Görüş XVI • Salgın Zamanlarına Psikoloji İçinden ve Ötesinden Bakmak: Farklı İsimler, Farklı Perspektifler
İlker Özyıldırım
“Eleştirel
bir psikolojinin, ekonomistik baskıların, komplo teorilerinin, kötülük ve
kötülüğün mutlaklığına dair söylemin şehvetine kapılmadan, salt iyimserlik
olsun diye değil, ancak umudun da bastırılanlardan olabileceğini unutmamak
adına, başka bir toplumsal tahayyülün ruhsal potansiyellerinin ilişkisel
gerçekliğin kılcallarında dolandığını, en azından bir ilk adım olarak bizlere
sezdirebilmesinin, bu zamanlarda anlamlı olacağını düşünüyorum.”
Soru
1: Salgın sürecinin bireyler ve toplumlar üzerindeki mevcut ve olası etkilerini
kendi perspektifinizden nasıl yorumlarsınız?
Başlarken öncelikle bu bağlamda
söyleyeceklerimin, belli bir düzeyde genellemeler olacağını, temelde
psikanalitik merkezli göndermeleri olsa da her görüngünün ruhsal, toplumsal ve
tarihsel çok yönlü etki ve dinamiklerle belirlendiğini unutmamak gerektiğini ve
buranın Psikoloji ve Toplum olduğunu göz önünde tutarak, ruhsallığın
bireysel düzeydeki özgül tekil içeriklerinden ve psikanalitik klinik
yansımalarından öte toplumsal imgeler düzeyindeki bir odağı olabildiğince
öncelemeye çalışacağını belirtmek isterim.
İçinden geçtiğimiz salgın, geniş toplum
kesimlerini etkileyen diğer travmatik olaylarla benzerlikler taşısa da, kendine
özgül nitelikler göstermektedir. Örneğin, etkileriyle belli bir bölgeyi veya
toplumun belli kesimlerini değil neredeyse tüm toplumu içine çekmektedir.
Üstelik bulaşıcılık, toplumun her kesiminin tutumunu birbirini etkiler
bir ilişkilenmeye bağlamaktadır; zaten varolan toplumsal ilişkililiği
daha görünür kılmaktadır. Salgın, olup biten değil süreğen ve aralık/boşluk
bırakmayan türdendir; bu aralıksızlık/boşluksuzluk sadece zamansal değil
her tür ilişkilenmeye içkin hâlde olmaya eğilimlidir.
Bu gibi nitelikleri ile yaşananları hayal
ettiğimizde, durumun öncelikle bebekliğin ilk zamanlarına epeyce
benzetilebileceğini düşünebiliriz. Bu bağıntı şüphesiz, olası
ilişkilendirmelerden sadece bir düzeye işaret etmektedir; psikanaliz bize,
birazdan açacaklarımdan farklı ve burada kuşatamayacağımız birçok başka ruhsal
ilişkilenme düzeyine dair kuramsal/klinik birikim ve kapsam sunmaktadır.
Virüsü, bulaşıcılığı ve yaşananları, bebeğin ilk zamanları ile birlikte
düşünmeye devam edelim: Önceki az çok süreğen ve bildik dünyanın aniden
bozulması; içine düşülen aşırı yükleyen (uyarım kalkanının yerleşmemişliği
gibi), kaçılamayan, içinden çıkılamayan [aralıksız/boşluksuz], tam olarak ne
olup bittiği yakalanamayan, tekinsiz ve yıkıcı yeni bir dünya; görülemeyen,
hafızada bağlanamayan, tanımlanamayan ve “temsil edilemeyen” ama tehdit
edici olduğu duyumsanan partikül-nesneler; her nefesten ve her temastan
sızabilecek virüs gibi içeriden bastıran dürtülere, boğucu uyarımlara ve
mutlaklaşan kaygılara (ki bebeğin zamanında, içinden geçilen an mutlaktır,
hep içinde kalınandır) karşı hazırlıksızlık ve edilgenlik, vb...
Bunlara benzer etki ve nitelikleri ile
yaşananlar, bireysel ve toplumsal bir gerileme (regresyon) baskısını, dünyayla
bebeksi/çocuksu düzlemden bir ilişkilenme eğilimini ve bu süreçlerle bağıntılı
düşlemleri hareketlendirebilecektir. Örneğin, toplumun aç ve yoksun kalma gibi
(ki bebeği düşünürsek bu herhâlde oldukça anlamlıdır) çeşitli kaygılar ve
itimler ile marketlere (makarnaya, ekmeğe, tuvalet kâğıdına, vb.) hücumu, bu
ruhsal eğilimler, tasarımlar ve gerilemeler ile bağıntılı olarak
değerlendirilebilir. Bugün yaşananların etkileri, farklı ruhsal bağlamlarla da
etkileşerek kişisel özgünlüğünü kazanmaktadır. Dolayısıyla, içinden geçilen tüm
toplumca paylaşılmış ortaklaştırıcı (ancak eşit olmayan) durumda bile, tekdüze
deneyimlenen bir olay, evrensel bir travmatik etki, doğal ve normal ortak bir
ruhsal yanıt beklenemeyecektir; kişiler kendi hikâyelerine, hassasiyetlerine,
geçmiş travmatik yaşantılarına, sosyal ilişkilenmelerine, içsel tasarımları ve
kapasitelerine göre düşlemler, yanıtlar, deneyimler üreteceklerdir.
Bebeğe, bebekliğin zamanlarına geri
dönelim. Bebek içine düştüğü dünyada yalnız değildir; bir annenin kucağına, bir
evin bağrına, anne-bebek, ebeveyn-bebek çiftinin içine de düşmektedir. Dünya
ile ilişkisi, bu kucakla, bu ilişkilenme ile de belirlenmektedir; hatta bebek
dünya ile kucağı, anneyi, evi ayıramamaktadır, dünya annedir, evdir. Yukarıda
bahsettiğimiz gerileme eğilimi, çocuksu zamanları ve düşlemleri
hareketlendirdiği gibi, gönderme yaptığım bu anne-bebek çifti bağlamıyla
ilişkili olarak ebeveyn imgesi ikamelerini de geri çağırmaktadır. Bu
çağrı, toplumsal düzeyde sıklıkla devlet otoriteleri ve toplumsal liderlere
yönlenmiştir. Bu defa ise sanki başka bir yere de yönelmiş gibidir; toplumun
sağlık çalışanlarına alkışlarla yönelttiği çağırma önemli bir toplumsal
dinamik ve sezginin işareti olabilir; toplum, çocuksu bağımlılığını emanet
edecek nesne olarak liderlerin ötesinde doktorları, sağlık çalışanlarını da
seçmiştir. Bu seçim tabii ki, salt nesnel bir değerlendirme örüntüsü, sağlık
çalışanlarının nitelikleri, işlevleri ve kapasitelerinin somut durumu ile
belirlenmemektedir; toplum, tarihsel ve düşlemsel çok belirleyenli (ki bu
belirleyenlerin ayrıca analizi ilginç olacaktır) bir süreç içinde bu ikameye
yönelmiş gibidir. Toplum derken yekpare bir bütünden ve hissedişten
bahsetmediğimizi, ruhsallık gibi toplumun da çatışan ve çelişen eğilimleri aynı
anda barındırdığını veri saydığımızı hatırlatmak isterim. Dolayısıyla, bu
süreçte belirttiğimizin tersine, sağlık çalışanlarını bulaştırıcılık
(invazyon/istila) kaygısı ile dışlama eğilimleri ya da bağımlılık ve edilgenlik
kaygılarına karşı, sağlık çalışanları sanki kendilerinin el koydukları
nesneleriymiş gibi davranma girişimleri de izlenmiştir. Sonuçta, bütün bu
farklı tepkiler, toplumsal/tarihsel belirleyenler yanında farklı içsel nesne
tasarım ve ilişkilerinin yansımaları ile de belirlenmiştir.
