baskı ve kontrole dayalı hiyerarşik yapıyla tam bir tezat teşkil etmektedir.

Bana göre bu durum en çok, şeffaflık ilkesine bağlı kalınarak gözetleme/denetleme yaklaşımını tersine çevirme girişimlerinde görünür hale gelmekte. Kaçış Evi’nde, evin sakinleri çalışanları denetler ve işle ilgili bütün kararlarda ev sakinlerine danışılır. Ev sakinlerinin dışarıdaki tanıdıklarıyla ilişkilerini düzenleme hakları da genellikle güvence altındadır. Çalışanlar, ev sakinleri hakkındaki raporları onlara okutmadan ve onlar talep ettikleri takdirde düzeltmeden tebliğ edemezler. Ev sakinlerinin kendi dosyalarına sınırsız erişimi ve -kendileriyle ilgili olduğu sürece- ekip toplantılarına katılma ve görevler dağıtılırken orada bulunma izinleri vardır.
Bütün bu uygulamalar çalışanların, destek ve kolaylaştırma süreçlerinin geleneksel olarak sınırladığı yöntemlere duyarlı hale gelmelerine yardımcı olmaktadır. Bir uygulamanın baskıcı ya da özerkliği kısıtlayıcı olduğu hissedildiğinde ev sakinleri, uygulamayı durdurma ve kolektif olarak eleştirme yönünde teşvik edilir. Bu, ev sakinleri ve çalışanlar arasındaki örtük güç dinamiklerinin açığa çıkarılmasına yardımcı olur. Bununla birlikte, çalışanların para kazanıyor ve günün sonunda evlerine gidiyor olduğu gerçeğine ek olarak, bazı değişmez güç farklılıkları bozulmamış olarak kalır. Örneğin bürokratik-yönetimsel sorumluluklar -ev sakinlerini bu süreçlere dahil etmek herkesin yararına olacağı halde- çoğunlukla çalışanlara düşer. Ev sakinlerinin Kaçış Evi çalışanı olması da, Berlin Senatosu’nun katı ilkelerine göre çalışma yeterliliğine sahip olmak için -çoğu durumda- sosyal çalışmacı lisanslı olmaları gerektiğinden, zordur. 

Kaçış Evi’nin vereceği sosyal yardımı sınırlayan bazı yapısal koşullar, aynı zamanda onu belli kısıtlamalardan da kurtarır. Kaçış Evi, bugün halâ sağlama alınmamış olan kamu finansmanını güvence altına almak için uzun süreli bir hukuki mücadele verdi. 1996’dan beri, sosyal refah kanunu gereğince “evsiz barınağı” olarak tanındığı için federal destek almaktadır (Alman Sosyal Güvenlik Hukuku, Bölüm 67, Cilt 12). Federal kanunun evsizlik koşullarını karşılamaya dair katı kriterlerinden dolayı, hizmet arayan pek çok kişi için yardım almak zor olmakta. Ancak, aynı zamanda, (hukuki) statüsünden dolayı Kaçış Evi, anti-psikiyatri hareketinin uzun süredir amacı olan hegemonyacı psikolojik ve psikiyatrik tanılama esaslarının üzerinden atlamayı başarabiliyor. Ayrıca Kaçış Evi’nin belli bir terapötik paradigma dahilinde çalışmasına da gerek bulunmamakta. Destek ve kolaylaştırma süreçlerinde çalışanlar, hizmet isteyen kişilerin genelde paternalist ve ayrımcı acı verici deneyimlerle bağdaştırdığı, kişisel deneyimleri ve davranışları psikolojikleştiren ve patolojize eden geleneksel tanılayıcı teknikleri kullanmaktan kaçınırlar. Kaçış Evi çalışanları tanılayıcı yöntemleri zarar verici ya da en iyi ihtimalle düşük faydalı bulmaktalar. Ayrıca bu yöntemlerin; toplumsal bağlamı olan deneyim ve eylemleri yanlış tanımladıklarını, yanlış adlandırdıklarını ve hegemonyacı güç ilişkilerini desteklediğini düşünmekteler (bkz. Markard & Kaindl, 2014).

Kolaylaştırıcı destekte, normatif psikiyatrik uygulama ve ideolojilere verilen önem azaltılırken, ev sakinlerinin (toplumsal bağlamı olan) kişisel deneyimleri merkeze alınır. Bu kapsamda, ev sakinleri hasta ya da çaresiz olarak etiketlenmek yerine, kendi durumlarından tamamen sorumlu kabul edilirler. Kendi kriz deneyimlerini yorumlama, kendi hedeflerini koyma, kendileri için neye ihtiyaç duyduklarını ve neyi istediklerini belirleme hakkını ellerinde tutarlar. Ayrıca günlük rutinlerini ve ilişkilenmelerini ve çalışanlarla ilişkilerini de büyük oranda kendileri tasarlarlar. Kalışlar, her biri kendine özgü olmak üzere, bir günden -kaynağa bağlı olarak- altı aya kadar sürebilmekte. Her ne kadar her birey kendi destek planını hazırlasa da, sürekli dahil edilen bazı temalar da mevcut. Ev sakinlerinin çeşitli toplumsal-psikiyatrik ortamlarda olduğu kadar, yaşamlarında da aşağılayıcı deneyimlerinin olması çok sık rastlanan bir durumdur. Bu yüzden pek çok ev sakini için kendilerini güçlendirmek ve gündelik hayatlarıyla ve sürdürülebilir yeni bir hayat tarzını ve yaşam koşullarını oluşturmakla ilgili olarak özerkliklerini geri kazanmak önemli hale gelir. Neredeyse her ev sakini için parasal durumlarını ve gelecek yaşantılarına dair düzenlemelerini organize ederken desteklenmek merkezi öneme sahiptir. Ev sakinleri ayrıca kriz, yerinden edilme ve acı deneyimlerini irdeleme ve düzenleme üzerinde de çalışır. Bazıları ilacı bırakma ya da dozunu azaltma peşindeyken; diğerleri halâ umut ve güven tesis etmeye, içsel huzur ve güvenlik bulmaya ve ihtiyaçlarını keşfetmeye çalışır.8

Yukarıda kısaca özetlemiş olduğum destek ve kolaylaştırma uygulamaları aracılığıyla, Kaçış Evi sakinleri ve çalışanları -ki buna halen orada çalıştığım için ben de dahilim- bilgi-iktidar yapılarını ve normatif beklentileri sorunsallaştırmaya, psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş bireylerin sosyal dışlanmasının etkilerini gidermeye çalışır. Birlikte, sosyal çalışma, psikoloji ve psikiyatrinin ispat gerektirmeyecek derecede aşikar olduğu iddiasından vazgeçilmeyen ideallerini sekteye uğratmaya ve kişilerin karşılaştığı sorunları patolojikleştirme ve bireyselleştirme eğiliminden kurtarmaya çabalıyoruz. Hiç şüphesiz çelişkiler baş gösteriyor ve her gün, kendi anti-psikiyatrik standartlarımızı sarsan engellerle yüzleşiyoruz. Bunlar; maddi istikrarsızlık, neo-liberal ve kapitalist-yönetimsel anlayışlar, hukuki engeller ve işle ilgili kararları kurumsal olarak meşrulaştırma baskısını içeriyor.

