6 Şubat Depremlerinin Ardından Deneyimler ve Hatırlayışlar: TODAP'la Bir Tanıklık

 Cem Arslan iletisim@pskcemarslan.com

6 Şubat 2023’te merkez üssü Maraş olan, geniş bir bölgede milyonlarca insanı ve canlı türünü etkileyen iki büyük depremi yaşadık. Bazılarımız bu depremleri doğrudan deneyimleyerek bazılarımız da yakınlarından veya haber kanallarından duyarak tanıklık etti. Bu yazı, tanıklığın ardındaki deneyimleri aktarmak ve deneyimlerin beraberinde getirdiği hatırlayışlarla o süreci yeniden düşünmeyi amaçlamaktadır. Yazıda, üyesi olduğum ve deprem bölgesinde beraber bulunduğum Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği’nin (TODAP) o süreçteki faaliyetlerini, belleğim elverdiğince aktarmaya çalışacağım.

TODAP depremlerin ardından ilk olarak toplumsal dayanışma perspektifiyle hareket ederken süreç içerisinde mesleki birikimiyle çalışmalarını şekillendirdi. Bu anlamda, temel ihtiyaçların bölgelere ulaştırılmasından psikososyal desteğe kadar uzanan geniş bir yelpazede çalışmalar yürütüldü. Faaliyetler ilk andan itibaren toplumsal ve sınıfsal eşitsizlik koşullarında yaşamak zorunda kalanlar, yani ayrımcılığın çeşitli biçimlerine maruz bırakılanları kapsayacak şekilde temellendirildi. Bu temelden hareketle, deprem bölgelerinde cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliğine karşı kadınlarla, LGBTİ+’larla ve çocuklarla çalışmalara ayrıca önem verildi. Örneğin depremin ardından derinleşen yoksulluğun bilinciyle yürütülen çalışmalarda, fiziksel koşulların desteğe erişmek için elverişli olmadığı köylere ulaşmak öncelendi. TODAP’ın deprem bölgelerindeki çalışmalarını özgün kılan bir diğer nokta ise ezilen kimlik ve inanç gruplarının, Kürt, Arap, Ermeni, Çingene/Roman, göçmen ve Alevilerin gözetilmesiydi.

İlk Günlerin ‘Dün Gibi’ Akılda Kalan İzleri: Hasankoca Dayanışma Evi

6 Şubat sabahı Maraş’ta büyük bir depremin yaşandığı haberi, ardında bıraktığı yıkımı henüz bilemeden, kaygıyla karşılandı. Toplumsal hafızada eskimeyen deprem olgusunun somut hâliyle karşı karşıya kalınca, bilinmezliğin ve belirsizliklerin gölgesinde bilgi arayışına yöneldik. Bölgelerdeki iletişimin noksanlığıyla büyüyen kaygı dolu bekleyişin ardından bir araya gelinerek depremi yaşayan bölgeleri destekleme fikirleri tartışıldı. Bu tartışmalar yalnızca psikolog kimliğinin etrafında şekillenmedi. En temel ihtiyaçların karşılanmasında destekleyici olmak, gönüllülük çalışmalarında bulunmak ve iletişim ağlarını yaygınlaştırmak gibi çalışmaları da kapsayacak şekilde planlandı. Tartışmalar etrafında şekillen çalışmalarımızın temelleri atılırken TODAP’lı bir grup arkadaşımız da 9 Şubat’ta Maraş’ın Pazarcık ilçesine doğru yola çıktı. Depremden önce Cemevi olan ancak deprem sonrasında koordinasyon merkezine dönüşen Hasankoca Dayanışma Evi’ne dahil olundu. Bundan kısa süre sonra ise, TODAP’tan farklı gönüllü gruplar 15 Şubat’ta Adıyaman ve 17 Şubat’ta Hatay/Antakya’ya gitti.