Bu bağlamda bir başka noktaya daha
değinmek isterim. Kaygılı bebeğin “anne!”yi çağırması gibi, toplumun da bazı
ebeveyn imgelerini çağırdığını belirttim. Peki ama ya çağrılan anne de
kaygıya boğulmuş, gerilemiş, çocuksulaşmış ve kaygı ile çökmüş; yetişkinin
içindeki çocuk ebeveynsiz kalmış ise! İçinden geçtiğimiz zaman biraz da
buna benzer durumlar yarattı. Örneğin bu duruma, toplumun düşünsel bağlamda
ebeveyn imgeleri olmaya aday düşünürlerde, filozoflarda sanki tanıklık ettik.
Ciddi analizler gerçekleştirmiş ve önemli kuramlar geliştirmiş bazı filozoflar
bu günlerde söz aldılar, bahsettiğimiz yere aday oldular. Ancak bu
düşünürlerden bazıları -ayrıntılarına girmeyeceğim ama- psikolojik bir
gerilemenin etkilerinin göstergesi olabilecek söylemler geliştirdiler;
söylemleri paranoid, manik, tümgüçlü ya da çökkün eğilimlere boğulmuştu,
duygusal çalkantı bir kez daha zihni tutmuştu. Ebeveyn yerine aday bir
başka tutulmuş ve gerilemiş grup ise belki liderlerdi; farklı ülkelerde birçok
lider gerilemenin zamansal, zihinsel ve biçimsel örneklerini sundular, hiç de
çağrılan “anne!” yerini dolduramadılar. Bu noktada belki de bir başka dönüşümün
ilk sinyallerini de aldığımıza dair bir ara not düşmek isterim. Buna göre
-kabaca söylersem- geniş toplum kesimleri, modern zamanlarda kendi “çocuksuluklarını”
taşımayan, yetkin ideali olan nesneleri lider olarak atarken, postmodern
zamanlarda aynı yere görece kendi çocuksuluğunu ve çocuksu arzularını
imleyenleri (kendi gibi yemek yiyen ve konuşan, bağıran ve ahkâm/racon kesen,
büyüklenmeci ve yansıtmacı, vb.) yerleştirme eğilimindeydi. İçinden geçtiğimiz
zamanda, toplum, sanki bu çocuksuyu imleyen ve yansılayanlar yerine ebeveynsel
kapasite ve işlevleri üstlenebilen nesnelere sanki daha çok yönelmeye ihtiyaç
göstermiş gibidir. Bu olası yönelim dönüşümünün gerçekliğini, anlam ve toplumsal
dinamiklerini ayrıca düşünmek belki önemli olabilir.
Bu minvalden çağrışımlarımı Totem ve
Tabu’nun sunduklarına göndermelerle biraz daha sürdüreyim. Toplumun
çağırdıklarının bize sunduğu bir diğer işarete daha dikkat çekmek isterim.
Sıklıkla tek tek kişilerle ya da liderlerle temsil bularak somutlanan ve
sınırlanan ebeveyn imgesi çağrıları, bu defa geniş kesimlere doğru yayılmıştır;
çağrılan salt şu ya da bu önder veya görevli değil sağlık çalışanları (ki
sağlık çalışanlarını, salt kendileri olarak değil, bir çağrının taşıyıcılarının
temsili olarak konumladığımı belirtmek isterim) da olmuştur. Toplum, şef-baba
ilişkili bir ebeveynlik kadar sanki kardeşler grubu göndermeli bir
ebeveynliğe de yüzünü dönmüştür. Bu geçişim ile başka kardeşlerini
-kargocuları, çöp toplayıcı emekçileri, market kuryelerini, vb.- de
hatırlamıştır. Bir yandan farklı düzeylerdeki devlet temsilcileri arasında
yaşanan öne çıkma ve geride kalma (şef kim?) kaygıları/korkuları ile diğer
yandan sağlık çalışanlarının başarısının devlet kurumları temsilcileri
tarafından iç edilmesi girişimleri (ki çeşitli şekillerde belirginleşerek
sürecektir herhâlde) çevresinde dönen gerilimler, bu çatışmanın belki bir başka
düzeydeki yansımasıdır da.
Ayrıca, şef-ebeveynlerin zedelenmezliği
ve sarsılmazlığı temelli tümgüçlü konumlandırılmaları yerine, bu kardeşler
grubunun hastalanabilirliği ve kaygılanabilirliği içinde üstlendiği belirleyici
konum, bu kardeşsel-ebeveynliğin bir başka göstergesi gibidir. Durumun
özgünlüğünün getirdiği, olası şef-ebeveynlerin salgın içinde somut risk grubuna
düşme kaygıları ve hastalanabilirlikleri, belki bu kaygılarla çocuksu
gerilemenin içine sürüklenmeleri, doğalında üstlendikleri sembolik dikey
konumlanmanın altını oymuş, bu kırılganlık bir anlamda sanki bu semboliği taşıyacak
somut nesneleri kısmen çökertmiştir. Bu semboliğin ve kurumsallığın yıllardır
şefe indirgenmişliği, somut nesnenin kırılganlığını daha etkili hâle
getirmiştir. Bu bağlamda, kamu otoritelerinin salgın içinde sarf ettikleri “herkes
kendi olağanüstü hâlini ilan edebilir, bunu illa devletin ilan etmesi
gerekmiyor” ifadeleri,
anti-demokratik istilacı tınısı yanında, şef-ebeveynin toplumsal düzeyde ortaya
çıkan regresif eğilim, tepki ve düşlemleri taşıyabilecek güç ve kapasitede
kendini konumlandıramamasının; toplumun tahayyülündeki yerinin sarsıldığını (ki
bu yeri yeniden tahkim için de çeşitli girişimleri olacaktır) duyumsamasının;
kardeşsi ebeveyn imgelerinin ve toplumsal ortaklık hislerinin toplumun zihninde
yeniden hareketlendiğine dair ipuçlarının belirmesinin yarattığı yönetememe
endişesinin yansıması olarak da duyulabilir. Sonuç olarak, tüm bu
görüngüler kuşkusuz ruhsal olduğu kadar toplumsal çok yönlü dinamik ve süreçler
ile belirlendiği kadar, bu dinamik ve süreçlere dair ipuçları olarak da değerlendirilebilir.
Bireysel ve toplumsal düzeyler arasındaki
geçişim meselesini şimdilik bir kenara bırakarak şunu da eklemek isterim:
Toplumsal düzeydeki en genel süreç ve imgelere işaret etsek de tek tek bireyler
olarak, bunların ötesinde, hepimiz bu süreci öncelikle içsel nesnelerimiz, bu
nesnelerin yakınlarımızdaki yansımaları ve bu nesnelerle ilişkilerimizin
hareketlenmesi çerçevesinde karşılayacağız. Bu karşılama, içsel örüntü ve
hassasiyetlerimiz ile belirlense de, salt ve otomatik bir tekrar da olmayacaktır.
Örneğin, gerilemeyle beliren çocuksulaşma içinde, güncel travmatik olayın
gölgesi (bebeksi zamanlardaki benzeri) her zaman (içsel, güncel ve toplumsal)
nesnenin de üstüne düşecek; travmatik olay nesnenin işlevi, potansiyeli,
niyeti, kapasitesi vb. ile ilişkilenerek alımlanacak; bebeğin maruziyetlerini annenin
hesabına yazması gibi, travmatiğin etkilerini de bir anlamda bu (içsel,
güncel ve toplumsal) nesnelerin hesabına yazmaya devam edecektir. Dolayısıyla,
travmatik durumlarda nesnelerden narsisistik geri çekilme hâllerinde bile,
nesne dünyasından mutlak bir kopmanın değil, nesne ilişkilerinde yeni bir
düzenlemeyle bir ruhsal sürecin oluştuğunu eklemek gerekir. Gerilemeli eğilim
ve düşlemler yanında içsel/yakın nesnelerimizin hareketlenmesi ve bu nesnelerin
(belki toplumsal düzeydeki bazı nesnelere yaslanarak da) bu süreç içinde
canlı, ilişkili ve işlevsel kalabilmesi, içimizdeki bebeğe daha (kelimenin
çeşitli çağrışımlarıyla) dayanabilir hissettirecektir.