Buna ek olarak, (sosyal) psikiyatrik denetleme mekanizmaları ve dar bir Berlin emlak piyasası son derece kısıtlayıcı. Pek çok ev sakini, bazen yıllarca, tehlike altında yaşıyor ve daimi yoksulluk, evsizlik, sosyal izolasyon ve psikiyatri tesislerine gönderilme riski altında kalıyor. Bu koşullar ve kısıtlamalar karşısındaki görece güçsüzlüğümüz, Kaçış Evi’nde kurulmuş türdeki destek yapılarının sınırlarını yansıtıyor. Bu sorunlu sosyo-politik koşulların ve bunlarla ilgili politik marjinalizasyona dair farkındalığa sahip olmanın yükü altında, Kaçış Evi -maalesef ki- (sosyal) psikiyatriye ideal bir alternatif olamamakta. Ancak bu güçlüklerden kaçmak isteyen çok sayıda insana gidecek bir yer sunmakta.

Katılım (Participation)

Kaçış Evi’nin ve onun sponsoru olan Psikiyatrik Şiddetten Korunma Derneği’nin tarihi, sürmekte olan bir kendini anlama süreci olarak yorumlanabilir. Bu sayede, çalışanlar ve ev sakinleri birlikte -psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş olanlar ve olmayanlar- “delilik” ve ruhsal hastalıklar hakkında olduğu kadar patolojikleştirme ve (sosyal) psikiyatri uygulamalarının dışlayıcı mekanizmaları hakkında da çok şey öğrendi.

Bugün tersi şekilde işlese de, Kaçış Evi'nin (sosyal) psikiyatriye gerçek bir alternatif oluşturmak için bir taban örgütlenmesi girişimi olduğu söylenebilir. Ancak sahadaki bütün yeni ve görünüşte yenilikçi oluşumlar için durumun bu olduğu söylenemez. (Sosyal) psikiyatri uygulamalarını modernize etmek amacıyla psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş bireylerin deneyimlerini entegre etmeye yönelik diğer yöntemler, katılım kategorisinin  kapsamına girer. Fakat, “katılım” hareketi aşağıdan yönlendirilmiyor; yukarıdan aşağıya kuruluyor ve sıklıkla iç direnişle karşılaşıyor. Belli eleştirel pozisyonlar –örneğin psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş bireylerin nesneleştirilmesine karşı- (sosyal) psikiyatri tarafından yutulurken, en nihayetinde eleştirelliğin etkisizleştirildiği fark edilebilir. (Sosyal) psikiyatri, değişen toplumsal normlar karşısında temel hiyerarşik yapılanma ilkelerinden vazgeçmeden, esneyebileceğini ve işlenebileceğini kanıtladı.9  Radikal dil, onu kullanan reformistin niyetinden bağımsız olarak, iktidardakiler tarafından kolayca kendine mal edilebilir ve ona el konulabilir. Dahası, dil normlarına el konulması, gerçek baskı yapıları ve güç ilişkilerinin örtbas edilmesi tehdidini beraberinde getirmekte.

Deneyimli Dahiliyet (Almanca kısaltması Ex-In) eğitim programı, reform hareketinin iktidarı nasıl rahatsız etmediğini örneklerle gösteriyor. Ex-In, psikiyatri deneyimi olan bireyleri (Psychiatrie-Erfahrene), “iyileşme refakatçisi” (Genesungsbegleiter) olarak (sosyal) psikiyatrik sağlık hizmetleri sisteminde çalışmak üzere yetiştirmeyi amaçlayan Avrupalı bir girişimdir. Eğitim programının önemli bir öğesi, “deneyimsel bilgi”nin (Erfahrungswissen) eğitime katılan öğrencilerden oluşan bir grup içerisinde, kişisel deneyim üzerine birlikte düşünme ve onu yapılandırma yoluyla kolektif şekilde üretilmesidir. Bu bana, Ex-In kurslarının bir çeşit terapötik işlevinin de olduğunu düşündürüyor (Bkz. Achberger, 2016)10. Programın içeriğini ya da teorik yönelimini burada tam olarak anlatmak mümkün olmadığından, sosyal psikiyatri alanındaki normatif hiyerarşilerin Ex-In’de ne kadar bariz olduğuna ve Ex-In ile onun Kaçış Evi’nde işleyen “kullanıcı kontrolü” yaklaşımıyla arasındaki farklara dair bazı fikirler öne sürmek istiyorum. 

Belli ki, “iyileşme refakatçisi” çalıştırmak, (sosyal) psikiyatri alanındaki normatif düzenleyici uygulamaları engellemiyor. (Kurumsal) psikiyatrinin eski ve halihazırdaki kullanıcıları halâ yasaklara maruz kalıyorlar ve karar verme ve politika yapma süreçlerini etkileme fırsatları esasında çok sınırlı. Ayrıca eğitim programına katılmak -bu spesifik, düşük ücretli asistanlık dışında- kesin bir iş bulma fırsatı da yaratmıyor. Ek olarak, mahremiyet, kişisel deneyim ve profesyonelliğe dair eşitsiz beklentiler sürüyor. Kurumsal ortamlardaki çalışanlardan genellikle kişisel hikayelerini kendilerine saklamaları ve “profesyonel mesafeyi” korumaları bekleniyor. Diğer yandan, “iyileşme refakatçileri”nin en mahrem deneyimlerini bile işlerinde kullanmaları gerekiyor. Aslında, zaten bu deneyimleri onları bu iş için nitelikli kılmıştı. “Uzmanlık”ın bu iki anlamı sentezlenmediğinden, “uzmanlık”a dair bilimsel anlayış ve mesleki uygulama hastalığın deneyimsel bilgisi üzerinde hakimiyet kurmaya devam ediyor. Yapısal hiyerarşiler bozulmadan kalıyor. Tahakküm ve tabi kılmanın yeniden tanımlanması sıklıkla, Ex-In kursiyerlerinin olduğu kadar meslek elemanlarının da dünya görüşünü (ve kendilik algısını) etkiler. Bu da geleneksel patoloji anlayışlarını güçlendirme ve psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş kişilerin özne statüsünü zayıflatma tehdidi taşır. Ex-In programı tarafından kullanıldığı şekliyle “deneyim” sözcüğü bunu ifade eder. Ex-In, eleştirel söylemlerde tercih edilen Psychiatriebetroffenheit terimi yerine, Psychiatrie-Erfahrung ya da “psikiyatri deneyimi”nden bahseder (bkz. Dipnot-2). (Sosyal) psikiyatri alanındaki yapısal ve fiziksel şiddet -kavramsal ve dilsel normlarda kendini belli eden şiddet- tarihinin ışığında, Erfahrung teriminin bozulmuş tarafsızlığı sarsıcıdır.11