Maraş-Pazarcık deneyimimi açmak isterim: Hasankoca Dayanışma Evi (ya da Pazarcık Kriz Koordinasyon Merkezi), farklı şehirlerden gelen gönüllü ekiplerin ve depremi yaşayan insanların yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırdığı, bölgenin koordine edildiği kolektif bir düzene bürünmüştü. Biz de salt mesleki kimliğimizle sınırlanmadan, kolektif içerisinde ne iş varsa yapan bir konumda bulunduk. Dayanışmayla bölgeye ulaştırılan gıda, hijyen malzemelerinin ve giysi çadırında kıyafetlerin dağıtımında çalışmak gibi birçok farklı görevi üstlendik. Gezici sağlık ekiplerinin içinde de bulunarak birçok köyde psikolojik ilkyardım ve psikososyal destek çalışmaları yürütüldü. Köylerde ve şehir merkezinde barınma, güvenlik, su ve yemek gibi temel ihtiyaçların giderilemediğini gözledik. Soğuk kış şartlarında bu ihtiyaçların karşılanmamasının neden olacağı sonuçlar ciddiyet arz ediyordu. Bu açıdan, bizim ve oradaki gönüllülerin uğraşı, kurumsal sorumluluklar dahilinde olup karşılanmayan ihtiyaçların devlet tarafından üstünün örtülmesine, çarpıtılmasına ve yok sayılmasına karşı, bu yakıcı gerçekleri görünür kılmaya da dönüştü. Pazarcık gibi, depremden etkilenen diğer bölgelerde de temel ihtiyaçlar yetkili kurumlarca uzun bir süre karşılanmadı; ancak bölgede yükselen tepkilere, yardım taleplerine karşı yetkililerce sarf edilen tehdit söylemleri çoktan duyulmuştu. Nitekim sesin ardından, kayyumla vücut bulmuş devlet de göründü. İlk günden itibaren kolektif bir şekilde işleyen Hasankoca Dayanışma Evi’ne, depremin onuncu gününde kayyum atandı. Biz ve merkezdeki diğer insanlar, tehditlerinin duyulmadığını düşünen devletin bizzat ‘teşrifiyle’ merkezden şiddet kullanılarak uzaklaştırıldık.

Babadan Muhtara, Muhtardan Devlete Uzanan Ayrımcılık

Bu başlığın açılmasını, TODAP’ın deprem bölgelerindeki özgünlüğünü anlatmak için önemsiyorum. Gittiğimiz her bölgede erkek egemen devlet pratiğinin çeşitli örneklerini gözlemledik. Aileden devlete uzanan erkeklerin tahakkümü, deprem bölgelerinde daha da yoğunluk kazanmış ve sonuçları daha da yıkıcı hâle gelmişti. Cinsiyetçi iş bölümü ve bakım emeği nedeniyle deprem sonrasında kadınlar kendi psikolojik iyilik hâlini düşünmeksizin çocukların ihtiyaçlarını gidermeye, çadır yaşamını iyileştirmeye çabalıyordu. Deprem öncesi görece çekirdek ailenin bakımını üstlenen kadınlar, deprem sonrasında büyük bir grubun bakımını üstlenmek zorunda kalmıştı. Erkek egemenlikten beslenen, eşit olmayan iş yükümlülükleriyle çadır kentler kadınların yaşamını zorlaştırırken, erkekler için farklı olarak sosyalleşme anlamı da taşıyordu. Depremin ve çadır yaşamının getirdiği zorluklarla mücadele ederken yalnızlaştıklarını gözlemlediğimiz kadınlarla psikososyal destek çalışmalarını ayrıca önemsedik ve onların duyulmayan seslerini duyulur kılmaya çabaladık. Karşılarında dinleyici bulan kadınların büyük çoğunluğu konuşmaya açıklardı. Kişisel bakım, cinsel sağlık, psikolojik iyilik hâlinin korunması gibi birçok konuda psikoeğitimler ve bireysel görüşmeler gerçekleştirdik. Mahremiyet ise kadınların ve LGBTİ+’ların ifade ettiği bir başka önemli sorun olarak karşımızda duruyordu. Çekirdek aile yaşamından kalabalık yaşam koşullarına geçiş, depremi yaşayan herkes için önemli bir sorun iken kadınlar ve LGBTİ+’lar için özgün nedenleri içinde barındırıyordu. Kadınlar ve LGBTİ+’lar için mahremiyet bir bakıma güvenli alanı temsil ediyordu. Birçok kadın, şiddet faili erkek ile aynı yaşam alanını paylaşmak zorunda kalmış, LGBTİ+’lar ise onları tehdit eden erkeklerin tahakkümü nedeniyle yaşam alanı bulmakta zorlanmışlardı. Bu noktada kadınlar ve LGBTİ+’larla kurmaya çalıştığımız güvenli alanlarda, rıza inşası ve güvenli alan üzerine konuşmalar gerçekleştirdik.