Yaşananlar, bu genellemelerden ve
vurguladığımız eksenden (özellikle bireysel düzeyde) çok daha sonsuz ve
renklidir; ruhsallıkta farklı düzeylerde eşzamanlı çok yönlü göndermeler,
düşlemsel ilişkilenmeler yaratmaktadır. Hele, tasarımlanamazlığının ve
suretsizliğinin virüse bir anlamda her kılığa girebilirlik sağlaması,
ona, bilinçdışının benzeşimli ve simetrik işleyişi sayesinde her çağrışım ağına
bulaşabilirlik sunmaktadır; her nefesten sızabilirliği ve her
temastan bulaşabilirliği, virüsü, içsel nesnelerin ilişkisel dünyasına
hızlıca bağlanabilir, aktarılabilir kılmaktadır. Mesela, tüm olanlar ya da
hasta ve ölü sayılarını biraz şehvetvari izlememiz belki çocuksu haset
bağlantılı beddua düşlemlerinin tutması ve bunun yarattığı omnipotans hazları
ile bağıntılıdır; bu düşlem ve hazlar olasılıkla aynı zamanda bilinçdışı
suçluluk ve utançla da ilişkilenmekte, belki tepki ve karşıtepkilere
itmektedir. Babayı veya yaşlıyı öldürme ya da Freud’un Düşlerin Yorumu’nda
bahsettiği yaşlılardaki gençlere haset (ve hasret) ve gençliklerine nefret
içinden geçilen süreçlerde yansımalar bulmaktadır. Unutmayalım, Oidipus’ta
veba, cinayet ve ensest karşısında (bireysel ve toplumsal düzeydeki) sessizlik
nedeniyle kenti esir almıştır, salgın bilinçdışı suçluluğun temsilidir; bilmeden
bildiğimiz hangi sessizlikler ve suçlar bu vebayı başımıza sarmıştır!
Salgın hakkında Çinlileri suçlarken ya da virüsü biyolojik bir silahla
ilişkilendirirken, bilinçdışı olarak insanın insana ve doğanın insana kötülüğü
tasarımlarının ardında insan kendi yıkıcılığını ve nefretini sezmekte ancak
sanki bunları ötekilere (Çinlilere, seddin diğer tarafına) ve düşmanlara
(biyolojik silah olarak doğaya) yansıtmaktadır. Virüs, temelde insandan insana
bulaşırken, bulaştırıcılığın insandan günahkâr hayvana (yarasa, kedi…)
aktarılması, ruhsal ve toplumsal düzeyde kurban dinamiklerini
çağrıştıran süreçleri yankılanmaktadır... Suç, suçlama, suçlanma, suçluluk
döngülerinin, hareketlenen kötü nesne tasarımlarının ve bağıntılı
düşlemsel ilişkilenimlerin toplumsal düzeydeki bulaşma/bulaştırma,
yansıtma/özdeşleşme, içeatma/içine-itme dahlindeki izlerinin takibi ve analizi
önemlidir.
Hiçbirimiz bu süreçlerin dışında değiliz,
virüs her ilişkiye bulaşmaktadır. Kendi alanımızla da ilişkili küçük bir örnek
vereyim. Gelişmelerle birlikte çoğumuz hızlı bir düzenleme ile uzaktan
çalışmaya başladık; başladığımız anda bitimsiz bir teknik güvenlik kaygısının,
hangi teknolojik yöntemin ne kadar güvenli olduğuna dair haberlerin ve yükselen
tepkilerin içine de gömüldük. Bu kaygılar, psikanalizin gizlilik ve mahremiyet
ile ilgili hassasiyeti düşünüldüğünde kaçınılmaz ve oldukça anlamlıdır. Sanki
bir yandan da, virüsün her yerdeliğine, her açıktan sızmak ve istila
için beklerliğine dair tasarımlarımız ile psikanalitik konumlanışımızdaki alt
üst oluşun düşlem dünyamızda uyandırdıkları, bu teknik güvenlikle ilişkili
kaygılarımıza eklemlenmiş gibidir. [Bir parantezle söyleyeyim: Agamben’de
benzer bir eklemlenme, belki istisna hâlinin mutlaklaşması ve sınırsız bir
istilaya dönüşme kaygısı şeklinde ifade bulmuştur.] Doğal konumlanışlarımızın,
tanıdık sınırlanımlarımızın bozulmasıyla tetiklenen primer sahne düşlem ve
kaygılarının içine düşme, görmememiz gereken şeyleri görmek, görülmemesi
gereken şeyleri göstermek yönündeki arzu ve endişelere de virüsün
analitik çift arasında bu bulaşabilirliğine ve sızabilirliğine dair
düşlemler güç verebilecektir. Yahut, seanslarımızı ayrı mekânlarda yalnız
gerçekleştirmek, bir zamanlar odalarımızda yalnızken yapabildiğimiz şeylerin izlerini,
bunların izleniyor olabileceği ve yakalanabileceğine dair kaygılarımızı
da diriltmiş olabilir... Virüs bulaşması/sızması ile başlayan içsel çağrışım
süreçleri, çok yönlü/katmanlı bağıntılarla, gerçeklik düzeyindeki teknik
güvenlik ve mahremiyet kaygılarına eklemlenmek gibi, çok farklı/yönlü
bilinçdışı ilişkilenmeler ve süreçler yaratabilecektir.
Bütün bu süreçlerin analizi toplumsal
düzeyde hakkıyla (ki illa bilinçli olması gerekmez) bir karşılık
bulabilirse belki o zaman başka türlü bir “bastırılan”la temas
edebiliriz ve bu zamanlar hepimize yıkıma karşı onarım ve -farklı
göndermeleriyle- daha estetik bir yaşamın yaratılması olasılığı da
sunabilir.[1]
Soru
2: Bu sürece ilişkin eleştirel bir yorumlama sizce neleri gözden
kaçırmamalıdır?
Bu bağlamda birkaç yere işaret etmek
isterim. Bu zorlu süreçte kuşkusuz bireysel ve toplumsal düzeyde gerilemeler
oluşabilecek, bunun farklı düzeylerdeki yansımaları izlenebilecektir. Bu
gerileme görüngülerine (mesela ilk sokağa çıkma yasağı duyurusu sonrası
kalabalıkların marketlere, fırınlara yığılmaları gibi) nasıl yaklaştığımız, bunları
ne biçimde değerlendirdiğimiz, bu sorunuz bağlamında düşünülebilir mesela.
Gerileme, Freud’a gönderme yaparsak topografik, zamansal ve biçimsel düzeylerde
görülür. Bu gerileme görüngüleri bizi çocuksu dünyanın baskın dürtülerine;
düşünme ve hissediş biçimlerine; çocuksu dünyanın algı, tasarım ve anlatım
formlarına götürebilir. Bu gidişle, çeşitli ruhsal kapasitelerin sınırlılığı
karşısında çeşitli kaygıların ve düşlemsel baskıların yoğunlaştığı zamanlara
sürüklenilebilir. Virüsün öldürücülüğüne karşı alınan önlemler ile aç/yoksun
kalma kaygısı arasındaki rasyonel birlikte değerlendirme bağlantısının koptuğu
zihinsel bir sınırlanma; basit, kaygılı, somut çocuksu bir düşünsel baş etme
süreci (kalabalığın içinde ağzını eli ile kapatmak) ya da bir çocuğun bazı
arzularına (ekmek, çikolata, parka çıkmak...) ne pahasına
olduğunu ıskalayarak kilitlenmesi gibi tutumlar/tutturmalar devreye girebilir.