Pek çok kişinin (sosyal) psikiyatrik tedaviyi destekleyici ve ödüllendirici bulduğu açık ve Ex-In’in, başka türlü dışlanmış olacakları toplumsal üretim fırsatları yarattığı “iyileşme refakatçileri” ile dayanışma içindeyim. Dahası, psikiyatri alanındaki meslek elemanlarının, görüşlerini ve failliklerini hakir gören psikiyatri alanındaki çatı yapılara karşı sürekli olarak kendilerini gösterme mücadelesi vermediğini iddia etmek istemem. Ancak şunu vurgulamak isterim ki (sosyal) psikiyatri alanındaki esaslı özgürlükçü değişimlerin -geleneksel patoloji kavramının ortadan kaldırılmasından hiç bahsetmiyorum bile- alanın kendi içinde gerçekleşmesi mümkün değildir. Radikal değişim ancak (sosyal) psikiyatrik yapıların dışında ve (sosyal) psikiyatriyi etkileyen toplumsal koşullara yönelik politik ilgi ile birlikte gerçekleşebilir.

Alman Eleştirel Psikolojisi

Kaçış Evi ve Ex-In programı, psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş kullanıcıların psikososyal destek ağlarına nasıl yeniden dahil edileceğine ve bu sistemlerin nasıl yapılandırılabileceğine dair iki örnek sunmaktadır. Her birini kendi kuramsal çerçevesine göre değerlendiriyorum, bunlar da çeşitli pratik çıkarımlara sahip. Kaçış Evi’ne bağlılığım ve desteğim açık olsa da, şimdi bir adım geri çekilip eleştirel psikoloji perspektifinden bir deneyim (Erfahrung), toplum (Gesellschaft) ve kendini anlama (Selbstverständigung) kuramı geliştirmek istiyorum. Bir disiplin olarak eleştirel psikolojinin, psikiyatri tarafından hasta edilmiş/olumsuz etkilenmiş eski kullanıcıların deneyimsel bilgisinin özgürleştirici (akran) destek sistemleri için ne anlama geldiğini daha iyi anlamamıza nasıl yardım edebileceğini göstermek istiyorum. Bu “bir adım geriye çekilme” kendimden uzaklaşmış bir düşünme değil; benim kendi kendimi anlama ve sosyal pozisyonuma dayanıyor, ve yazdığım metnin kendisi bir kendini anlama sürecinin parçası.

Alman Eleştirel Psikolojisi’nin önde gelenleri, Marx’ın bireylerin sadece sosyal koşulların ürünü olmadığı, aynı zamanda onları ürettikleri fikrinin psikolojik sonuçlarını çözümlemeye çalıştılar. Bunun, yaşandığı şekliyle insan yaşamının eleştirel bir teorisiyle sonuçlandığını söyleyebiliriz. Teoride ve uygulamada eleştirel psikolojinin temel amaçlarından biri, bireyler hayatlarında pratik değişiklikler yaparken onlarla dayanışma içinde olmaktır. Bireylerin içinde konumlandığı maddi dünya, iktidarın kesişen eksenleri (örn. ırk, sınıf ve cinsiyet) boyunca düzenlendiği sürece, sosyal kendini anlama (Selbstverständigungsprozesse) gelişiminde destek çok önemlidir.

Kendiminki dahil her çeşit kendini anlama süreci doğrudan deneyimlediği şekliyle dünyayla başlar. Duyguda, düşüncede, arzuda, eylemde dünyanın doğrudan deneyimlenmesi indirgenemez ve ulaşılamaz bir içsel benlik oluşturmaz. Tamamen öznel, yıkıcı yoğunluktaki yakın deneyimler bile bir boşlukta ortaya çıkmaz. İnsanlar gibi, deneyimler de (dünyanın deneyimlenmesi, dünyaya açılan deneyimler) sosyal ve tarihsel olarak konumlandırılmış ve oluşturulmuştur. Eleştirel psikolojinin kavramsal aygıtı, öznel deneyimi tekrardan dünyaya bağlamaya yardımcı olur. Dünya, sadece deneyimin karmaşık durumundan daha fazlasıdır, bir sosyo-tarihsel ilişkiler ağıdır ve çözülmesi gereken bir anlamlar bütünüdür. Psikolojik açıdan bu şu anlama gelir: Dünyayla sadece parçaları üzerinden ama bir bütün halinde olmadan karşılaşan bireyler, “dünyayı” kendi sosyo-biyografik ve maddi konumlanışlarına dayanarak bireysel ve kolektif fırsatlar ve engellerin belirli bir düzenlenişi olarak deneyimlerler. 

Dünyayla bu karşılaşma özneldir, bireyin sosyo-biyografik ve maddi konumlanışına dayanır, ama pasif değildir. Bir tarafta dünya bireyden önce gelirken, aynı zamanda bir referans olarak görev yapar; bunun yanında birey de eşzamanlı olarak dünyada eylemde bulunur ve kendini yaratır. Süreğen ve bütünüyle sıradan kendini-gerçekleştirme süreçleri, örneğin kişinin çıkarlarının ve ihtiyaçlarının (ve sınırlarının) farkına varması, onun duygusal durumu ve hisleri üzerinde izler bırakır. Bireylerin ihtiyaçlarını ve arzularını gerçekleştirmeyi sağlayan özerklik için kişisel ve kolektif fırsatlar, içinde hareket ettiğimiz belirli ve somut sosyal koşullara bağlıdır. Eleştirel-psikolojik açıdan, özerklik sadece kişinin kendisi için kararlar vermesi değildir. Daha çok ilişkisel bir kavramdır, örneğin yalnız başıma ya da kolektif olarak yaşam koşullarımı ne derece etkileyebileceğimi ya da kontrol edebileceğimi, ve bu yolla anksiyete, incinebilirlik ve güvensizlik hislerimin üstesinden gelebileceğimi gösterir. 

İddiamın örtük bir yargısı, bireysel varoluş toplumsal olana aracılık ettiği ve bireysel deneyimler sosyal ilişkiler tarafından yapılandırıldığı sürece, kendini anlama (varoluşsal olarak) gereklidir. Bu toplumsal ilişkilerin doğrudan farkına varılamaz, tıpkı deneyimlerin ve dünyanın kendisinin doğrudan gözlemlenemeyeceği gibi (bkz. Markard, 2007). Dünyada nasıl yaşanacağı doğrudan apaçık değildir, kişi bunu nasıl yapacağını öğrenmek zorundadır. Bireyler kendi deneyimlerini ve dünyayı anlamlandırmak zorundayken; aynı zamanda anlamlandıramaz, tekrar dener, düzeltir, hatalarını tekrarlar ve bırakırlar. Bu, bireylerin varoluşsal ihtiyaçlarını ve hayati çıkarlarını karşılarken toplumsal yeniden üretime katıldığı, varoluşsal olarak gerekli kendini anlama sürecidir. Birinin açlığını gidermeyi dilediği tanıdık  senaryo kendini anlama sürecini canlandırmaya yardımcı olabilir. Bu arzuyu yerine getirebilmek için şu sorular cevaplanmalıdır: Ne yemek istiyorum? Bunun için yeterli param var mı? Nereden almalıyım? Yemek yemem günümün geri kalanını nasıl etkileyecek?