Ayrımcılığın bir diğer yüzünü de muhtarlık işleyişinde gözlemledik. Depremin ardından, muhtarlar, ellerindeki isim ve adres bilgileri nedeniyle iletişim kurulması zorunluluk taşıyan, referans kişiler hâline gelmişti. Bölgeye ulaştırılan yardımların dağıtımı, çadırların ihtiyaç sahibi kişilere ulaştırılması gibi durumlarda belirleyici konuma gelen muhtarlar, bu noktada barınma ve temel ihtiyaçların giderilmesi gibi konularda da söz sahibi oldular. Devletin temsili olarak bölgelerde hâkimiyet kuran muhtarlar, âdeta kavuştukları gücün baş döndürücülüğüyle hareket ettiler; yani, yalpalayarak ve kendilerini doyurarak. Gelen birçok yardım, muhtarlıkların belirlemesiyle dağıtıldı. Çadırlara, temel ihtiyaçlara yönelik desteklere muhtarlıklarca el konulduğu ve bunların depolandığını gördük. Bazı bölgelerde muhtar olmasının yanı sıra bakkal veya market sahibi de olanların, yardımları dükkânlarında fahiş fiyatlarla satmasına tanıklık ettik. Şaşırtıcı olmayan biçimde, çadır satan devlet kurumlarının, çadır satan muhtarlarla ilgili bir denetimi, yaptırımı yoktu. Bir diğer gözlemimiz ise muhtarların yardımları yönlendirmesine dairdi. Bölgede kimlik ve inanç ayrımının en çarpıcı görünümü olarak yardımların, muhtarlar tarafından kimlik, inanç ve sınıfsal duruma göre ayrımcı bir şekilde yönlendirildiğini gördük. Bölgedeki Suriyeliler, Kürtler ve diğer ezilen kimlikler için ancak Türk kimliğine sahip kişiler yardıma ulaştıktan sonra yardımlara ulaşabilme şansı doğuyordu. Alevi ve diğer inançların yoğunlukta yaşadığı köyler de desteklerin ulaştırılma noktasında deprem bölgelerinin en yoksul tarafıydı. Şehir merkezlerine gelen yardımların bu köylere ulaştırılmasının akla dahi gelmemesi, ayrımcılığın derinliğini ve kalıplaştığını gösteriyordu. 

Devletten muhtarlara, muhtarlardan babalara kadar uzanan ayrımcılık, çocukların dilinde de kendisine yer buluyordu: Çocuklar, öğrendikleri üzere, ayrımcılığı aralarında bir espri kalıbına dönüştürmüş, korku ve öfkelerini yansıttıkları bir araç hâline getirmişti. Tüm bunlara göre, bu bölgelerdeki psikososyal çalışmalarımızın temelini ayrımcılık ve bir arada yaşam üzerine kurmaya çabaladık. Çocuklarla gerçekleştirdiğimiz çalışmalarda, farklı kimlikleri ve inançları bir araya getirmeyi, bir arada düşünmeyi önemsedik. 

Antakya’da Kırkıncı Gün: Ma Rıhna Nehna Hon!

Antakya’da ve diğer deprem bölgelerinde gerçekleştirdiğimiz hemen hemen her ziyarette, “düne kadar her şeyimiz vardı” cümlesiyle karşılaştık. Bu cümlenin ağırlığı, çadırı eve dönüştüren kadınların bizi doyurma ve ikramda bulunma arzusuyla daha da yoğun hissediliyordu. İlk zamanlar, gittiğimiz yerlerde bir şeyler yeme-içmeyi mesleki etik çerçeveye uygunsuz görüyor veya mahcubiyetten ötürü reddetmek zorunda hissediyorduk. Ancak sonraları ikramları kabul etmenin diyaloğu açtığını ve hatta konuşmayı başlatmak için zorunluluk taşıdığını deneyimledik. Birçok kişi “kahvemi içmezseniz sizinle konuşmam” diyerek bize şart koyuyor, şartından da bir adım geri atmıyordu. Depremi yaşayan insanların ısrarı yalnızca kültürel arka plana dayanmıyordu. Deprem sonrası yardımların dağıtımındaki tutuma karşı bir öfke ve mahcubiyeti de taşıyordu. “Düne kadar her şeyimiz vardı” sözü, depremi yaşayanlar için bir zorunluluk taşır hâle gelmişti. Desteklerin üstenci bir yerden, desteğin ulaştığı kişileri rencide edici bir şekilde dağıtılması böylesi bir zorunluluğu doğurmuştu. Birçok kişi bu tutuma karşı “ihtiyacım yok” veya “benden daha çok ihtiyacı olanlar var” diyerek kendisini ikinci plana koyuyordu. Dolayısıyla, bölgedeki çalışmalarımız ezberlenmiş müdahalelerden öte, bu gibi sonradan gelişen durumlara göre şekillendi ve o andaki ihtiyacı karşılamaya dönük olarak örüldü. 