Burada, örneğin fırınlara/marketlere yığılma gibi çeşitli görüngülerin, mesela,
açlık/yeme(k) bağlamında ilkel özdeşleşme süreçleri ve narsisistik kaygılarla
ilişkisi ya da annenin bedenine ve memenin içinde barındırdıklarına yönelik
tasarımlarla bağıntısı gibi olası başka psikanalitik göndermelerine ayrıca
girmeyeceğim. Sonuçta, bu gerilemeli düşünce ve tutumlar ilk bakışta “safça”
(bu kelimeyi çeşitli anlamlarıyla ve göndermeleriyle kullanıyorum) görünebilir,
belki biraz öyledir de, hatta bundan dolayı komiktir de.
Gerilemeli durumlara komiklik sıklıkla
eşlik eder; örneğin bazen klinisyenler bazı söylem ve tutumlar karşısında
kendilerini gülerken bulurlar, bazı durumlar gülünmeyecek gibi değildir.
Güldükleri, kuşkusuz hastaların kendisi ya da yaşadıkları acı veya ruhsal
çatışmaları değildir; gülünen, çocuksunun güncelde, yetişkinin dünyasında, o
sahnede aniden parlamasıdır, aradaki bu zamansal ve zihinsel mesafenin aşınarak
aynı anda binişip görünür olmasıdır. Mizah gerileme ile gelir. Klinisyenler bu
saklı gülüşlerinden belki suçluluk da duyarlar ancak bir yandan kendimizin de
kişisel olarak içinden geçmiş olduğu analitik çalışma, hepimizin, kendimiz
dahil bu çocuksuyu ve bazen de bu çocuksunun zamansızlığını ve zaman ötesi
hâlini yakalayabilmek ve gerekirse biraz kendimize gülebilir hâle gelebilmek de
değil midir? Bütün bu yaşananlar karşısında gülmeden vazgeçilemez. Yalnız
gülünen bu görüngüler anlaşılmaz, bize tamamen yabancı şeyler de
değildir.
Diğer yandan, bu gerileme görüngüleri
ruhsal olduğu kadar toplumsal dinamik ve çatışmaları yansıtan semptomlardır
da. Bu görüngülere, salt yargılayıcı düzeyde ya da o anda belli bir dinamik
içinde belirlenmişliğini ve bu dinamiklerin analizini ıskalayıp mutlakmışcasına
(aptal, bencil, kötü insanlar gibi) yaklaşmak bizim eleştirellikle
kastettiğimiz mesafeyi yitirmiş olmak olacaktır. Eleştirel yaklaşımlar, bu
gerilemeli görüngülerin göstereni olanları, aşağılayıcı ve suçlayıcı düzeyde
takılıp kalan nitelemeci söylem ve eğilimlere sıkışmadan, tam aksine, bu
görüngülerin ardında barındırdığı ruhsal ve toplumsal çatışma, süreç ve
tasarımları hakkıyla analize yönelmelidirler. Yukarıda belirttiğim gibi,
örneğin ilk sokağa çıkma yasağı ilanı sonrası marketlere, fırınlara yığılma ilk
bakışta bir akıl tutulması gibi görünebilir; ancak bu tutulma, -söylemde farklı
ve belki tersi olsa da-, en azından toplumsal bir güvensizliğin ve huzursuzluğun,
toplumsal imgelemde Baba’nın çökmüşlüğünün, Anne’nin besle(ye)mezliğinin [ki
Anne ve Baba’yı toplumsal düzeydeki çeşitli göndermeleriyle kullanıyorum],
kardeşlik hukuku tahayyülünün toplumun imgeleminde epeyce zedelendiğinin,
tekinsiz bir dünyada açlık/yoksunluk içinde unutulacakları tasavvurlarının
göstergesi olabilecektir. Eleştirel yaklaşımların bu görüngülerin barındırdığı
dinamik süreçleri, hareketlilik kazanmış çatışmaları, yansıttıkları kaygıları
ve potansiyelleri anlama doğrultusunda çabaları bu zamanlarda oldukça
önemlidir.
Eleştirellik ile kastettiğiniz alana
dahil gördüğüm psikanaliz ve sosyoanaliz diyebileceğimiz yaklaşımların temel
belirleyicisi ve vurgusu bu yönelimleridir. Kuşkusuz işaret ettiğimiz bu analiz
yönelimi, kişilerin ve toplumların içine sürüklendikleri safça belki kimileri
aptalca, bencilce, kötücül de denebilecek görüngü ve tutumları hafifsemek ve
inkâr etmek ya da bu kişiler ve toplumsal kesimleri bu tür eğilimlerden tümden
azadelermiş gibi görmek/göstermek değildir. Tersinden bir benzetme yaparsak,
belli bir analiz sonucunda işçi sınıfının devrimci potansiyellerini işaret
etmek, illa güncel/somut işçi sınıfını yüceltmek ve tek tek işçileri mutlak
biçimde iyi, güzel ve ulvi olarak görmek/göstermek anlamına gelmeyecektir (ki “yanlış
bir hayat doğru yaşanamaz”). Bu bağlamda, en azından Marx, güncel işçiyi
zihinsel ve ahlaki idealin temsilcisi olarak görmeyecek, devrimci potansiyelini
buradan değil, belki tam aksini (bencil, ahlaki/rasyonel olarak zaaflı, vb.) de
yaratan, toplumsal dinamik ve süreçlerden çıkarsayacaktır. Bir sağ sapma olarak
mutlaklaştırma karşısında eleştirel yaklaşımlar, vurguyu ruhsal ve
toplumsal çatışmaların ve dinamik süreçlerin belirlenimine ve analizine doğru
eğmelidirler.
İçinden geçtiğimiz benzeri tüm toplumu
kesen durumlar karşısında, toplumun bazı davranış ve tepkilerinden hareketle
benzer bir mutlaklaştırmaya yönelik ses bazen de psikanalize gönderme yapan
söylemlerden gelmektedir. Toplumsal bencillik ve yıkıcılık görüngülerinden
hareketle insanın dürtülerine, bu dürtülerin bencilliğine hatta yıkıcılığına ve
bu bencillik ile yıkıcılığın ölümsüzlüğüne gönderme yapan bu söylem, insanın
mutlak kötülüğüne dair keskin bir vurguya varmaktadır. Bu yaklaşımın, ilk
bakışta çok doğru görünse bile, -ayrıntılarına girmeyeceğim ama- psikanalizin
dürtüler ve ruhsal dinamik bağlamında içerdiği diyalektiği ıskaladığını,
indirgenmiş bir dürtü ve ruhsallık tasarımına dayandığını düşünüyorum.
Yıkıcılık ve bencillik kuşkusuz inkâr edilemeyecek kadar etkindirler ancak
(psikanalizin buradaki farklı/özgül potansiyel ve işaretlerini kenarda
tutarak), örneğin tek başına kategorik bir içkin bencillik varsaysak bile, bu
bencillik kendi başına dayanışma ve toplumsallık karşıtı, her durumda kötücül
bir güdülenim anlamına ve çıkarımına zorunlu olarak varmayacaktır. Bu tür
mutlaklaştırıcı çıkarımlara varan yorumlar, insanın toplumsallık dolayımı
içinde kurulduğunu, hatta dürtülerinin bile bu toplumsal tarihsel dolayımda
biçimlendiğini/dönüştüğünü kaçırmakta ve böylelikle eleştirellik ile
kastettiğimiz alanın dışına düşmektedirler diye düşünüyorum.[2] Burada
durayım.
Soru
3: Psikolojiyle ilgili alanlarda olan bizler, bu sürecin içinden geçerken,
bireylerin ve toplumların esenliğine katkı sağlamak için neler yapabiliriz?