Ayrıcalık koşullarında bu sorular çok sıradandır, ancak kendini-anlamanın da sıradan bir süreç olduğunu vurgulamak önemlidir. Kişi geçmiş deneyimler yoluyla bilgi edindiği halde, açık bir kendini anlama sürecinin tartışmasını yaparak bireyler için her zaman anlayacak yeni şeyler vardır. Bireyler yaşamlarının bazı yönlerini acı verici, şiddetli, dezoryante, engelleyici, çelişkili ve erişilemez olarak deneyimlediğinde, kendini anlama da farklı değerlendirilecektir. Bu durumlarda, kişinin gelecekte nasıl yaşayacağı ve eyleyeceğine dair daha büyük boyutlu sonuçlara sahip olabilecek diğer bağlantılara odaklanırlar. Sosyal güç dinamikleri ve dışlama biçimleri kendini anlama sürecine yeni bir boyut ekler, özellikle bireylerin dünyayla ve onun sadece kendini anlamayı ve kendini gerçekleştirmeyi dışlayan ve engelleyen koşulları yeniden üretmeyen sakinleriyle temasa geçme yollarını araştırdıkları anlarda. Kendisi ve topluluğu için imkanlarını genişletmeyi amaçlayan bir kendini anlama süreci açlık örneğine dönerek şunu sorar: Öncelikle neden insanlar yemek için para ödemek zorunda? Bu yemek nasıl üretildi? Neden bazı insanların yeterli yiyeceği yokken diğerleri bol kepçe yemenin keyfini sürüyor?

Bu noktaya kadar bireylerin tam olarak nasıl kendilerini “benlikler” olarak anladıklarını, başka bir deyişle, kendi kişisel deneyimlerine nasıl eriştikleri ve bunlardan sonuçlar çıkardıklarını tarif etmedim. Eleştirel psikolojiye göre, bireyin deneyimi sosyo-tarihsel düşünce biçimleri ve iletişimsel-sembolik biçimler (müzikal ve görsel-sanatsal biçimler dahil olmak üzere) aracılığıyla gerçekleşir. Deneyimin aracılık ettiği bu biçimlere tekrar atıfta bulunarak birey, deneyimleri üzerine düşünür, onları düzenler ve ifade eder. Bu, bireyin herhangi bir şeyi netleştirme, anlama ya da değiştirme ihtiyacı duyduğu her zaman gerekli hale gelir. Sosyo-tarihsel ve ilişkisel-sembolik biçimler deneyimin bağlamıdır ve her zaman onu öncelerler, aynı zamanda kişinin dünyayı deneyimlemesi ve dünyadaki deneyimleri için yorumlayıcı bir şablon görevi görür. Tek başına, başkalarıyla birlikte veya toplumsal kümülatif bilgi ve taşıyıcılarına atıfta bulunarak kendini anlama uğraşının amacı, yeni eylem ve deneyim biçimlerini mümkün ve gerçekleştirilebilir kılmaktır. Herhangi bir içeriğin gerçekten hayata geçirilebilir olup olmamasından bağımsız olarak bu genelde doğrudur. Öte yandan, bir kendini anlama sürecinin özgürleştirici olup olmadığı ancak sürecin içeriğine göre değerlendirilebilir.
Psikolojik ağrı ve dezoryantasyon deneyimlerine bakmak yukarıdaki noktayı açıklamama yardımcı olacaktır. Belirli bir deneyimi “delilik” olarak nitelendiren şeyin ne olduğu tartışmalıdır. Hegemonik/normatif konuma göre “delilik” deneyimi bir bozukluğun, rahatsızlığın, psikozun ya da şizofreninin dışa vurumudur. Bu görüşe hastalığın ortaya çıkışı, seyri ve tedavisi hakkında bir dizi iyi bilinen ve sıklıkla eleştirilen varsayım eşlik eder. Bununla birlikte, bu yorumun -bu sosyotarihsel düşünce biçiminin, bu ilişkisel-sembolik biçimin- özgüllüğü içerisinde insan deneyimleri ve eylemleri, psikolojik ağrı ve bunun ifadesi, ve sosyo-biyografik bağlam arasındaki bağlantıları tanıyamadığını iddia ediyorum. Aksine, bu görüş “delilik” olgusunu patolojikleştiren, biyolojikleştiren ve özselleştiren ideolojik çerçevelere dayanır. Bunun yerine, eleştirel-analitik araçlarla “delilik” deneyimlerine daha iyi erişebiliriz. Her ne kadar müdahalelerinin ne kadar netleştirici ve somut olabildiği eleştirel psikoloji alanında bir anlaşmazlık konusu olsa bile, eleştirel psikoloji insan deneyiminin özgün yanlarını açıklayabilir ve beraberinde (akran) destek süreçlerinin nasıl düzenleneceğiyle ilgili fikirler sunabilir. Deneyimlerin hiçbir zaman nötr olmadığı ve doğrudan kavranamayacağını vurgulamak isterim. İçerisinde deneyimlerin edinildiği ve üzerine düşünüldüğü, başkalarının deneyimlerinin anlaşıldığı ve düzenlendiği düşünce ve iletişimsel biçimler, yorumlayıcı modeller, kendi başlarına önemli ve kuramsal yüklüdür. Bu bireylerin onun aracılığıyla kendi deneyimlerini incelediği, kendini anlama imkanlarının açıldığı ve erişilebilir hale getirildiği, deneyimden sonuçlar çıkarılabildiği, hangi bilginin işleneceği ve yorumların birey için uygun ve gerekli olup olmadığının değerlendirildiği bir somut yaşam pratikleri ve toplumsal alışverişler meselesidir. Somut yaşam pratikleri ve toplumsal alışverişler ayrıca belli yorumların öznel işlevselliğini ve birbiriyle çatışabilecek yorumların bile mümkün olup olmadığını belirler. Özgürleştirici bir bakış açısından düşünürsek tüm yorumların eşit olmadığı açıktır. Bazıları geçerlidir, bazılarına itiraz edilmeli ve hatta reddedilmelidir. Örneğimizde, bu, bireyin “akıl hastalığı şizofreni” yorumunu öznel-işlevsel, uygun ve desteğin düzenlenmesi için faydalı olarak görebileceği (ya da görmeye zorlanabileceği) anlamına gelir. Bununla birlikte, dezoryante olmuş, acı verici deneyimler, yaşam şartları ve bu yaşam şartlarını ayarlama ya da onları değiştirme meselesi arasında bağlantılar kurmanın böylece önü kesilir. 