Antakya’da kırkıncı gün anmasına ayrıca bir başlık altında yazmamın amacı, depremin, insanların üzerinde bıraktığı duyguları ifade edebilecekleri alanın açılmasını sağlamasıdır. O gün, göğü kuşatan bahhur ve reyhan kokusunun altında; yitirilen insanların acısı, evleri enkaza çevirenlere duyulan öfke, hayal kırıklıkları, yorgunluk ve daha birçok duygunun sokakları adımladığını görebiliyordunuz. Bugün hâlâ sesi kulağımızda çınlayan, “ma rıhna nehna hon” sloganları, “unutmak yok, affetmek yok, helalleşmek yok” sesleriyle bütünleşiyordu. Binlerce kişinin yürüdüğü hasar görmüş yol, iki yanında yıkılmış binaların taş parçalarıyla, enkazlarla dolmuş, her adımda ayağımıza takılan taşları yerinden kıpırdatmaksızın yürüyorduk. Herkes etrafındaki enkazları gösteriyor, burası da şunun eviydi diyerek başladığı sözlerini “devri daim olsun” diyerek bitiriyordu. Tüm yürüyüş boyunca depremin ardında bıraktığı enkazla yüzleşmek, yaşamını ve yaşamları sürdürmek için dinlenmeksizin çabalayan insanlar için duygularını ifade etme imkânı vermişti. Ağıtlar ilk defa ses bulmuş, evleri enkaza çeviren ranta karşı duyulan öfke örgütlü mücadelenin dinamiğine dönüşmüştü. Hüznün güçsüzlük olmadığı ve kolektif hüznün güçlendirici olduğunu ilerleyen günlerdeki çalışmalarımızda da deneyimledik.

Kırk gün, doğumda ve ölümde geleneksel bir önem taşır. Kültürel normda kendisini büyük çoğunluk için anlamlandırmış ritüel veya inanç, deprem bölgesinde de değişimler meydana getirdi. Kırkıncı gün anmasıyla birlikte duygusal ketlenme çözülmüş, ruhsallığa dair konuşmalar için alan açılmıştı.

Sonuç Yerine

Depreme dair deneyimlerimi kaleme alırken, özetleyen bir dil ve TODAP’ın bölgedeki özgünlüğünü yazmaya çalıştım. Bu yazıda elbette formel bir faaliyet raporu ya da motamot biçimde çalışma aktarımı yapmaya değil, TODAP faaliyetlerini göz önünde bulundurup belleğin izinde adımlayarak belirli kesitler sunmaya gayret ettim. Deprem bölgelerindeki çalışmalarımızın detaylı iki raporu, TODAP’ın internet sitesinde, “Deprem Sonrası Değerlendirme Raporu” başlığıyla yer almaktadır. Bu yazıyla yetinmeyip raporların da incelenmesini öneririm.

Başlıkta deneyimlerin peşi sıra hatırlayışları eklememin nedeni, hafızamın getireceği çağrışımları merak etmemle ilgiydi. Bu noktada, depremin ardından geçen üç yıla rağmen deprem bölgesindeki yaşantılarımın tazeliğini kaybetmediğini, benden uzaklaşmadığını fark ettim. Bu yaşantıları taze tutan veya benden/bizden uzaklaşmasına izin vermeyen şey yalnızca hafızalarımız değil, depremde enkazı yaratan rant politikalarının hâlâ sürmesidir. Bugün, Antakya başta olmak üzere birçok deprem bölgesinde halkın tapulu arazisi zorla kamulaştırılıyor, tarımsal üretim yapılan zeytinlikler inşaat gerekçesiyle talan ediliyor. Talana ve ranta karşı gelen halkın sırtına ise devletin sopası, copu iniyor. 

Doğal felaketlerle tetiklenen toplumsal travmaların ‘iyileşmesinin’ ilk koşulu, bireyin kendisini güvende hissetmesidir. Bugün deprem bölgelerinde güvensizlik, depremin yıkıcılığı ile değil, devletin yıkıcılığıyla sürüyor. Bu anlamda travmatik deneyimin yasının tutulmasına izin verilmiyor. İnsana yas tutma hakkı dahi tanımayan egemen sınıf, travmatik yaşantının anlamlandırılmasının önüne yüksek barikatlar kurarak iyileşme sürecini engelliyor.

Deprem bölgesindeki deneyimlerimiz bize, bu mücadelenin yalnızca afet zamanlarında değil, toplumsal eşitsizlik ve baskı koşulları karşısında her gün ve her yerde yeniden kurulması gerektiğini hatırlatıyor. TODAP olarak güvencesiz yaşama, sınıf ayrımına, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliğine, kimlik ve inanç ırkçılığına, rant ve talan politikalarına karşı toplumsal mücadeleyi ve toplumsal ‘iyileşmeyi’ savunmayı sürdürüyoruz.