Sizce içinde bulunduğumuz koşullarda psikanalizin ve psikanalistlerin
dayanışmada nasıl bir yeri olabilir; bu türden durumlarda, psikanalitik düşünce
ve çalışmanın karşısına ne gibi engeller çıkabilir? Bunlar mesleki pratiği
nasıl etkilerler?
Travmatik etki bireyseldir ancak bu etki
her zaman toplumsal bir bağlamda yaşanır, deneyimlenir, içselleşir, biçimlenir.
Travmatik olaya ne kişisel içsel örüntü ve hassasiyetler ile biçimlenen mutlak
ve salt bir tekrar, ne de evrensel travmatik etkiler ve sonuçlar doğuracağı
şeklinde yaklaşılmamalıdır. Bu çerçevede olayın travmatikliği bile mutlaklaştırılamaz.
Travmatik durum vesilesiyle bazen tersine, bağlayıcı ve toplumsallaştırıcı
etkiler de doğurabilecektir -ki o zaman olası travmatik olaylardan bahsedilse
de travmatik sonuçtan bahsetmek zorlaşacaktır. Her ne kadar içinde bulunduğumuz
toplumsal düzende, salgın da eşitsizlikler ve adaletsizlikler biçiminde yaşansa
da, salgının hepimizde kaygı yaratıcılığının az çok ortak olması bile bir
yandan travmatik etkiye karşı konumlanabilir. Dolayısıyla, ilk sorunuz
çerçevesinde çizdiğimiz bağlamlar da akılda tutulduğunda, toplumsal dayanışma
örüntülerinin dayanılacak iyi nesne çağrılarına bir yankı/ses vermesi
-özellikle toplumsal bir dolayımla yaratılmasının doğurduğu kendine has
simgesel niteliklerle birlikte düşünüldüğünde- anlamlı ve değerli olacaktır.
Psikanalitik kuram, kendi alanı içinden
yükselen temelde devrimci bir potansiyel ve nitelik taşısa da, pratiğinin
kendine özgü hassasiyetleri ve gereklilikleri, dayanışma örüntüleri yaratımına
yanıt/ses üretmekte kestirmeden hızlıca ilerleyememektedir -ki bu doğaldır da.
Biraz açmaya çalışayım.
Psikanalitik kuram ve pratiğin, içinden
geçtiğimiz zamanlara benzer toplumsal durumlarla ve travma kavramı ile
ilişkilenmesi çeşitli nedenlerle gerilimli ve gelgitli olmuştur; bu durum
kuramın ve kliniğin gereklilikleri ve nitelikleri açısından bir yandan
anlaşılırdır da. Psikanaliz temelde bireyin ruhsal gerçekliğini ve işleyişini
anlamaya dönük yapılanmışken, travmatik durumlara maruz kalanlara, hele içinden
geçtiğimiz zamanlardaki gibi “çokluklara” dair söz ve pratik üretmeyi
tasarımlayabilmekte çeşitli güçlükler oluşabilmektedir. Travmatik ile
psikanaliz arasındaki bahsettiğimiz gelgitli ilişkilenme ile bir araya
geldiğinde, toplumsal/kolektif travmayı psikanalitik çerçeve bağlamında ele
alabilme ve kuramsal olarak kuşatabilme güçlüğü iyice belirginleşmektedir. Ayrıca,
olağanüstü koşullarda, anidenlik niteliği taşıyan içinden geçtiğimiz gibi
durumlarla, görece sürekliliğe ve stabilliğe gönderme yapan psikanalitik
rutinin karşılaşması bir ahenk zorluğu olasılığı taşıyabilecektir. Üstelik, dış
gerçekliğin baskın ve dağıtıcı olduğu koşullarda, analitik bir alanın
oluşabilmesi için analitik bir çerçevenin kurulmasında ve analitik tutumun
gerekliliklerinin sağlanabilmesinde de kendine has sınırlılıklar
oluşabilecektir. Diğer yandan, son yıllarda art arda gelen acı verici ve dehşet
uyandırıcı travmatik durumlar, gittikçe belirginleşen ve süreğenleşen toplumsal
şiddet ve yıkım, bireysel travmalarda toplumsalın gölgesini iyice
yoğunlaştırmaktadır. İşte, bu topraklarda yıllardır aralıksız yaşananlar,
içinden geçtiğimiz gibi zamanlar, bizi travmayı, özellikle de bu çerçevede
toplumsal/kolektif travmayı psikanalitik bağlamda yeniden düşünmeye ve
olabildiğince özgül psikanalitik pratikler yaratmaya çağırmaktadır.
Bu yönde güçlüklerin olması, yine de bu
bağlamda bir psikanalitik pratiği olanaksız kılmayabilir. Bu pratiğin
yaratılması için belki şu basit başlangıçlara yeniden dönülebilir, bunlar
hatırlanabilir:
& Ruhsallığın işleyişine dair bir
kuram olarak psikanaliz, her durumda olduğu gibi, toplumsal travmatik bir
durumun parçası olan tek tek kişilerin ruhsal durum ve işleyişini de anlama
çabası içinde olacaktır.
& Bu çaba için öncelikle bir analitik
alan açılmalıdır. Bu alanı -psikanalizin genel tutumu ile uyumlu biçimde-, salt
travmatik olayla ilişkili bir psikopatolojik bakış temelli düşünmek yerine ruhsal
bir karşılaşma, etki ve etkileşim temelli düşünmek kolaylaştırıcı
olacaktır. Kişiye özel “konuşma” alanları açılması psikanalizin başladığı
yer ise, toplumsal travma durumlarında da, bireysel düzeyde olası farklı
ruhsal işlemlemeleri gözeten bu konuşma alanlarının açılmasına mutlak bir engel
olmayacaktır.
& Bu noktada, psikanalitik geleneğin
biriktirdiği psikanalitik çalışmaya dair tutum ve gereklilikler, psikanalitik
çalışmaya başlamaya dair temkinlilikler kadar psikanalitik çalışmanın
yürütülmesi için deneyimsel bir dayanak ve içselleşmiş bir kapasite olarak
da tasarımlanmalıdır -ki bahsedilen temkinliliklerin tespiti ve uygun biçimde
ruhsallıkta kapsanabilmesi bile bu psikanalitik kapasiteyle ilişkilidir.
Tabii, analitik bir çalışma alanı kendine
özgü hassasiyet, incelik ve düzenlemelere ihtiyaç duyar; her klinik
karşılaşmada çeşitli düzeylerde zorluklar ve sınırlılıklar hep vardır. İçinden
geçilen benzeri olağanüstü koşullar ve travmalar söz konusu olduğunda, bu
zorluk ve sınırlılıklar, travmatik durumlar ile temas edenlerle -geniş
anlamıyla- analitik bir karşılaşma alanı yaratmaya yönelik bir temkinliliğe ve
bu karşılaşmanın sonraya bırakılmasına yol açabilmektedir. Oysa ki,
psikanalitik birikim, duyarlılık ve çalışma, bu durumlarda travmatiği
işlemleyebilmek için ertelenecek ve sonraya bırakılacak değil, belki de
başlanılacak yerdir. Çok daha zorlu içsel güçlükler, dirençler ve çıkmazlara
rağmen -hatta özellikle onlarla- klinik uygulamasını sürdürebildiği
düşünüldüğünde, psikanaliz, dışsal güçlüklere ve travmatiğin baskınlığına da olabildiğince/yeterince
iyi çözümler üretebilecek kapasite ve potansiyellere sahiptir.