Sosyal kendini anlama sürecinin önemli bir yönü de deneyimin iletilebilirliği ile ilgilidir. Deneyimler dil ve sosyo-tarihsel düşünce biçimleri içinde ve aracılığıyla kazanıldığı sürece, iletilebilirlik de bunlar sayesinde sağlanır. Aynı zamanda iletişim paylaşılan bir eylemdir ve iletişim kurmak (dil ya da diğer biçimler yoluyla) sadece kendinin değil ötekinin de deneyimine aracılık eder. Başka bir deyişle, kelimelerin ve işaretlerin anlamları her zaman her bir ifadenin niyetinin ötesine geçtiği sürece, bir muhatap da dolaylı olarak iletişim yoluyla belirtilmiş olur. Bu iletişimsel zorlukları küçümsemek değil, anlama imkanlarının temel olarak insan sosyalliğine ve iletişim kurmaya dayandığını vurgulamaktır. Öznelerarası anlayışla ortaya çıkan ortak sorunlar -yanlış anlaşıldığını hissetme, ya da ne kastettiğini söyleyememek- tam o anda dahil olan herkesin katılımıyla ele alınmalıdır.

Örneğin, belli “delirten” deneyimlerin özel hassas niteliği (içeriği ne olursa olsun) onları bizim olağan dil-sembolik düzenimizle organize etmemizi ve başkalarına iletmemizi zorlaştırır. Bu, potansiyel olarak “farklı bir dalga boyutunda olmak” ya da “uçmak” gibi deyimsel ifadelerle gösterilen böyle deneyimleri tanımlamak için yeterli ve tatminkar bir dil bulma çabasını açıklayabilir. “Akıl/beden dışı” birçok deneyimi tanımlamak için kullanılagelen kelimelerin -hiperrealizm, transvari, delilik, psikoz, vs.- başka türlü tarif edilemeyen deneyimler için sadece kaba metaforlar ya da tahminler olmaları mümkündür.12

Tartışma

Göstermeye çalıştığım gibi, çeşitli gömülü deneyimleri en iyi nasıl çözümleyeceğimiz ve bunlardan hangi sonuçların çıkartılabileceği açık sorular olarak kalmıştır.13 Birinin somut, kişilerarası, sosyal ya da politik meselelere ve tartışmalara dair bir (politik) duruş geliştirip geliştirmeyeceği de aynı şekilde belirsizdir. Örneğin, benim başkalarının deneyimlerinden öğrenip öğrenemeyeceğimi ya da öğrenmek isteyip istemediğimi ya da başkalarının benim deneyimlerimi anlamlandırıp anlamlandıramayacağının, genelde bilinmesinin zor olduğu kabul edilir. İlk etapta neyin öğrenmeye değer olduğu, deneyimlerin (anlaşılmasının) kendisine ve değerlendirildiği ve çözümlendiği ölçütlere dayanır (bkz. Markard, 2007). Somut kişilerarası, sosyal ve/veya politik katılımda, bu ayrıca tüm katılımcılara bağlıdır; onların ilgilerine göre, hangi deneyimleri ve hangi tür bilgiyi fark edeceklerini ve bu durumlarda hangi sonuçlara varılacağını belirler.

Burada tarif ettiğim, psikososyal destek sistemlerinin yaratılmasına psikiyatrinin hasta ettiği/olumsuz etkilediği (eski) kullanıcılarının dahil edilmesinin önemi açısından başka bir soruyu da ima etmektedir: Hastalık deneyiminin, bozucu psişik acının ve krizin farklı konumlanmış deneyimlerinde bir şey nasıl ve kimin tarafından öğrenilebilir ve öğrenilmeli? Aksine, sürece girenler araştırmalarında ve uygulamalarında psikiyatriyi kullananların ve psikiyatrinin zarar verdiklerinin deneyimlerini ve uygulama bilgilerinin çok önemli ve ilgili olduğunu kabul etmemeli midir? 

Bu soruları tartışmadan önce, psikiyatrinin hasta etmesi ya da olumsuz etkilemesi durumu olarak anlaşılan ve belirli bir deneyimler kümesiyle ilgisi olan Betroffenheit kavramına geri dönmek istiyorum. Tarif ettiğim kullanıcı kontrolünde yöntemlerin incelenmesine dayanarak, Betroffenheit durumunun paternalizm ve şiddetten olduğu kadar, failliğin reddinden, özerk öz-belirlenimin zayıflamasından ve psikososyal destek sistemlerinde fiziksel ve psişik bütünlüğün bozulmasından doğduğunu öne sürüyorum.

Elbette, psikiyatrik hastalığın somut deneyimlerindeki acının bütün boyutlarını ele almadık burada. Kendini adama deneyimi, psişik acıya bir çare bulmak için tekrar tekrar psikiyatrist değiştirme deneyimi, bakımın tıbbileştirilmesi, gönülsüz yasal zorla vesayet, terapötik ortam ve kurallar, profesyonellerin lütfetme ve karar verme otoritesi, pedagojik müdahaleler ve psikolojikleştiren yorumlamalar, patolojikleştiren psikolojik-psikiyatrik tanılar, yatılı psikiyatrik ve psikosomatik tedavi, sosyal-psikiyatrik servislerle temas ve terapi temelli yardımla yaşamak da ayrıca Betroffenheit’ı oluşturabilir. Bazıları diğerlerinden daha istikrarlı olmak üzere, şiddet deneyimleri ya da kendini ifade için kısıtlı fırsatlar psikososyal kurumlarda açıkça çeşitli biçimler alır. Olumsuz anlamda en çok öne çıkanı, özündeki ciddi zorlayıcı önlemlerin tehdidiyle birlikte halen psikiyatri kliniğidir. Dışarıdan biri için bireylerin kendilerini hastalanmış olarak tecrübe edip etmediklerini ve nasıl ettiklerini, hastalanma tehlikesi altında olanların kimler olduğunu, bu ortamlarda ne zaman acı ve şiddet deneyimlediklerini genellemek mümkün değildir. Sosyal-psikiyatrik ya da eleştirel-psikolojik araçlarla donanmış bir gözlemci olarak benim bile belirli (hiyerarşik düzenlenmiş) destek ve tedavi biçimlerinin yargılanması veya mahkum edilmesi açısından hasta edici olarak gördüğümle, aynı koşullar altında kendilerini hasta edilmiş/olumsuz etkilenmiş olarak deneyimlemeyen kullanıcıların bakış açıları arasında dikkate değer bir gerilim doğuyor. Bir taraftan da eleştirel psikolojiden bireylerin deneyimlerini nasıl anladığının ve çözümlediklerinin ve hangi sonuçları çıkarttıklarının alakasız olmadığını öğreniyoruz. Bir yandan, özgürleştirici bir bakış açısından ve ötesinden, birisini kendi deneyimlerini hasta edici olarak anlamasına zorlayamayız. Ayrıca, hasta edilme/olumsuz etkilenme gibi dinamik bir kavram bile iktidar yapılarının tüm biçimleriyle donatılmış bir sosyal alanla mücadele etmelidir ve bu bizi şu soruya yönlendirir: Örneğin, patolojikleştiren psikiyatrik süreçler ırk, sınıf ve cinsiyetin kesişen eksenleri boyunca nasıl hasta eder ya da olumsuz etkiler?