Kuşkusuz, bu analitik karşılaşma alanı,
bir psikanaliz ya da psikanalitik psikoterapi pratiği olmayacaktır; yani
Aisenstein’ın belirttiği gibi bildiğimiz “malzemeyi aktarım vasıtasıyla
düzenleme amacını koruyan bir süreç oluşturma çabasındaki analitik ortamın
dışında” kalacaktır. Winnicott’un konsültasyonlarını, Aisenstein’ın karşılaşma
olarak nitelendirdiği benzeri çerçeveleri aklımızda tutarak, mesela içinden
geçtiğimiz zamanlar için psikanalistler tarafından planlanan kısa süreli
çalışmaları tasavvur etmeye başlamanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin
Aisenstein’ın bahsettiği bu karşılaşmalara biraz yakından bakalım. Aisenstein
bu çerçevedeki görüşmelerde, hastalarla belli bir bağlamda konuşmuş; bazen
sorular sormuş, birçok noktada sessiz kalmış, sessizliklere saygı göstermiş;
hastanın rüyalarını duymuş, rüyalarda çarpıcı bulduğu bazı detaylara dikkat
çekmiş; hastanın çeşitli bağıntılarla gelen öykülerini ve geçmiş ya da güncel
ilişkilerini dinlemiştir. Bunun yanında hasta ile bazı ruhsal görüngü ve
süreçlerle ilgili açıklamalar paylaşmış; “ne tedavi önerisinde bulunmuş, ne de
tavsiye vermiş”; “yorum yapmaktan da imtina etmiştir”. Bu görüşmelerde
hastada “kendi ruhsal işleyişine yönelik hâlihazırda mevcut bulunan bir
ilginin açığa çıkmasının” değerli olduğunu, hasta için anlamlı etkiler
yarattığını işaret etmiştir. Bu işaretlerini şöyle bağlamıştır: “Başka bir
insanın ruhsal işleyişi ile yüzleşmek, ‘profesyonel bağlamın dışında’ dahi
yaşansa, psikanalitik eylemler arasında sayılmalıdır, öyle değil mi?”
Winnicott’un konsültasyonları ya da başka
analistlerin çeşitli uygulamaları da bu başlangıç tasavvuruna dâhil edilebilir.
Duruma özgü hassasiyetler ve özgül klinik gereklilikler gözetilerek, rutin
uygulamamızdaki dışsal çerçevemiz görece dönüşürken içsel çerçevemize
yaslanarak, zorlukları ortak deneyimlerimiz içinde daha da sindirerek bu
psikanalitik karşılaşmaya yönelik başlangıçlar geliştirilebilir diye
düşünüyorum. Bu olasılığa karşılık, psikanalistlerin bu tür çalışmalara ve
sınırlarına dair temkinli yaklaşmaları anlaşılabilir ve anlamlıdır da.
Aisenstein, şu soruları sorarak devam eder: “Bu tür durumlardan tamamen uzak
durmamız mı gerekir? Elimizden ne isek o olmak haricinde bir şey gelir mi?”
Sonrasında, sanki uzak durmanın da bazen bizim tercihimizle ilişkili
olamayabileceğiyle, içine düştüğümüz durumlardan örneklerle devam eder
ve geçmiş zamanlardaki bazı kaygıları hakkında şöyle der: “‘Yansız’ ve ‘bilimsel’
görünmeye çalışayım derken basit bir yaşam durumunda başarısız olmuştum.”
Bu güzel tartışma, içinde bulunduğumuz bağlam çerçevesinde genişletilebilir.
Aisenstein’ın ikinci sorusu da bu
bağlamda oldukça çağrışım açıcıdır: “Elimizden ne isek o olmak haricinde bir
şey gelir mi?” Bu karşılaşmalar içinde, belki psikanalist kimliğinin
özellikle altını çizmesek bile içsel, zihinsel ve mesleki düşünüm ve tutum
olarak psikanalist kalmaktan başka ne yapabiliriz? Psikanaliz, Freud’un
çeşitli yerlerde belirttiği gibi, başka yoldan ulaşılması neredeyse olanaksız
olan zihinsel süreçlerin incelenmesi işlemi, bir tedavi yöntemi ve bütün
bunlarla elde edilen oldukça kapsamlı bir ruhsallık kuramıdır. Başka ruhsal
tedavi yaklaşımları, çeşitli özgül durumlarda çeşitli işlevsellikler taşısalar
bile -ki bunları illa reddetmemiz gerekmez-, psikanaliz bu etkileri de yaratan
ruhsal süreçleri kendi kavramlarıyla anlamaya, açıklamaya ve tartışmaya aday
olacak bir kapsamdadır. Freud’un örneğin hipnoza ve telkin tedavilerine
yaklaşımı bildiğiniz gibi bu yönde olmuştur ve bu yaklaşım, ilgili tedavilerin
sınırlılıklarını da tespit ederek klinik kapasitemizi genişletmiş,
geliştirmiştir. Psikanaliz bu kapsamı yanında kuramsal ve klinik olarak
derinlikli ve köklü tarihsel birikimler de taşımaktadır. Ayrıca,
psikanalistler, bu kapsam ve birikim zemininde oluşan formasyonlarının
özgüllükleri, klinik deneyimlerinin sürekliliği, ruhsal işleyişe dair
duyarlılıkları, canlı mesleki etkileşim ortamı ile önemli klinik kapasitelere
de sahiptirler. İşte bu zamanlarda, bu karşılaşmalarda, yukarıda belirttiğim
temkinlilikler kadar, bu kapsama ve kapasitelere de güvenmemiz gerektiğini,
psikanalist kalmanın bu kapasiteleri de çağırdığını unutmamamız gerektiğini
düşünüyorum.
Soru 4: Bu tür zaman
ve koşullardaki psikanalitik çalışmaların hassasiyetleri konusunda genel olarak
neler söyleyebilirsiniz?
Bu noktada, kitlesel travmalar hakkında hazırlanmakta olan bir
psikiyatri kılavuz kitabına, bir süre önce yazdığımız, yayın aşamasında bir
yazımızdan bazı paragrafları -bazı küçük yeniden düzenlemeler ile- burada
paylaşayım. Bu paragrafların, daha insan kaynaklı kitlesel travmalar ve temelde
psikanalitik bir psikoterapi pratiği odaklı hazırlandığının; içinden geçtiğimiz
durum ve koşulların farklılığının ve yukarıda paylaştığım psikanalitik çalışma
çerçevesinin kendine özgülüğünün hatırlanarak okunmasını rica edeceğim:
Psikanalitik
çalışma, kişilerin yaşananları öznel deneyimlemelerini ve ruhsal
gerçekliklerinin kendine özgülüğüne hassasiyet gösterir; bu çerçevede
hastaların ruhsal ritimlerine belli bir duyarlılık ile temas eder.
Belirtilerin yarattığı ruhsal acı kadar, ruhsal işlevini ve anlamını da tanır.
Ruhsal etkilenime psikanalitik bağlamdan yaklaşınca, travmatik olay ve
belirtiler salt odak olmaktan çıkar; travmatik yaşantı ve belirtiler giriş ve
karşılaşma yeridir, kök ve ruhsal uzanım ise daha ötelerdedir. Açılan
psikanalitik konuşma ve karşılaşma alanında (terapötik çift tarafından illa “zorunlu”
somut temalara indirgenmeden) çağrışım ve ruhsal dinamikler kendine özgü ruhsal
eklemlenmeleri serimler. Bu akış ve dinamiklerin, olabildiği kadar ve içinde
bulunulan koşullar ve çerçevenin gereklilikleri gözetilerek, ele alınması salt
belirti ve olayı (içerse de) aşacaktır. Dolayısıyla, psikanalitik çalışma,
travmatik yaşantı öncesi durumu yeniden tahkim etmeyecek, travmatik etki
ile de ilişkilenen gerilemeli durumda hareket kazanan bilinçdışı çatışan
dinamiklere ve belki temsil olanağı bulamamış geçmiş travmatik deneyimlere ruhsal
alımlayıcı bir alan açarak duruma göre bir dönüşümün, transformasyonun da
olanağını yaratabilecektir.
Travmatik durumlarda gerçekleştirilen karşılaşmalarda (sözel ve
duygusal) akışkanlıkta bir tutukluk izlenebilmektedir. Bu, travmatiğin
dağıtıcı etkilerine karşı bir tutma ve kapanmanın yansısı olabilecektir. Bu
akışkanlık tutukluğu, salt hızlıca kurtulunması gereken bir olumsuzluk olarak
değerlendirilmemelidir, ruhsal çatışma ve gerilimler içinde bir dengenin
de görüngüsüdür. Dolayısıyla, bu dengeyi gözetmekte makul olmayan, kendi
hedeflerini hastanın ruhsallığına dayatan standartlaştırılmış yaklaşımlardan
kaçınılmalıdır. Travma sonrası yapılan çalışmalarda, bu bağlamda, psikanalizin
ruhsal görüngülerin çok yönlü işleyen eşzamanlı farklı eğilimlerce belirlendiği
anlayışı ve psikanalitik deneyimin zamanlama duyarlılığı
özellikle anlamlı olacaktır. Ayrıca, travmatik bağlamında gerçekleşen
karşılaşmalarda, benzer bir tutukluk klinisyen tarafından hasta ile
ilişkilenmesinde de yaşantılanabilecek, içsel olarak hastanın öznel
deneyiminden bir uzaklık, travmatikten ötelenen bir zamanda/mekânda kalmışlık
hissi duyumsanabilecektir. Klinisyen, içsel bir mesleki ideal baskısıyla, bu
durumu klinik çalışmada bir yetersizlik olarak yorumlayıp suçluluk ve utanç
duyguları ile klinik etkinliği örneğin fazlasıyla travmatik anı ve deneyime
odaklama zorlantısı duyabilecektir. Bunun gibi çok yönlü dinamikler, farklı
aktarımsal/karşı-aktarımsal süreçler ya da klinisyenin kopukluğa dayanabilme ve
askıda (ama hayatta) kalabilme gibi kapasiteleri zamanlama
duyarlılığını bozucu olabilecektir.
Travmalar sonrası
(özellikle de ortak gerçeklik tasarımlarının yarıldığı, travmatiğin toplumsal
tanımadan geçmediği zamanlarda -ki içinden geçtiğimiz durum bu bağlamda
kendi özgüllüğü ile yeniden düşünülmelidir), hastalar yaşadıklarının ruhsal
içeriğini, anlamını ve sınırlarını teyit etmekte zorluklar
yaşayabilmektedirler. Burada teyit etmekle ilişkili olarak, yaşanılanın
gerçekliğinin süreklilik ve tutarlılık içinde algılanmasından ve
öykülenmesinden, kişinin yaşanılan karşısında kendi rolü ve sorumluluğuna [Ne
oldu/oluyor? Neden/nasıl ben? Ne yaptım/yapmadım ki bu oldu? Neden
kaçtım/kaçmadım?] ya da dünyaya/topluma dair tasarımları ve sorgulamalarına,
vb. kadar uzanan geniş bir ruhsal gerçeklik alanı kastedilmektedir. Travmatik
ile temasta hareketlenen çeşitli yıkıcı düşlemler ve savunmalar ile kayıp,
suçluluk ve utancın içinde bu teyit gerilimi yoğunlaşabilmektedir. Kuşkusuz,
analitik çalışmanın amacı hızlıca bu teyit sorununu ortadan kaldırmak, buradaki
sorgulamaları çabucak yatıştırmak ya da hastaya nesnel yanıtlar üretip sunmak
değildir (hatta belki psikanalitik çalışmada bu teyit sorunsalı analiz için bir
başlangıç aralığıdır da). Ancak, özellikle travmatiğin içinden
geçilirken ve yukarıda işaret ettiğim türde duruma özgül düzenlenmiş kısa
süreli psikanalitik karşılaşma gibi girişimlerde, analitik çalışma ve yorum,
teyit sorunsalını ek olarak bozma riski karşısında da dikkatli olmalıdır:
örneğin, ruhsal dinamik ve ekonominin dengelerinin ayarlarını eşzamanlı
gözetmeye hassasiyet gösterebilmek; gerçekliğin -olasılıkla hasta tarafından
inkâr edilen ya da savunma olarak bölünüp klinisyene yansıtılan/ekilen-
baskıları karşısında, ideal bir nötralite ve abstinans adına ya da bir
tümgüçlülük yanılsamasıyla, gerçekliği tümden hesaptan düşürmeye varan -ki
böylelikle klinisyenin içsel nötralitesini bozabilecek- eğilimlere karşı
klinisyenin belli bir yerindelik içinde kalabilmesi, bu bağlamda anlamlı
olabilecektir.
Belki burada
aktarıma da küçük bir parantez açabiliriz. İçinde bulunulan duruma özgül
psikanalitik karşılaşma türündeki çalışmaların “malzemeyi aktarım
vasıtasıyla düzenleme amacını koruyan bir süreç oluşturma çabasındaki analitik
ortamın dışında” kaldığını zaten belirtmiştik. Ayrıca, Amati Sas’ın başka
bir bağlamdan şu uyarısı bu noktada da anlamlı olabilir: “Başlangıçta, çok
hızlı aktarım yorumlarından ya da hastanın ilk nesnelerine dair yorumlardan
kaçınılmalıdır; bu nesneler, hastanın yaşamının sapkınlaşan bağlamına ait
karakterlerle apar topar bir biçimde benzetilmemeli ve bir araya
getirilmemelidir.” Travmanın zamanı ile bilinçdışı nesnelerin zamanını
özenle ayıramayan, gerçekliği ruhsal etkileşim alanından
özellikle/fazladan izole etmeye çalışan, yaşananlarla hastanın bilinçdışı
niyetleri arasında hızlı geçişimler yapan, içinde bulunulan durum ve çalışmanın
özgül gerekliliklerini ve sınırlarını ıskalayan, farklı etkileşim bağlamlarını,
dinamiklerini ve zamanlarını dikkate almayan genelleyici yaklaşımlar analitik
görünseler bile uygun analitik tutumun dışına düşebilecektir.
Kısmen içinde
bulunulan gibi travmatik durumlarda, içinde bulunulan yaşam koşullarının
zorlukları ve gerçekliğin ağırlığı klinik çalışmanın olanaksızlığı hatta
anlamsızlığı hislerini ve düşüncelerini uyandırabilmektedir. Bu his ve
düşünceler -gerçekliğin baskısı yanında/kadar- yıkıcılık karşısında duyulan
çaresizliğin terapötik alana içselleşmesinin, bu çaresizliğe karşı beliren
-travmatik etkiye benzer- temastan kaçınma/kopma ve afallama tepkilerinin,
klinik alana sızabilecek suçluluk, utanç ve
nefretle ilişkili duygulanımlara karşı savunmacılığın da yansıması
olabilecektir. Gerçek yaşam zorluklarına aşırı odaklanma (bazen/bir yandan),
içsel dünyanın çökmesi ve klinik alana yansıyan temassızlık, kopukluk,
terapötik umutsuzluk, suçluluk ve utanç hislerini yatıştırmaya dönük görünüşte bir yakınlaşma ve telafi işlevi taşıyabilecektir. Analitik çalışmayla
karşıtlaştırılan bu dışsal odaklanma/vurgu eğilimi, içsel(leşmiş) kötü
nesnenin, klinik alana alımlanamayarak, yadsınamaz
büyük dış gerçekliğe yeniden atımının
göstergesi olabilecektir. Bazen de benzer ilişkili ruhsal eğilim ve çatışmalar,
dayanışma eğilimlerini ve girişimlerini birçok yönden fazlasıyla yükleyebilecektir.
Analistler, başka klinik karşılaşmalarda olduğu gibi, şüphesiz bu durum ve
ilişkilenmelerde de olası çeşitli içsel eğilim, düşlem ve çatışmalarını da
dikkate alacaklardır.