Hasta edilen/olumsuz etkilenen psikiyatrinin (eski) kullanıcılarını psikososyal destek yapılarının oluşturulmasına dahil etme tartışması, (sosyal) psikiyatriyle ve onun farklı kurumlarıyla, uygulamalarıyla, yöntemleriyle ve bilgi biçimleriyle eleştirel bir yüzleşmenin bir parçasıdır. Özgürleştirici bir bakış açısı için –anti-psikiyatride kendini gösteren ya da eleştirel psikolojiyi temel alan– psikiyatri tarafından hasta edilenler/olumsuz etkilenenler temel önemdedir. Kurbanların öznellikten çıkarıldığı yaklaşımlara olduğu kadar, (kendi içinde) çelişkili geleneksel iktidar ilişkilerini sorun etmeyen daha güncel sosyal-psikiyatrik modellere de karşı koymak amacıyla, özgürleştirici çabalar, psikiyatrinin hasta ettikleri ya da olumsuz etkilediklerine özne konumlarını, öznel deneyimlerini ve yaşam ve mutluluk için temel ihtiyaçlarını gerçekleştirmelerine ve kabul etmelerine yardım ediyor. Bunun özgürleştirici destek ve kolaylaştırma süreçlerinin oluşturulmasında büyük sonuçları vardır; sadece farklı konumlanmış hasta edilme, “delilik”, psişik acı ve ızdırap deneyimlerini açıklamaz, aynı zamanda hasta edilmeyi arttırmamayı hedefler. Bu süreçler, hasta edilen ve edilmeyen arasında, profesyonel olan ve olmayan arasında, sosyal kendini anlamanın kesişimsel ve küresel-politik süreçleri için bir ayrışma noktası olarak görev yapmalılar.  Psikiyatriden etkilenenlerin belirli bakış akışısını içeren bu türden kendini anlama süreçleri, bu ikili (etkilenen/etkilenmeyen) kimlik kategorilerinden hiç memnun kalmamalıdır.

Göstermeye çalıştığım gibi, birinin deneyimleri ve birinin politik konumu ve çıkarları bağlantılı olmak zorunda değil. Bunun yerine, politik konumlar ve çıkarlar anlaşmazlıklara, kişinin kendi ve başkalarının deneyimlerini anlamasına, ve belirli sosyallik alanlarında bilginin sosyal biçimlerine dayanır ve bunlardan türer. Yapısal hiyerarşiler ve iktidar ilişkileri mevcuttur, ancak yine de bu koşulların tanınmasında kendini-anlama süreçlerinin kolektif olarak oluşturulmasını savunuyorum. Bireysel ve kolektif öz-belirlenim imkanlarını başarıyla yaratması için (özgürleştirici) bir sürecin nasıl kendine içkin sınırlılıklarını aşabileceği ve mevcut güç ve kontrol dengesizlikleriyle yüzleşebileceği ve bunları düzeltebileceği belirsizliğini koruyor.  

Eleştirel psikolojinin kavramsal-disipliner çerçevesinde, etkilenmenin, kendine yardımın, “deliliğin”, krizin ya da acının, aynı zamanda eyleme imkan(sızlığ)ının belirli durumlarının deneyimleri olduğunu gösterdim. Bu belirli türden deneyimleri öğrenmemizin, meslekteki gözde ortodoksilerimizi sorgulamamızın, ve psikiyatriden etkilenen/hastalananların deneyimleri ve bakış açılarını göz önünde bulundurarak kolektif olarak bir praksis yaratmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir praksis öncelikle insan deneyiminin ve etkinliğinin yapısına yanıt vermeli, teori ve praksisi yönlendiren hegemonik fikirlere karşı mücadele etmeli, aynı zamanda yeni baskıcı hiyerarşiler üretmemeli ya da mevcut iktidar dinamiklerini dönüştürmeli. Böyle bir özgürleştirici praksis kolektif olarak geliştirilmeli ve bireyin sosyal kendini anlama ve kolaylaştırma süreçleri aracılığıyla yeni eylem ve deneyim imkanları yaratabileceği koşullar yaratmaya çalışmalıdır. Bu da, karşılığında, bireylerin kendi yaşamları üzerinde kontrol sahibi olmalarını ve kendi yaşamlarını belirlemelerini mümkün kılmak için; önceki ızdırap, kriz, engellilik, bozukluk, vb. deneyimlerin üstesinden gelme ve onları geçersiz kılmaya yardımcı olabilir. Bu yüzden sosyal ve politik değişim için mücadele ederken, mevcut toplumsal koşulları çözümleyici çerçeveye sokmak gerekmektedir. Kullanıcı kontrolündeki yöntemlerin teşvik ettiği üzere, bireyler kendi somut destek ve kolaylaştırma süreçlerine katılma ve onları tasarlama imkanlarına sahip olmak zorundadır. Başka bir deyişle, kişinin kişisel yaşamında ve kişisel olarak ilgili sosyal ve topluluksal bağlamlarda öz-belirlenimleri için bireysel ve kolektif imkanlar oluşturmak tam da anksiyeteyi, incinebilirliği, sınırlılığı ve ızdırabı yenme olasılığının koşullarıdır. Kullanıcı kontrolündeki yöntemler, günümüz dünyasında gerçekten de çok nadir olan destek yapılarının içinde bireylere öz-belirlenim imkanları sağlar.


Dipnotlar:

1. İlk yayınlanma: Küpper, C. (2014). Erfahrung – Betroffenheit – Emanzipation. In A. Brenssell & K. Weber (Eds.), Störungen. texte kritische psychologie 4, Hamburg: Argument-Verlag, 90-122. (Lisa Cerami’nin İngilizce çevirisi üzerinden Türkçe’ye çevrilmiştir.)

2. “(Sosyal) psikiyatri terimiyle, Castel’in günümüzde Almanya’daki psikiyatri alanı hakkındaki gözlemlerine atıfta bulunuyorum.  Castel’e göre psikiyatrinin (teorik ve pratik) bir bilimsel alan olarak bağımsızlığını garanti eden beş kurucu öğe vardır; teorik ilkeleri, prosedürel teknolojileri, kurumsal otoritesi, uzmanlar zümresi ve kullanıcıları (bkz. Castel, 1983, p. 12). 1970’lerin reform hareketinden bu yana farklı uygulamalar, prosedürler ve kuramlar gerçekten de gelişti, ve “sosyal” psikiyatri terimi sözlüksel anlamda eski akıl hastanesi merkezli psikiyatriyle yeni sosyal zihniyetli bakım tesis ve kavramlarını ayrıştırmaya çalıştı. Yine de bu çağdaş alanın kurulma biçimi itibariyle eski düzenden tamamen ayrıştırılabilir olduğu söylenemez. Psikiyatrinin sosyal-dinamik yönü daha çok aynı paranın öbür yüzü gibidir, bu yüzden sözlüksel anlamda bu belirsizliği parantezle vurgulamak önemlidir.  
  
3. Adlandırma meselesi, özellikle kendini adlandırma antipsikiyatrik ve eleştirel-psikiyatrik hareketlerde temel önemdedir, özellikle psikiyatrinin hasta ettiği ve olumsuz etkilediklerinin mücadelesinde ve onlar için verilen mücadelede (cf. Hölling, 2001).  Bu bağlamda, bu türden bireyler Psychiatriebetroffene (psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş) ve de Psychiatrieerfahrene (psikiyatri deneyimi yaşamış) olarak adlandırılırlar (kendilerini adlandırırlar.) Bu iki terim Almanca konuşulan bağlamlarda (sosyal) psikiyatri alanındaki “hasta” ve “danışan” gibi normatif tanımlamalara karşıt olarak kullanılır. İki terimin de İngilizce’de ifade edilmesinin (Ç.N.: aynı zamanda Türkçe’de de ifade edilmesinin) zor olmasının hiç de küçük olmayan sonuçları vardır, bu makalenin de kısmen söylemsel eleştiri içerdiğinden, ve Betroffenheit (hasta edilme/olumsuz etkilenme) and Psychiatriebetroffene  terimlerini araştırdığından/sorguladığından ve Psychiatrieerfahrene’nin üzerinde ve ötesinde diğer tanımlamayı tercih ettiğinden dolayı. Psikiyatri tarafından hasta edilen ya da olumsuz etkilenenlere verilen güncel anaakım İngilizce adlandırma “psikiyatriden sağ kalan” (survivor of psychiatry). Bana göre, bu tanımlama Nazi rejiminin kelimenin tam anlamıyla cani psikiyatrik uygulamalarıyla savaş sonrası ve reform dönemindeki modern (sosyal) psikiyatrik uygulamalarını yeteri kadar birbirinden ayrıştıramıyor. Çağdaş uygulamaların Nasyonel Sosyalist uygulamalarla özdeş olmadığını iddia etmek, modern tedavi biçimlerinin fiziksel ve duygusal olarak hizmet etmesi gereken insanlar için acı verici olmadığı ya da bireylere çektirdiği acının hesabını veremediği anlamına gelmiyor. Başka bir deyişle, modern yöntemlerin de gerçekten yaşam süresinin kısalmasına değin çok büyük olumsuz etkileri olabilir.

4. Daha önce belirtildiği gibi, Almanca terim aynı zamanda psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmiş belirli bir “kullanıcıyı” ifade eder. Tüm durumlarda, “kullanıcı kontrolünde” terimi psikiyatri tarafından hasta edilmiş ya da olumsuz etkilenmişlerin (bir derece) üzerinde kontrol sahibi oldukları yöntemleri işaret eder. Betroffenenkontrollierten Ansätze ayrıca ABD bağlamında “Consumer-Delivered Services” (ya da CDS) olarak adlandırılır, ama Almanca terimin tüketimci eğilimi yoktur.

5. Şiddet mağdurları için projeleri geliştirmekte ve uygulamakta kullanıcı-kontrolünde yaklaşımın temel olduğu iki kurum vardır. Wildwasser e.V. daha gençken cinsel şiddete uğramış kadın ve kızlar için bir danışma ve kendine yardım alanıdır ve Tauwasser e.V. de benzer şekilde gençken cinsel şiddete uğramış erkeklere hizmet veren benzer bir merkezdir.  Kaçış Evi’nden farklı olarak bu kurumlar %100 kullanıcı kontrolündedir.

6. Deneyimin yapısal benzerlikleri sıklıkla sosyal ve biyografik farklarla kırılır.

7. Almanca Verrücktheit (çılgınlık, delilik) isminin ve verrückt (çılgın, deli, vb.) sıfatının tırnak içindeki versiyonu anti-psikiyatrik ve eleştirel-psikiyatrik söylemlerde, geleneksel olarak damgalayıcı terimleri yeniden ele geçirmenin bir yolu olarak sıklıkla kullanılır. Bireylerin öz-farkındalığının dışında onları “çılgın” ya da “deli” olarak etiketlemenin damgalayıcı olduğu anlaşılmıştır ve öznenin dışındaki bir noktadan onun deneyimlerini geçersizleştirmekle sonuçlanır. 

8. (Zorla) yazılmış psikofarmakolojik ilaçların etkilerinden muzdarip birçoğu ilacı bırakmak ya da en azından dozunu azaltmak istiyor. İlacı bırakmakla ilgili belirli zorluklar mevcut. Bu deneyimlerin kendileri başka bir bağlamda tartışmayı gerektiriyor, ayrıca bu deneyimlerin ortaya çıktığı (maddi) koşullara dair sorunları da.

9. Kapitalizmin (sosyal) psikiyatrinin çağdaş pratiklerini hangi yollarla koşulladığını bütünüyle incelemek bu makalenin kapsamının dışında kalsa da, bir nokta vurgulanmaya değer. “Dengeli bütçeye” yönelik ideolojik eğilim ve Almanya’nın küresel konumu hakkındaki (milliyetçi) endişeler sosyal hizmetlerin sağlanmasını önemli biçimlerde etkiliyor. Örneğin, bakım yönetiminde “alternatif” yaklaşımlar, sıklıkla maliyetleri düşürmeye yardımcı olduğu takdirde devreye giriyor ve finansal olarak destekleniyor. Diğer tüm kaygılar şu mali sürdürülebilirlik fikrinden sonra geliyor, ve psikiyatride “iyi” yeni yaklaşımlar böylece maliyet tasarrufu amaçlarını ne kadar iyi karşıladığına göre değerlendiriliyor. “Entegre bakım” pilot programı, “iyileşme-refakatçilerinin” istihdamı, “akran-danışmanlar”, “kendine yardım” programlarına mali destekler ve gönüllülük pozisyonlarının yükselişi neoliberal maliyet verimliliği kaygısının göstergeleridir.      

10. Ex-In ve kişisel deneyimleri analiz eden ve tematikleştiren terapötik modeller arasında, örneğin psikanalitik eğitim ve davranışçı-terapötik eğitimde, görülmesi gereken ilginç paralellikler vardır. Kişisel deneyim ve öz-düşünüm, farklı derecelerde olsa da, bu türlerin psiko-sosyal praksisinin kesinlikle önemli bileşenleridir. Buna karşılık, kişisel deneyim ve öz-düşünümün, öğrencileri farklı bakım alanlarında çalışmaları için nitelikli hale getirecek üniversite derslerinde nasıl sadece küçük bir rol oynadığını görülebilir. Tıp fakültesinde veya psikolojik eğitimde, örneğin, kişisel deneyim ve öz-düşünümün, sözde bilimsel bir nesnellik tarafından yönlendirilen uygun mesleki profesyonel pratiği engellediği düşünülebilir.