Duruma özgül
düzenlemelerle ve içinde bulunulan zamanlarda hareketlenebilecek -bazılarına
değinmeye çalıştığım- çeşitli eğilimlere olabildiğince
farkındalık gösterilerek yaratılabilecek psikanalitik konuşma/karşılaşma
alanları: alımlayıcılıkları ve farklı işlevlerle travmatik etkinin yarattığı uçuşan
boğucu element ve yüklü imgeleri tutacak ve bağlayabilecek; inkâr
edilmiş kaygı ve dehşetin yansıtılıp ekilebileceği -ki klinisyenlerin bu
yansıtılan inkârı işlemleyebileceği- kapsayıcı sığınaklar
sağlayabilecek; travmatikle ilişkilenerek hareketlenen bilinçdışı
düşlemlerin aktarılabileceği bir temas yeri temin edebilecek; başlangıçta
bahsettiğimiz çağrılara ve kayıplara eşlik eden dayanılabilecek ve
yaslanılabilecek bir bağlantı ve ses sunabileceklerdir.
Kuşkusuz bunlar,
durumun olanak verdiğince, sınırlılıkları içinde olabilecektir. Unutmayalım ki, yukarıdaki kısımlarda işaret etmeye
çalıştığım benzeri birçok hassasiyet, aynı zamanda psikanalistlerin çoğu zaman
doğalında gösterdikleri kapasitelere de işaret etmektedirler. Burada Janine Puget’nin şu
sözlerini hatırlatmak isterim: “Bizi hayrete düşüren şimdinin etkilerini
fark etmemizi sağlayan dünyanın sıvı bir dünya olduğunu, hareket hâlinde olan
kumlar üzerinde yaşadığımızı bilmeliyiz. Bu beklenmedik etkilere
dayanabilmeliyiz.” Bu zamanlarda hareket hâlinde olan kumlar üzerinde
olduğumuzu bilmek önemlidir; ancak, bu zeminin etkilerine analistler dışında
kim daha dayanabilir?
Soru
5: Eklemek istedikleriniz?
Belki bilmeden duyumsadığımız başka
bir şey daha var. Virüsün saldırganlığı ve öldürücülüğü karşısında, bizlerin
yani insanın saldırganlığını ve öldürücülüğünü düşünmek belki hâlâ daha
dehşetengiz. Virüs, suretsiz olsa da kendisine atfedilen niyet ve yapabilecekleri
sanki daha tanımlanabilir, sindirilebilir; insanın saldırganlığının uyandırdığı
yıkıcı düşlemlerin ise sonu çok daha açık. Virüs, ölüme neden olsa da her şeye
rağmen insana yaşamak için yaklaşıyor, sonucu tersi olsa da yaşamamız bir
anlamda kendi için lehinelik taşıyor (ki zaman içinde bize uyumlanıyor da).
İnsanın saldırganlığı ise bunların ötesinde; biraz uca gidelim ve bir sapkın
katili, bir işkenceciyi, istilacı bir savaşçıyı, bir soykırımı... (ki bunları
iç dünyamızın bazı bilinçdışı olası eğilimlerinin temsilleri gibi) düşünelim;
insanın, acı verme ve öldürme tutkusu, acı verebilirlikten duyduğu haz ve
doyum, yapabileceklerinin sınırsızlığının uyandırdığı dehşet... Salgın
zamanlarında bile, insan, bazen virüsten değil insandan, salgının insanları
getireceği hâlden, insanın tehdit ediciliğinden korkuyor bazen. Virüsün herkese
eşitliğinden bahsetmek, insanın insana yapabileceklerindeki dengesizliğe de
işaret anlaşılan. Biraz ironik olacak ama bir açıdan virüs insandan daha
insancıl!
Ancak, işte insan!, insanın mutlak doğası
budur demek değil bu. İnsanın kötülüklerini tespit etmek anlaşılabilir ve
analizi kuşkusuz gereklidir; buradan kalkarak insanı mutlaklaştırılmış doğal
bir kötülüğe indirgemek ise bana hak verilebilir gelmemektedir. İnsanlık durumu
-biraz iyimserliğe yaslanacağım-, bunun ötesindedir. Bu noktada bir işaret
olsun diye, özel bir duruma değinen son bir parantez açarak bitireyim.
Bu salgın içinde özellikle risk altında
olan yaşlılar ve hastalar özel bir odak hâline geldiler ve (sanki pek öznesi
olamadıkları) bazı tartışmaların merkezine düştüler. Örneğin, gençler
kendilerini pek etkilemeyen bu hastalık karşısında neden dikkat
göstereceklerdi, üstelik ne pahasına! Bazı politikacılar bu pahayı
ödememek hatta belki fırsattan istifade ekonomiye yüklerden kurtulmak
güdüsüyle, bedeli ölümler olan sürü bağışıklığını dayatmaya çalıştılar.
Ekonomistik çılgınlık yaşlıları öldürme arzularıyla binişmiş, bir kez daha
ayaklanmış bir kötülük aramızda dolaşıyor gibiydi; ölüm dürtüsünden, insan
insanın kurdudur mottosundan başka ne söylenebilirdi! Ancak, umutlu bir
tahayyülü yitirmiş bir zamanda, bu eğilimlere karşı sanki başka bir toplumsal
potansiyel de ucunu gösterdi, görünmeden orada durduğunu hissettirdi
diyebiliriz. Mesela gözden çıkarmak aksine hepimiz yaşlı yakınlarımızı
hatırladık, anonim ve sayılara sıkıştırılan yaşlı insanlardan öte
hayatlarımızda yeri doldurulmaz izleri ve anlamları olan ninelerimiz,
dedelerimiz, ebeveynlerimiz için kaygılandık. Ekonomizmi aşan bağlarımızı,
çocukluğumuzu anımsadık; ortak bir hikâyenin ve yakınlığın -belki nefretin de-
parçası olanları o kadar kolaylıkla ölüme terk edemeyeceğimizi, geride
bırakamayacağımızı duyduk. Sadece kendimiz için değil, özellikle sevdiklerimiz,
hele çocuklarımız için (ki salgın ya çocukları da tehdit etseydi ne yaşardık
diye hangimiz dehşetle düşünmedik) birbirimize ne kadar bağımlı,
birbirimizle ne kadar bağlaşık olduğumuzu sezdik.
Bu zamanlarda bu duyuşun, bu
hatırlayışın, bu sezişin öneminin altını çizmek isterim; doyum sağlayıcı ve ilgi
verici bir memenin hatırasının iyi’liğin tasarımlanmasındaki
belirleyiciliğini anımsayarak, (teknik bir gönderme ile söylersem) biraz
halüsünatif bileşenleri olsa da ayağını gerçekten de çekmeyen bir hatır-layabilme
oldukça anlamlı ve değerlidir. Eleştirel bir psikolojinin, ekonomistik
baskıların, komplo teorilerinin, kötülük ve kötülüğün mutlaklığına dair
söylemin şehvetine kapılmadan, salt iyimserlik olsun diye değil, ancak umudun
da bastırılanlardan olabileceğini unutmamak adına, başka bir toplumsal tahayyülün
ruhsal potansiyellerinin ilişkisel gerçekliğin kılcallarında dolandığını, en
azından bir ilk adım olarak bizlere sezdirebilmesinin de, bu zamanlarda anlamlı
olacağını düşünüyorum.
[1] Başka türlü bir bastırılan ile kastedilen
hakkında, Gezi’yi Psikanalizle Düşünmek (Bağlam Yayınları, 2016)
kitabında yer alan; İ. Özyıldırım, Gezi Bağlamında Vicdan-Üstbenlik
Gerilimi: Başka Türlü Bir “Bastırma”ya Dair Bir Deneme başlıklı yazıya
bakılabilir.
[2] Ölüm dürtüsü kavramı bağlamında bu
yöndeki daha ayrıntılı bir çalışma için Psikanaliz Yazıları 39. sayısında
(Bağlam Yayınları, 2019) yayınlanan; İ. Özyıldırım, Travmatiğin Çökeltisi
Olarak Ölüm Dürtüsü-I başlıklı yazıya bakılabilir.