11. Bu düşünümler, analiz edilebilecek daha fazla ilgili soru ortaya çıkarmaktadır. Örneğin, “iyileşme refakatçilerinin” kullanımının aslında (profesyonel) personelde dil kullanımı ve davranış yönünden daha fazla hassasiyete yol açıp açmayacağı, (profesyonel) personelin aslında “iyileşme refakatçileri”nden daha çok işbirliğine açık olup olmadığı, ve nihayetinde bunun hizmet kullanıcılarını nasıl etkilediği sorulabilir. “İyileşme refakatçisi” kullanımının bazen iddia edildiği gibi itaati dayatmak ve hastalığın normatif anlayışını güçlendirmek için bir araç olarak kullanılıp kullanılmadığını belirlemek de önemlidir. “İyileşme refakatçileri”nin  daha aracılık eden ya da “hukuki” bir işleve hizmet edip etmediği ve bunun profesyoneller ile psikiyatri tarafından hasta edilen/olumsuz etkilenen kişiler arasındaki ilişki hakkında neler söylendiği de bir soru olarak karşımızdadır. Daha incinebilir olduğu düşünülen ve yardım ediciler olarak başkalarının krizleriyle arasına mesafe koyamayacak olan hasta edilen/olumsuz etkilenen bireylerin kızgınlık duygularıyla başa çıkmak için bir tür çözüm bulunmalıdır (bkz. Achberger & Utschakowski, 2015; Lacroix & Scmitz, 2013).

12. Psikiyatri tarafından hasta edilen ya da olumsuz etkilenen (eski) kullanıcıları psikososyal tedavi sürecine katmak sıkça “delilik” vakalarında tedavinin delilik deneyimlerini anlamaya yardımcı olacağı savıyla meşrulaştırılır, çünkü tam da bu deneyimler öznelliklerarası iletilebilirliği etkiler. “Başarılı” tedavi anlayışının teorik ve pratik temelleri incelenmelidir, ve “anlaşıldığını hissetmeyi” “gerçekten anlaşılmayla” karıştırma tehlikesi ciddiye alınmalıdır (bkz. Merz 2012, s. 92f).

13. Yapısal sosyal koşullar/ilişkiler hesaba katılmadığında, deneyimler sıklıkla beceriksizce analiz edilir. Özgürleşmeci bir bakış açısından, bu koşulları ve ilişkileri yeniden yapılandırmanın “doğru” bir yöntemi olup olmadığı da sorulmalıdır (bkz. Markard, 2007). Öte yandan, sosyal yeniden üretim süreçlerine katılırken kişinin kendi ihtiyaçlarını ve çıkarlarını düşünürken sosyal koşullara dikkat etmek için bilinen bir zorunluluk yoktur.


Yazar Hakkında: Christian Küpper, psikolog, Weglaufhaus “Villa Stöckle” çalışanı, Hochschule Magdeburg-Stendal ve Alice Salomon Hochschule Berlin’de öğretim görevlisi, ‘Society for Subject Science Research and Practice’ (Gesellschaft für subjektwissenschaftliche Forschung und Praxis - GsFP) üyesi, kuepper@ash-berlin.eu

Kaynaklar
Eleştirel Psikoloji:
Holzkamp, Klaus (1985). Grundlegung der Psychologie. Frankfurt/M.: Campus.

Holzkamp, Klaus (1996). Manuskripte zum Arbeitsprojekt “Lebensführung”. Forum Kritische Psychologie, 36, 7-112.

Markard, Morus (2007). Macht Erfahrung klug? Subjektwissenschaftliche Überlegungen zum Verhältnis von subjektiver Erfahrung und wissenschaftlicher Verallgemeinerung. Journal für Psychologie, 15 (3) [Online]. Retrieved from https://www.journal-fuer-psychologie.de/index.php/jfp/article/view/186

Markard, Morus (2009). Einführung in die Kritische Psychologie. Hamburg: Argument.

Markard, M. & Kaindl, C. (2014). Diagnostik zwischen Merkmalszuschreibungen und Begründungsdiskurs. Probleme und Möglichkeiten subjektwissenschaftlicher Diagnostik. In A. Brenssell & K. Weber (Eds.), Störungen. texte kritische psychologie 4, Hamburg: Argument-Verlag, 193-221.

Merz, Jascha (2012). Man sieht nur mit dem Herzen gut? - Zum Potential klientenzentrierter Prinzipien in subjektwissenschaftlichen Selbstverständigungsprozessen. Forum Kritische Psychologie 56, 82-98.

Kaçış Evi:

Hölling, Iris (2001). About the impossibility of a single (ex-)user and survivor of psychiatry position. Acta Psychiatrica Scandinavica, 104 (Suppl. 410), 102-106.

Kempker, Kerstin (Ed.). (1998). Flucht in die Wirklichkeit. Das Berliner Weglaufhaus, Berlin: Antipsychiatrieverlag.

Tauwetter, Weglaufhaus “Villa Stöckle”, Wildwasser (2004). Broschüre - Betrifft: Professionalität. Retrieved from http://www.weglaufhaus.de/wp-content/uploads/2010/08/betrifft_professionalitaet.pdf

Trotha, Thilo von (2001). Unterwegs zu alten Fragen: Die Neue Antipsychiatrie. Zeitschrift für systemische Therapie 19(4), 201-210.

Verein zum Schutz vor psychiatrischer Gewalt e.V. (Ed.). (2012). Auf der Suche nach dem Rosengarten. Echte Alternativen zur Psychiatrie umsetzen. Retrieved from http://www.weglaufhaus.de/wp-content/uploads/2013/08/Dokumentation_Rosengarten_v2013.pdf

Katılım & Psikiyatri Tarihi:
Achberger, Christel (2016). Erfahrungen aus EX-IN-Kursen - Was hilft? Verhaltenstherapie und psychosoziale Praxis 48 (1/2016), 59-65. 
Achberger, C. & Utschakowski, J. (2015). "Zuversicht als Grundhaltung lohnt sich". Soziale Psychiatrie (2/2015), 14-15.
Bock, Thomas (2013). Psychiatrie im Widerstreit der Interessen - Risiken und Chancen für die Zukunft. Forum Gemeindepsychologie 18 (1) [Online]. Retrieved from http://www.gemeindepsychologie.de/fg-1-2013_03.html

Castel, Robert ([1976]/1983). Die psychiatrische Ordnung. Das goldene Zeitalter des Irrenwesens. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag.

Freitag, Ramona (2011). Experienced Involvement - EX-IN. Einbeziehung Psychiatrie Erfahrener. sozialpsychiatrische informationen 41 (1), 30-32.

Lacroix, A. & Schmitz, H. (2013). Genesungsbegleiter unterstützen beim Ausprobieren. praxiswissen psychosozial 2 (13), 18-20.
Utschakowski, J. Sielaff, G. & Bock T. (Eds.). (2009). Vom Erfahrenen zum Experten. Wie Peers die Psychiatrie verändern, Bonn: Psychiatrie-Verlag.